Artık sadece Erdoğan yok, farklı güçlerden oluşan bir ittifak alanı var. İkincisi, mevcut yönelim sadece Türkiye’ye özgü değil ve sermayenin güncel “küresel” kriziyle derin bağları var. Üçüncüsü, sermayenin “yerel ve bölgesel” ihtiyaçları da böylesi bir yönelimi talep ediyor. Devreye halkın girmesi ve kendi ihtiyaçları üzerinden kendisini savunması gerekiyor. Şimdiki kaotik ortama halkçı seçenek, ancak toplumsal mücadelelerin bir […]
Artık sadece Erdoğan yok, farklı güçlerden oluşan bir ittifak alanı var. İkincisi, mevcut yönelim sadece Türkiye’ye özgü değil ve sermayenin güncel “küresel” kriziyle derin bağları var. Üçüncüsü, sermayenin “yerel ve bölgesel” ihtiyaçları da böylesi bir yönelimi talep ediyor. Devreye halkın girmesi ve kendi ihtiyaçları üzerinden kendisini savunması gerekiyor. Şimdiki kaotik ortama halkçı seçenek, ancak toplumsal mücadelelerin bir ürünü olarak mücadele içinde oluşacaktır
Mayıs ayı, içinde bulunduğumuz kaotik ortamın nereye doğru akacağını belirleyecek 3-5 aylık bir dönemin içine girmemize ön açan özel bir zaman oldu. Bu dönemde yaşanan bazı olaylar belirleyici önem taşıyor ve etki güçlerinin verdikleri ivmelerle sürecin akışında bir dönüşüm yarattılar.
Mayıs ayına yoğunlaşarak baktığımız zaman, yaşananların öylesine rastlantısal biçimde yan yana gelmediğini, Erdoğan odaklı siyasi fraksiyonun kendi iktidar yürüyüşü için bir “ön depar atarak”, “son tura” girmenin koşullarını oluşturmayı hedeflediğini ve bu hedefe ulaşabilmek için bilinçli hamleler yaptığını görüyoruz.
Sadece Erdoğan değil; ayakta kalabilmek için “ittifak” yaptığı Ordu da, sertleşen savaş koşulları sayesinde aldığı özel inisiyatifle güç kazandı ve Erdoğan’ı kendisine bağladığı soğukkanlı bir tarzla iktidar alanındaki yerini güçlendirdi.
Ordu, Cemaat-AKP ortaklığı döneminde yediği art arda darbelerle moralsiz ve itibarsız bir duruma düşmüştü. Ancak, 17-25 Aralık döneminde yaşanan Cemaat’in başarısız darbe girişiminden sonra ittifak gücünü kaybeden AKP tarafından “destek güç” yapılınca, yeniden yükselmeye başladı. Bu yükseliş, 7 Haziran sonrasındaki yarı-askeri darbeyle birlikte hız kazandı ve nihayet, Kürt gerillalarıyla çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte, ittifaktaki “destek güç” konumundan eşit ağırlıklı “ortak” noktasına yerleşmeye başladı.
O arada, özellikle son ayda yaşanan gelişmelerden anlaşılıyor ki, savaşın sürmesinin ürettiği yeni ihtiyaçların zorlamasıyla olsa gerek, cezaevlerinden tahliye olan eski “Ergenekon” odağı da, önündeki engelleri ite-kaka Ordu ve AKP arasındaki “ittifak” alanına bir ucundan tutunup yerleşmeye çalışıyor.
Sonuçta, faşizme doğru akan sürecin “ana öznesi” olarak her ne kadar Erdoğan gözükse ve gerçekten sürecin başında “rakipsiz” olsa da; geçen zaman içinde yaşanan direnç ve sürtünmelerin yarattığı hasarlar ve sürekli artan güç-beceri ihtiyacı, “aday” sayısını çoğalttı ve içinde bulunduğumuz günlerde “ana özne” bir “ittifak alanına” dönüştü. Başta Erdoğan olmak üzere, bu öznelerin, “tek başına” kaldıkları zaman sürecin devam ettirmeye güçlerinin yetmeyeceğini saptadıkları ve aralarındaki onca farklılığa rağmen ittifak yapmak zorunda kaldıkları anlaşılıyor.
Mayıs ayına sıkıştırılarak art arda yapılan bir dizi hamlenin, haziran ve sonrasının bir “final” konumuna yerleşebilmesi için yapıldığı anlaşılıyor.
Kısa bir zamanda aniden yoğunlaşarak, rakiplerini şaşırtıp gafil avlayarak veya nefessiz bırakarak hızla yol almak, hala var olan bazı pürüzleri temizlemek, başarı kazanarak güç ve meşruiyet üretmek amaçlanmış olmalıdır. Belli ki, bu hamlelerin oluşturacağı “yeni” durum üzerinden, mayıs sonrasında (yani günümüzde) daha da yoğun ve hızlı bir hamleyle uzanıp hedefi zapt etmek ve fiili diktatörlüğü anayasal bir statüye kavuşturmak isteniyor.
Öte yandan, bu tutumun sadece “kurnaz” bir “savaşçı” hamlesi olmadığını, hedefe ulaşabilmek için zorunlu olan bir savaşçı kurnazlığını içermekle birlikte, aynı zamanda başka bir zorunluluğun da ürünü olduğunu vurgulamalıyız.
“Başkanlığa” doğru yürüyüş, yüzeysel bakışların bir ürünü olarak çokça yazılıp-söylendiği gibi Erdoğan isimli bir kişinin “keyfi” diktatörlük isteğinin ürünü değil. Öyle olsaydı, daha bu aşamalara gelemeden Erdoğan hapsi boylamış olabilirdi.
Bu yürüyüş, öne çıkan yönüyle, bu coğrafyanın özgün tarihindeki “antika” sermaye güçlerinin (tefeci-bezirgan sermaye ve onun kapitalizmin zemininde büründüğü yeni biçimlerin) ürettiği bir gerici toplumsal alanın “tarikat ağları” içinde yuvalanarak biriktirdiği gücün hamlesidir. Bu güçler, uzun yıllardır güç biriktirip gözlerine kestirdikleri ve nihayet kavuştukları iktidara kalıcı olarak yerleşme kararlılığıyla davranıyorlar.
Başkanlığa yürüyüş, gittikçe açığa çıkan ve daha güçlü olan başka ve “derin” yönüyle de, küresel ve yerel kriz tarafından zorlanan sermaye düzeninin “modern” sahiplerinin, tehlikeye düşen öz çıkarlarını savunabilmek için başvurmak zorunda kaldığı bir yönelimdir.
İşte, bu iki yönlü gerici-faşist yürüyüşün, attığı her adımda kendine karşı olan direniş odaklarını da yaratıp güçlendireceği bellidir.
Evet, “sahada” yalnız kendileri yok ve coğrafyamıza bakan herkes, faşizme yönelime karşı olan direnç ve sürtünmelerin yarattığı büyük bir kaotik ortamın oluştuğunu, hatta bu ortamın Suriye benzeri bir kaos ortamına doğru evrilme potansiyeline sahip olduğunu rahatlıkla görebilir.
Faşizme yürüyüş kendi hedefine doğru adımlar attıkça bir iç savaş olasılığını güçlendiriyor ve bunun ezilenlerin egemenlere karşı isyanı biçiminde değil de “gerici” bir iç savaş olabilmesi için egemenlerin ellerini hızlı çalıştırması gerekiyor.
O arada, oluşan kaotik ortamın harekete geçirdiği toplumsal güçlerin bin bir biçime bürünen özgürlük arayışları da “enerji” biriktiriyor.
Halkçı toplumsal güçler, kendilerine karşı inşa edilen diktatörlüğe doğru yürüyüşün her adımında bir biçimde “karşı” tutum geliştiriyor ve bu tutumların ortaklaştığı kendisine ait bir özgün yaşam alanı oluşuyor. Bu özgürlükçü-halkçı alan, faşizme yürüyen güçlerin karabasanlar görmesine sebep oluyor.
Öte yandan, faşizme yönelişin “ana öznesinin” süreç aktıkça bir “ittifaka” dönüşmesi, ittifak içindeki güç dengelerinin sürekli hareket halinde olması, bu dengeler içinde “ağırlıklı güç” olma konumu üzerinden ittifak içi bir dizi sürtüşmenin yaşanması ve nihayet küresel sermayenin askeri-politik temsilcisi olan ABD ve Almanya gibi büyük güçlerin “inisiyatiflerini güçlendirmek” için sürekli hamle yapmaları da sürecin gittikçe daha gergin ve hızlı akan bir yapı kazanmasını belirliyor.
Deyim yerindeyse, “nefes nefese” yaşanan bir sürecin içindeyiz, önce gören ve hızlı davrananın inisiyatif kazanacağı belli. İttifak, sürecin akışını hızlandırmaya ve artık hızla uzanıp hedefi ele geçirmeye zorunlu.
Gerçekten de, haziran ayı itibarıyla, 3-5 aydan fazla sürmesi oldukça zor olan yoğunlukta ve hızla akan, üstelik gün geçtikçe daha da hızlı ve yoğun olmaya yazgılı bir yeni zaman diliminin içine girdik.
Peki, başarılı olabildiler mi?
Kimi hedeflerine ulaştıkları için başarılı oldular; ama, kimilerine de ulaşamadıkları, beklemedikleri gelişmelerle yüzleşmek zorunda kaldıkları ve sert darbeler aldıkları için de olamadılar; hem başarılı hem de başarısız olduklarını saptayabiliriz.
Sonuçta, bir dizi zaafla yüklü olarak da olsa, diktatörlüğün kuruluş sürecinin yeni ve muhtemelen son aşamasına girmeyi başardılar.
Ama, hedeflerine ulaşmayı asla “garantilemiş” değiller; medyatik hamlelerle olduklarından güçlü görünmeyi sağlayabilseler de, sürecin sürekli daha gergin ve daha hızlı aktığı bu son aşamada karşılaşacakları zorluklar tarafından sarsılıp dağılmaya, ikirciklenmeye, hedeflerinden geri adım atıp karşıt güçlerle denge kurmaya zorlanacaklar.
Şimdi, mayıs ayına biraz daha dikkatli bakalım.
Mayıs’ta neler oldu?
İlkin, 1 Mayıs gösterileri, öncesinde yaşanan onca katliama ve üstelik o gün yeni bombaların patlayacağına dair sızan ön bilgilere rağmen (eskileri gibi yüz binleri değil ama) on binleri alanlara toplayarak, faşizme direnen toplumsal güçlerin her şeye rağmen var olmaya devam ettiğini gösterdi.
Hepimiz gördük ki, toplumsal yaşamın birçok alanına yayılan direniş odakları, “enerji biriktiren toplumsal fay hatları” olarak varlar ve hareket ediyorlar.
Bu gerçeklik, yaşadığımız kaotik zamanlarda halkçı güçler lehine bir “ani kırılmanın/kırılmaların” ya da daha farklı hareketlenmelerin yaşanabileceğini ve bu olasılığın, toplumsal gerçekliğin ilk bakışta görülemeyen “iç” bölgelerinde sürekli hareket halinde olduğunu gösteriyor. Ancak, bu olasılık, kendisini görüp güçlendirerek gerçekliğe egemen yapacak politik öncülüğe ve uygun koşullara ihtiyaç duyuyor.
İkincisi, Davutoğlu’nun aşağılanarak görevden alınması, sonrasında oynanan “kongre” tiyatrosu ve Erdoğan’ın sözcüsü ya da teknik görevlisi olmakla yetineceğini ifade eden Yıldırım’ın başbakanlığa “atanması” olayıdır. Bu değişimle, faşizme doğru yürüyüşün ana güçlerinden olan AKP’nin daha sıkı, yoğunlaşmış ve keskinleşmiş bir yapıya bürünmesi hedeflenmiş olmalıdır.
Öte yandan, Erdoğan’ın ve onun liderliğini yaptığı yürüyüşün nasıl bir gerginlik ve korku içinde olduğunu, en ufak bir nüans farklılığına bile tahammül edememesinden anlamış olduk.
Aynı süreç içinde açığa çıkan bazı gelişmeler, özellikle de ABD-sermaye odaklı bazı güçlerin hızla Davutoğlu’nun “destekçisi” olmaya ve elbette esas olarak da Erdoğan’ı yıpratmaya yönelmeleri ise, Erdoğan’ın “korkusunun” pek de haksız olmadığını ve egemen oligarşik blok içinde karşılıklı olarak “açık kollayan” oldukça hassas bir dengenin varlığını hepimize gösterdi.
Sonuçta, aslında yürürlükte olan Anayasa’ya göre açıkça suç olan ama herkesin gözü önünde fiili bir durum olarak yaşanan “partili cumhurbaşkanlığı” ve hatta “başkanlık” tarzı yönetim, bir kez daha kendisini gösterdi. AKP kongresi etrafında yaşananların, aynı zamanda bir “alıştırma” ve zaten var olan durumu “meşrulaştırma” hamlesi olduğu açıktır.
O arada, eski AKP liderliğinin neredeyse çoğunun Erdoğan’la birlikte olmadığı bir durum oluştu. Eski AKP kadroları içinde, bir çekilme ya da “suça bulaşmama” eğiliminin olduğunu, ama bunun henüz bir seçenek olma iddiasını taşımadığını söyleyebiliriz.
Her ne kadar parti içi her hesaplaşmada Erdoğan “galip” gelse de, kendisi ve etrafındaki ekibin yalnızlaştıklarını, içinde oluştukları siyasal geleneğin içinde meşruiyet kaybına uğradıklarını, esneme ve kapsama yeteneklerini yitirdiklerini, artık sırf devlet şiddetiyle yol alabileceklerini ve dolayısıyla da Ordu ve “Ergenekon” güçlerine gittikçe bağımlı hale geldiklerini saptayabiliriz. Sürecin bu tarzda devamı, Ordu ve “Ergenekon” güçlerinin pozisyonunu güçlendirecek ve “ittifak alanı” içindeki güç dengelerini Erdoğan’ın aleyhine değiştirecektir.
Üçüncü gelişme, emek-sermaye ilişkileri alanını sermayenin düzeni içinde yasal bir biçime sokan hukuk alanında yaşandı. Mayıs ayında çıkarılan yasalarla, işçilerin en temel haklarına saldırıldı. Özellikle çalışma yaşamını tümüyle “taşeronlaştırma” ve kıdem tazminatı hakkını budama konusunda, sermaye sınıfına istedikleri fazlasıyla verildi.
Böylece, sermaye düzenine hizmet etme yeteneğini ve oynayabileceği rolün önemini bir kez daha gösteren Erdoğan, düzen içi meşruiyetini arttırdı. O, çokça söylendiği gibi, Özal’ın açtığı yolda ondan daha hızlı ilerleyerek, devleti bir “şirkete” dönüştürme, toplumsal alanın bütününü sermayenin hareketiyle bire bir uyumlu hale sokma ve kendisini de “CEO” olarak işlevsel hale getirme hedefine doğru yol alıyor.
Bütün toplumsal ilişkiler, neredeyse hücrelerine varıncaya dek sermayenin birikimini arttırma amacına hizmet edecek biçimde yeniden düzenleniyor. O arada, İslam, bu dönüşümün meşrulaştırma aracı olacağı bir şekilde yeniden yapılandırılıyor ve sermayenin çıkarları yönündeki yeniden düzenlemenin gerçek içeriğini gizleyip örtecek bir “asma yaprağı” olarak kullanılıyor. Bayraklarının üstünde “Her şey İslam için!” yazsa da, olup biten her şey sermaye için ve İslam tarihinde en çok Şam bezirganı Muaviye’ye benziyorlar.
Dördüncüsü, “dokunulmazlıkların kaldırılması oylaması” etrafında yaşanan bir dizi gelişmede yaşandı. HDP’nin Meclis’te yarattığı “engelin” temizlenmesi hedeflenmişti ve şimdilik bir “başarı” sağlanmış görünüyor.
Ama, ne pahasına!
Oylama ve sonrasında yaşanan gelişmeler sonucunda, evet, HDP’ye “dokunmanın” yasal zemini oluşturuldu, ama çok farklı bir dönemin/fiili bir ikili iktidarın kurulabileceği bir yeni dönemin önü de açılmış görülüyor.
Kürt halkının, siyasi temsilcilerinin ve Türkiyeli demokratik güçlerin var olan düzenin meclisinden “soğuması” ve “kopuşu” yaşanıyor. Bağımsız-demokratik yerel halk meclislerin de kurulup ortaklaşmasının gerekliliği bütün ülkede tartışılmaya başlandı.
Hapse atılan her parlamenter bu tartışmayı yayıp güçlendirecek ve var olanın yanında konumlanan “yeni” bir kuruluşun meşruiyetinin artması yaşanacaktır. Öte yandan, halkın seçtiği parlamenterlerin tutuklanmasının faşistleştirilmiş kitle dışında meşruiyet üretemeyeceği ve HDP’nin etki alanını büyütüp oylarını arttıracağı açıktır.
Bu oylama sürecinde yaşanan tartışmalarla, AKP’nin faşizme doğru yürüyüşüne açıkça destek olan CHP’nin etki alanındaki demokratik güçlerde ve özellikle Alevilerde, CHP’den demokratik zeminde bir kopuşun önü açıldı.
HDP, üstüne yöneleceği anlaşılan devlet terörüne karşı meşru bir demokratik direniş gösterebilirse ve CHP ve Alevilerdeki kopuş eğilimleriyle uygun zeminde kurulacak bir toplumsal özgürlük ya da demokrasi cephesinde birleşebilirse, faşizme yürüyüşü durdurabilecek bir toplumsal güç alanı oluşmuş olacaktır.
Beşinci olarak, gene mayıs ayı içinde, MHP çevresinde yaşanan ve geri dönülmesi imkansız eşiklerin aşıldığı bir ayrışma yaşandı. Erdoğan’ın destekçisi Bahçeli kanadı, şimdilik partiyi elinde tutmayı becerse de, sivil faşist alanda güç kaybetti.
Akşener’in Doğan medyası tarafından “şişirilmesi” ve aslında politik bir liderlik geçmişi olmamasına rağmen birçok ilde “aniden” destekçi buluvermesi ise, işin içinde başka güçlerin de yer aldığını gösteriyor. Egemen güçler alanında Erdoğan’ı yıpratma yanlısı olanların boş durmadıklarını, her fırsattan istifade ederek her alanda yol almaya çalıştıklarını saptayabiliriz. Başta Akşener olmak üzere muhalifler Bahçeli’yi “ülkücü gençleri uslu çocuklara çevirdiği” ithamıyla suçladıklarına göre, “başka bazı hazırlıkların” yapıldığını, bazı “derin” güçlerin sokakları kullanmayı planladıklarını da tahmin edebiliriz.
Ayrıca, Akşener etrafındaki “şişirilmenin” şayet ABD-Cemaat ile bağlantısı varsa, bu “ayrışmanın” bir zamanlar Erbakan’dan kopup AKP’yi kuran sürecin tekrarlanması olarak da okunması mümkün olabilir. Küresel ve yerel sermaye güçleri, coğrafyamızdaki çıkarları açısından, 2002’den itibaren süregelen “ılımlı İslam” öncülüğündeki dönemden sonra, onun seçeneği olarak “milliyetçiliğin” özel bir türünü hazırlıyor olabilir. Bir gericilikten-diğerine, zaten başkası da ellerinden gelmiyor!
Altıncısı, yargının zirvesindeki üç devlet memurunun Erdoğan’la Karadeniz’de verdikleri oldukça “samimi” görüntüler ve hızlarını alamayarak Erdoğan’ın konuşmasını hevesle alkışlamalarının açığa çıkardığı yargının da kontrole alındığı gerçekliğidir.
Mevcut Anayasa’ya ve ettiği “yemine” göre “tarafsız” kalması gereken Erdoğan’ın açıkça taraf tutmasına “alıştırıldığımız” gibi, şimdi gene yasalara göre hem “tarafsız” hem de yürütmeden “bağımsız” olması gereken yargının da fiilen Erdoğan’ın “emrinde” olduğuna “alışmamız” gerektiğini anlamış olduk.
Yedincisi, PKK’nin Suriye kolu olduğu iddia edilen PYD/YPG’nin, oldukça geniş bir alana yayılmasını sağlayan ve kendisine dünya kamuoyunda muazzam itibar kazandıracak olan Rakka operasyonunu ve hemen 3-5 gün sonrasında da beklenen Münbiç operasyonunu başlatmasıdır.
Bu operasyonlar, Erdoğan’ın tam aksi yöndeki bütün ısrarına rağmen ABD uçaklarının “desteğinde” sürüyor. Önce başlayan Rakka hamlesinde sağlanan hızlı başarı Münbiç hamlesinin de önünü açtı. Bu çapta bir yayılımı sağlayabilmesi, aynı anda iki cephede birden savaşabilmesi ve hızlı sonuç alabilme yeteneği, PYD/YPG’nin ulaştığı gücü ve kapasiteyi dost düşman herkese göstermiş oldu.
PYD/YPG’nin bölgedeki diğer halklarla, özellikle de Araplarla ortaklaşarak kurduğu Demokratik Suriye Güçleri ve onun askeri kanadı savaşın ana yürütücü gücü olarak sivriliyor. Önce ilan edilen siyasal statünün “Kuzey Suriye” ön adını kullanması ve şimdi yaşanan savaşın sonunda “kuzey” belirlemesini de aşan geniş bir Suriye coğrafyasının bu güçlerin kontrolüne sokacağı birlikte düşünülürse, fiili bir “siyasal statü” kurulduğu anlaşılıyor. Bu statünün, Suriye bütünlüğü içinde bir “federe bölge” mi olacağı ve Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile nasıl ilişkileneceği, olayların akışı içinde belirlenecek.
Aynı zaman diliminde, Başur’da/Irak Kürdistan bölgesinde de, zaten zor durumda olan Barzani’yi daha da zorlayacak bir gelişme yaşandı ve YNK-Goran ittifakı açıklandı. Bu ittifakın Barzani ile “gergin” ve PKK ile “dostça” olan ilişkileri göz önüne alınırsa, bölgede PKK’nin etki alanının güçleneceğini tahmin edebiliriz. PKK, beklenen Musul operasyonuna da, özellikle Şengal bölgesi üzerinden dahil olacağını açıkladı.
Evet, Başur’da KDP “bağımsızlık”yönünde zorlamalar yaparken bu yönelime itiraz eden PKK’nin inisiyatifi güçleniyor, Rojova’da ise “özerklik” ya da “federal bölge”, fiili-meşru bir durum olarak /“de facto” yerleşiyor. Hatta, PYD/YPG, Suriye’nin tümüne yönelik bir iddia yüklenerek, Araplar başta olmak üzere bütün halklarla ortaklaşa bir yeni oluşumun içinde kendisini ifade etmeye başladı.
Bölgedeki yüzyıllık “düzeni” dağıtan bu muazzam değişimlerin Erdoğan’ın hesaplarını “bozucu” biçimde gerçekleştiği açık değil mi?
Türkiye’nin güney sınırları “düşman” olarak tanımladığı bir güç/PKK ve etki alanındaki güçler tarafından fiilen ele geçiriliyor, üstelik ”stratejik ortak” ABD ve dolayısıyla da NATO çoğunlukla “destekçi” durumda.
Aslında birbirleriyle zıt yönde tarihsel çıkarları olan PKK-ABD ilişkisinin, iki taraf açısından da güncel çıkarlarının zorlamasıyla girilmek zorunda kalınan bir durum olduğu açıktır. Bu ilişkide yazının konusu açısından öne çıkaracağımız olgu ise, Erdoğan önderliğindeki Türkiye’nin “stratejik ortağı” ABD ile ilişkisinde yaşanan-yaşanacak gerilim ve bölgedeki yalnızlaşmanın ulaştığı seviyedir.
Aynı gelişmeler, Türkiye sınırları içinde sürüp giden ve giderek iç savaş boyutlarına yükselen PKK gerillalarıyla savaşa da, Erdoğan’ı zorlayacak yönde bir gerilim yükleyecektir.
Mayısta yaşanan çatışmalar, öncesinde “hendekler” çevresinde yaşanan çatışmaları daha yüksek ve şiddetli bir çatışma zeminine sıçrattı. Artık, çatışmanın ötesine geçildi ve bir “savaş” gerçekliği oluştu.
Savaşın akışından anlaşılıyor ki, PKK, şehirlerarası yollarda denetimi ele geçirmek istiyor ve bu yönelimini karakol baskınlarıyla destekleyerek; şayet başarılı olabilirse, TC ordusu ve polisinin hareket yeteneğini kısıtlamayı, kimi bölgelerde kontrolü fiilen ele geçirmeyi ve bu alana/alanlara dayanarak şehirlere yönelmeyi hedefliyor.
Devlet ise, “hendeklerin” kurulduğu şehirleri teknik yoğunluklu yüksek şiddetle tahrip ederek HDP’nin destekçisi olan nüfusu 90’lardan sonra bir kez daha göç ettirmeyi; bu göç hedefine ulaşabilirse, destekçisi azalan gerillaları uçak ve helikopterlerle sürekli bombalayarak yıpratıp “Sri Lanka tarzında” bozguna uğratmayı ya da en azından etki gücünü “kontrol edilebilir” bir seviyeye çekmeyi hedefliyor.
Henüz taraflardan birinin üstünlük kuramadığını, iki tarafında kendi hedeflerine doğru yol aldığını ve önümüzdeki 3-5 ayın akışı içinde en azından bir “ara” durumun netleşeceğini saptayabiliriz. Günümüzün mevcut momentumu içinde sert ve uzlaşmaz yapısı yüzünden en kritik noktaya yerleşerek diğer bütün gelişmeleri de bir biçimde etkileyen hatta belirleyici ağırlık taşıyan bu “savaş hali”, nereye doğru akacağına ve nasıl “ara” sonuçlar doğuracağına bağlı olarak gelecekteki gelişmelerde de ağırlıklı etkide bulunacaktır.
Bu “ara” sonuç, şayet şimdiki belirsizliğin tarafların birbirini yenemediği bir “denge” zeminine yerleşmesi biçiminde yaşanırsa, PKK’nin “askeri olarak yenilemeyeceği” gibi bir tespitin yapılmasına yol açar ki, bu durum savaşın devlet tarafının yürütücüsü güçlerin hem iç dengelerinde hem de dış desteklerinde zorluklar çıkaracaktır.
Elbette, savaşın şiddeti arttıkça, PKK’nin etki alanındaki güçlerde de çözülmeler yaşanabilir ve böylesi bir “zayıf düşme” durumu, ilk elden ve hızla savaşın Kürt tarafındaki ittifakın bir ögesi olan Kürt burjuvalarının ayrışmasıyla sonuçlanacak, bu da Kürt Hareketinin kazanımlarını/Rojava dahil tehlikeye sokacaktır.
Sekizincisi, MİT müsteşarlığının değiştirilmesi söylentilerinde yeni aday olarak Levent Göktaş’ın isminin geçmesidir.
Göktaş’ın “Ergenekon” operasyonlarında öne çıkan kimliği ve bir müddettir Erdoğan’ın danışmanlığını yapıyor olduğunun açığa çıkması, AKP’nin sadece Ordu ile değil, aynı zamanda Ordu’nun eski “marazi” mensuplarıyla da oldukça güçlü bir biçimde ilişkiye girmiş olduğunu gösterdi. Şimdi net biçimde NATO’cu olan Ordu’nun bu ilişkiden rahatsız mı olacağı yoksa birlikte kararlaştırılmış bir “yeni” yönelimle/yeni ve özel bir ittifakla mı karşı karşıya olduğumuzu netçe anlayabilmek için zamana ihtiyacımız var.
“Ergenekon” çevresinin Rusya-Çin eksenine sempatisi hatırlanırsa, iktidarın zirvelerinde karmaşık bir durum olduğunu düşünebiliriz.
Erdoğan’ın Rus uçağının düşürülmesini daha önce savunurken son günlerde “pilot hatasına” indirmesi, ilk akla geldiği gibi muhtemelen “zararın neresinden dönülse iyidir” rasyonalitesine dayanıyor olmalıdır; ancak, “Ergenekon” devreye girdiğine göre başka olasılıkları da hesaba katmamız gerekebilir (Yazı bittikten sonra yaşanan “özür” olayı, aynı sürecin sürdüğünü gösteriyor).
ABD askerlerinin açıkça YPG üniforması giyerek Rakka operasyonuna katılmasına “havuz medyasında”/özellikle de “amiral gemisi” Yeni Şafak’ın başyazarı Karagül’ün yazısında gösterilen yüksek dozdaki tepki de, ilk akla geldiği gibi, öfkeyle atıp-tutma o arada biraz da “blöf” yapmanın ötesinde anlam taşıyor olabilir.
Nisan ayında, tam da NATO’nun kritik Varşova toplantısına yaklaşırken “kraldan fazla kralcılık” yaparak Karadeniz’de Rusya ile gerilimi yükseltmek denenmişken, şimdi tam tersi mi/Rusya ile stratejik dostluk mu deneniyor, izlemek gerekiyor.
Dokuzuncu olarak, hedeflenen rejimin toplumsal yaşamı düzenleme bahsinde özel önem taşıyan “kadının konumu” konusunda yapılan yeni hamleleri vurgulamalıyız. Boşanma yasası ve doğum kontrolü konusunda erkek egemenliğini pekiştiren yönelimler, bunca karmaşa arasında devreye sokuldu.
Kadınların vücutları ve nasıl yaşayacakları hakkında sürekli konuşarak süreklileşmiş bir taciz ortamı yaratanlar, faşist yürüyüşün gereksindiği erkek kalabalıklarının gücünü arkalarına almayı hedefliyor ve aynı zamanda kadınlara yönelik erkek şiddetinin/taciz, tecavüz ve cinayetlerin önünü açıyorlar.
8 Mart gösterilerinde kendisini gösteren kadınların öfkesinin enerji biriktirdiği açıktır.
Onuncu olarak, coğrafyamızın en gergin yerlerinden birinde başlatılan kışkırtma sürecine değinmeliyiz. Aleviler hedef tahtasına yerleştiriliyor ve oluşturulan faşist kitlenin kadın düşmanlığına ek olarak özel bir dokusu daha mezhepçilik üzerinden inşa ediliyor.
Bu coğrafyanın tarihinde yaşanan neredeyse bütün kışkırtmalarda bir biçimde hedef alınan Alevi inancına sahip toplumsal güçlerin üstelik daha önce katliam yapılmış bir özel yerleşim alanında/Pazarcık’ta, Suriye’deki savaştan kaçan Sünni inancına sahip mültecilerin kalacağı kampların inşasına başlandı ve tepkilere rağmen ısrarla sürdürülüyor.
Haberi duyduğunuzda aklınıza ilk gelen “koca Türkiye’de başka yer mi bulamamışlar?” haklı sorusuysa, sonradan hepimiz öğrendik ki varmış; yine önceden Alevi katliamının yaşandığı Sivas ve Dersim de yeni kamplar için yer olarak belirlenmiş.
Açık ki, belli bir “derin” irade, iyi bildiği ve bolca uyguladığı bir “senaryoyu” yeniden devreye sokuyor ve Alevi ve Sünni inancına sahip insanlar arasında mezhep çatışmasının zemini hazırlanıyor. Sünni mültecilerin arasına kolayca sızacak teröristler kullanılarak “birkaç bomba attırıp” yeni bir katliamın planlandığı anlaşılıyor.
Böylesi alçakça bir katliam ve sonrasında çıkması muhtemel kanlı çatışmalar üzerinden, Sünni kitlenin faşist bir kitleye dönüştürülmesi yoluyla faşizmin kitle tabanının sağlamlaştırılıp yayılmasının hedeflendiği açıktır. Ayrıca, oluşacak dehşet ortamı kullanılarak iktidarın her türlü yönelimine meşruiyet üretilebileceği hesaplanıyor olmalıdır.
O arada, Aleviler kendi coğrafyalarından kopartılarak büyük şehirlere ya da “kaçakçı” görünümlü “görevliler” tarafından Avrupa’ya göçe zorlanacak ve asimilasyon çarklarının içine çekileceklerdir. İsyancı komün gücü, terbiye edilerek asimile olmaya ya da katliamla yok edilmeye çalışılıyor.
Son olarak, Alman Meclisi’nde Ermenilerle ilgili alınan karara değinmeliyiz. Bu hamle, Almanya tarafından Erdoğan’a/TC’ye dayatıldı. Zor durumda olan Erdoğan/TC’nin bir cevap veremeyeceği bilinerek soğukkanlıca yapılan hesaplı bir “hamle” olduğu anlaşılan bu kararın, bir “burun sürtme” ya da “bilek bükme” olarak planlanarak alındığı ve şimdilik hedefine ulaştığını saptayabiliriz.
Bu son hamlenin “kontrol dışı” bir dayatma olduğu açıktır ve YPG’nin Rakka ve Münbiç hamlesinde yer alan az sayıdaki ABD askerinin çok bilinçli olduğu belli olan YPG armalı üniforma giyip fotoğraf çektirerek basına servis etmesi olayı ile paralel bir gelişme olduğu anlaşılıyor.
Emperyalist zirvenin, “çelme takmak” ya da “güç dayatıp ayar vererek kontrole almak” için Erdoğan odaklı siyasal alana “müdahale” ettiğini saptayabiliriz. Önümüzdeki aylarda da benzer gelişmelerin yaşanması muhtemeldir.
Erdoğan “Başkanlık” hedefine doğru ilerledikçe, yediği yumrukların sayısı ve gücü artıyor ve artık “vuranlar” arasına emperyalist güçler de girdi. Bu güçlerin birer “demokrasi aşığı” olmadıklarını iyi biliyoruz; faşizmin inşasındaki etki alanlarını güçlendirmeyi hedeflediklerini, Erdoğan’a güç dengelerinin soğuk ve demirden yasalarını hatırlattıklarını tahmin edebiliriz.
İşte, bunların hepsi, sadece bir ayda yaşandı.
Faşizme yürüyüşün, hedefine yaklaştıkça daha gergin ve hızlı biçimde sürmek zorunda olduğu ve önündeki güçler/engeller tarafından daha yoğun ve sert bir tarzda zorlanacağı anlaşılıyor. Yürüyüş, öylesi bir kaotik ortam yarattı ki, sürekli devam edip ilerleyerek hedefine ulaşmak zorunda ya da sırf dursa bile içinden patlayacak kadar gerilimle yüklenmiş durumda.
Yani, olayların akışının zorlamasıyla, hem faşizme/”Başkanlık rejimine” gidişin yürütücüleri süreci hızlandırarak bir sonuca varmaya zorlanıyorlar ve bu yönde ellerinden gelen her şeyi yaparak bütün güç ve becerileriyle hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar. Ama, hem de, birbirinden çok farklı güçler de kendi çıkarları açısından Erdoğan odaklı bu özgün yönelimi engellemeye, sürekli sarsıp zorlayarak hedefine varamadan dağılmasını sağlamaya çalışıyor veya sürecin içindeki Erdoğan’ın inisiyatifinin gücünü budamayı ve sürece ortak olmayı hedefliyorlar.
Erdoğan liderliğindeki yönelim, ya bir türlü aşamadığı güç ve beceri eksikliği zaafını aşacak ve hedefine ulaşacak; ya da, ileri doğru attığı her adımda artan güç ve çeşitlilikte üstüne yüklenen gerilim eksenleri tarafından sarılıp sıkıştırılacak ve nefessiz bırakılacak.
Şayet Erdoğan zayıflayacak ya da nefessiz kalıp kaybedecekse, bunu ağırlıklı olarak “kimin” yaptığı sonrası için belirleyici olacaktır.
Faşizme yürüyüşün “ittifak alanı” içindeki sermaye güçleri belirleyici olursa, faşizme yürüyüş sürecek, ama yürütücü özne olan ittifak alanında Erdoğan olmayacak ya da sadece görüntü olarak kalabilecektir.
Halk güçleri inisiyatif alırsa, demokratik bir cumhuriyetin önü açılacaktır.
Demokratik bir cumhuriyetin inşası süreci başlarsa, bu sefer faşizme karşı mücadelede ortaklaşan halk güçlerinin “ittifak alanının” içindeki güç ilişkileri devreye girecek; kimin inisiyatif alacağına bağlı olarak; sermaye sistemini reformcu bir zeminde sürdürmeyi hedefleyen “burjuva” ya da sermayenin egemenliğini tasfiye etmeyi hedefleyen “halkçı-devrimci” bir demokratik cumhuriyetin inşasının önü açılacaktır.
Sonuç olarak, mayıs ayında yaşadıklarımızdan sonra, yeni bir politik zeminde hareket etmeye başladık.
İçinde bulunduğumuz 3-5 ay kritik önem kazanıyor, her an her şeyin olabileceği bir türbülansın içine girmiş durumdayız.
Bütün politik özneler ve toplumsal güçlerin sarsılıp zorlanmasının artık daha yüksek seviyelerde yaşanacağı anlaşılıyor.
Faşizme doğru
7 Haziran seçim sonuçlarına karşı yürütülen yarı-askeri darbe, aynı zamanda, bir zamandır yoklamaları yapılan faşizme doğru yürüyüşe özel ivme kazandırmıştı.
Erdoğan merkezli siyasal odağın Ordu ile ittifak halinde yürüttüğü faşizmin çok yönlü inşası süreci, güç ve beceri eksikliği yüzünden hızı kesilse ve bir türlü hedefine ulaşamasa da, asla vazgeçmeden günümüzde de hedefine doğru ilerlemeye çabalıyor ve istediği hız ve güçte olmasa da bir biçimde ilerleyebiliyor.
Mayıs ayındaki gelişmeler, faşizme yürüyüşün özel bir kavşağı oldu ve öyle gözüküyor ki, bu son kavşaktan sonra içine yerleştiğimiz yeni zemin daha sert, yoğun ve karmaşık çatışmalarla geçecek ve şimdiden sonra yaşanacak 3-5 ay muhtemelen bir “final” aşaması olacak.
Erdoğan, geçtiğimiz 8 Mart-1 Mayıs arasında, yeniden ayağa kalkma çabasında olan halk güçlerinin hareketliliği tarafından sorgulanıp sınanmış, hırpalanmıştı. 8 Mart ve 1 Mayıs gösterileri, halk güçlerine moral verdi ve Erdoğan’ın hedefine ulaşmasının önündeki gerçek engellerin neler/kimler olduğunu, hangi toplumsal güçlerin böyle bir kapasiteye sahip olduğunu gösterdi.
Kılıçdaroğlu’nun Genelkurmay’da aldığı brifingde eline tutuşturulan tebliğle “hazır ola geçip uygun adım atarak” AKP’nin dayattığı “dokunulmazlık kaldırılması” hamlesine destek olması ise, AKP’nin faşizme yürüyüşünün önündeki engellerden biri olan HDP Meclis Grubu’nun hapse gönderilerek ortadan kaldırılmasını kolaylaştırırdı. Ama, aynı zamanda CHP içindeki hoşnutsuzların demokrasi cephesine doğru kopuşuna ivme vererek bu cephenin genişleyip güçlenmesinin zeminini oluşturdu.
MHP’de yaşanan gelişmeler, Bahçeli’nin “Erdoğan’ın gizli destekçisi” konumunu açık ederken, bu desteğe karşı çıkan ve muhtemelen ABD-NATO bağlantılı başka bir faşist odağın güçlenmesini sağladı.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasının önünü açan oylama ise, sadece HDP’li milletvekillerinin hapse atılmasını kolaylaştırması yönünden tartışılsa da, başka önemli sonuçlarını da vurgulamalıyız. Bu oylama sürecinde, kırıntı düzeyindeki kimi pürüzleri de tıraşlanan muhalefet partileri hiçleştirildi ve daha önemlisi, Meclis’in kendisi de zayıflatıldı.
Böylece, yasama organı Meclis’in zaten yürütme tarafından sürekli “by pass” edilerek önemsizleştirilmesi yönelimi güçlendirilmiş, Meclis sonunda tümüyle “göstermelik” olacağı bir bataklığa doğru sürüklenmiş oldu.
Peki, ya yürütme, en son Davutoğlu’nun tasfiyesinden ve yerine “atanan” Yıldırım’ın ilk günden sergilediği tutumdan sonra, yürütmenin şimdiki Anayasa’ya göre yasal olarak en güçlü organı olması gereken “hükümetin” bir ağırlığı kaldı mı sizce? Çok açık ki, “hükümet” artık sadece teknik ayrıntılara bakan ya da devletin günlük işlerini yürüten bir araca indirgeniverdi.
Anayasa’ya göre oldukça kısıtlanmış yetkileri olan cumhurbaşkanı ise, her ikisi de gönüllü olarak ve üstelik neredeyse güle-oynaya kendilerini hiçleştirmiş olan yasama ve yürütmeyi/hükümeti, “kutsallaştırılmış” şahsının “muhteşem” himayesi altına almış durumda.
Önümüzdeki Ramazan bayramında, “etek” olmasa da “el öpme” merasimi düzenlenirse şaşırır mısınız? Artık o kıvama getirildiler ki, şayet böyle bir tören düzenlenirse, hükümet üyeleri ve AKP’li milletvekillerinin tümünün sıraya gireceklerinden, üstelik sıradayken neşeyle gülüp şakalaşarak hatıra fotoğrafı çektireceklerinden emin olabilirsiniz.
Yargı ise, Karadeniz’in güzelim doğasında çay toplarken intihar etti!
Evet, yargının zirvesindeki devlet görevlileri, kendi hiçleşmelerinin belli eşikleri aşarak hedefine ulaştığını saptamış olmalılar ki bu durumu “göstermeden” edemediler! Ya da daha kötüsü, hangi duruma düşürüldüklerinin ve yapıp ettiklerinin korumakla görevli oldukları yasalara göre tümüyle suç olduğunu farkında bile varamadıkları bir “boşluk-anlam kaybı” içinde ve şaşırtıcı bir rahatlıkla özel bir “gösteri” yaptılar.
Kendileri, önceden planlanarak ve bir amaca hizmet etmek için düzenlendiği çok belli olan bir “gösterinin” içinde olduklarının farkındalar mıydı, bilemeyiz; ama, Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay başkanlarının Erdoğan’ın yanında bulunma şerefine erişmiş olmanın “sarhoşluğu” ya da ruh huzuru içinde gülerek çektirdikleri fotoğraflar ve gene Erdoğan’ın ettiği yemine sadık kalmayarak açıkça AKP’nin propagandasını yapıp diğer partileri eleştirdiği konuşmasını şevkle alkışlamaları, Yargının da Erdoğan’ın “hizmetinde” olduğunu hepimize göstermiş oldu.
Bu durumda, yasama ve yargının, ağırlıklarını yitirerek ve bağımsız ya da tarafsız olma fonksiyonlarını da terk ederek, tümüyle yürütmeye bağlandığını netçe görmüş olduk. Peki, hükümetin de yasaların kendisine verdiği yetkileri, fiilen cumhurbaşkanına devrettiğini, Davutoğlu’nun istifası ve sonrasındaki AKP kongresinde netçe görmemiş miydik?
Evet, başkanlık sistemi, özellikle mayıs ayı içinde yapılan bir dizi hamle sonrasında, fiilen kurulmuş durumda. Ancak, yasal bir dayanağa sahip değil; hatta tam tersine, yürürlükteki Anayasa’ya göre, sadece “güç dengeleri” üzerine oturan ve hukuki bir dayanağa sahip olmadan fiilen var olan bu “Erdoğanist” sistemin içinde yer alan herkes anayasal suç işler durumda.
Aslında, “normal” bir burjuva-demokratik düzende, “ekonomik” olanla “siyasal” olan birbirinden ayrılır; devletin örgütlenmesi ve işleyişi de “kuvvetler/güçler ayrılığı” prensibi doğrultusunda, esas olarak yasama, yürütme ve yargı ayrımı üzerine oturur.
Bu sistem, burjuvazinin henüz “devrimci” olduğu ilk dönemlerinin mirasıdır ve “feodal” dönemin mirası olarak devralınan “ekonomik ve siyasal gücün tek elde yoğunlaşması” geleneğinin, kapitalist sermaye birikimini “el koyarak” ya da başka biçimlerde “engellemesi” tehlikesine karşı “sigorta” olarak keşfedilmiştir. Aynı zamanda, kapitalist devletin farklı alanlarının birbirini “denetlemesi” yoluyla ona esneklik ve kapsayıcılık kazandırarak devamlılığını güçlendirmeyi hedefler.
Hemen vurgulamalıyız ki, “kuvvetler ayrılığı” sadece “yüzeyde” var olur. Devletin “derinlerine” doğru indikçe, sermaye güçlerinin devletin tümüne nüfuz ettiği gerçekliğiyle karşılaşırız.
Sermaye, devletin bütün alanlarına bin bir biçime girip nüfuz ederek bütünsel bir kontrol kurar ve bakışımlı ilerleyen bazı yöntemlerle bu kontrolü mümkünse hiç gözükmeyecek biçimde halktan gizlemeye/gölgelemeye çalışır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, devletin ilk bakışta asla görülemeyecek “çelik çekirdeği”, sermayenin nüfuz ve kontrolü altındadır.
Kapitalizm koşullarında demokrasi, sermayenin nüfuz ve kontrolünün mümkün olan en derinlere itilerek halk güçlerinin hareket edebilecekleri alanların oluşması ve aynı zamanda, bu “itilme” sırasında/halk güçlerinin mücadeleleri içinde sermayenin “terbiye” edilerek “törpülenmesi” ve “zorla” kurulan “güç dengeleri” tarafından halka mümkün olan en az zararı verecek bir konuma “zorla” yerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Sermayenin “diktatörlüğü”/düzeni yine devam eder, ama halkın zoruyla kısıtlanmış, düzenlenmiş ve denetlenen haliyle!
Dolayısıyla, “yüzeyde” de olsa, “kuvvetler ayrımı” önemlidir, halk güçlerine kapitalist düzen içinde “nefes alabilecekleri” olanaklar sağlar. Faşizm, başka yönlerinin yanı sıra, zor duruma düşen sermayenin saldırganlaşarak halkın bu “nefes alma” olanağına da el koyması ve devletin gerçek yüzüyle/sermayenin hareketinin-birikiminin önünü açan bir çelikten zor gücü olarak aniden açığa çıkması anlamına gelir.
Faşizmin kimi uygulamalarında, “siyasal” ve “ekonomik” olanın arasındaki kapitalist sistemin keşfedip inşa ettiği en temel ayrım bile silikleşir. Erdoğanist rejim, alt yapı-inşaat ve enerji ihalelerinin “keyfi” biçimde “yandaşlara” dağıtımı ve başka bin bir biçimde zaten bu zemine sımsıkı yerleşmiş durumda. Onca “yolsuzluk” başka nasıl yapılabilir? Artık yolsuzlukların “gizli” ve “arizi” değil, açıkça ve sürekli yapıldığı bir dönemin içinde bulunuyoruz.
Siyasal alanda ise, faşizm kendisini “kuvvetler ayrımının” tasfiyesi ve devletin tüm fonksiyonlarının bir “kutsal” liderin sorgulanıp denetlenemeyen emri altına sokulması yoluyla inşa eder.
Bu, sermaye devletinin “çelik çekirdeğinin”, kendisinin üst katmanlarında/yüzeyinde konumlanan ve iç- denetimi örgütleyen kurumsallaşmalarını boşluğa itip kendisi olarak-öz kimliğiyle ve bütün çıplaklığıyla ortaya çıkması, net bir güç-şiddet yoğunlaşması olarak var olmasıdır. Bu hali ona önündeki engellere (halkın sermayenin saldırılarına karşı kendisini savunmasının farklı hallerine) hiçbir kurum tarafından denetlenmeden bütün gücüyle yüklenme olanağını sağlar. Sermayenin somut-tarihsel hareketinin önündeki bütün “pürüzler” çıplak zor yoluyla temizlenir, daha hızlı ve yoğun bir birikim tarzının önü açılır.
Ancak, hemen belirtelim ki, bu işleyiş aynı zamanda burjuva devletinin önündeki sorunlar karşısında esneme yeteneğini köreltir ve içinde yaşayan toplumsal güçleri kapsama kapasitesini zayıflatır. “Kutsallaştırılmış” keyfi yönetimin ortaya çıkması kaçınılmaz nepatizm ya da başka tür yozlaşmaları, denetlenip sorgulanamadığı için gittikçe artan oranda hasar verir. Çözülemeyen sorunlar burjuva devletinin içinde birikerek onu zayıflatır, içten çürümenin önü açılır ve sonuçta, faşist yönetimler ağır yıkımla ya da çöküşle sonuçlanır.
İlk bakışta sermaye güçleri için “kurtuluş yolu” gibi gözüken faşizm; derin bakışta, arkasında ağır toplumsal yıkıntılar bırakarak yok olmaya mahkum bir çıkmaz yoldur. Faşizm, zaten kendisi de toplumu çürütecek tarzda sürekli “metastaz” yapan “kötü huylu tümör” olan sermayenin yapısal gerilimlerinin yarattığı toplumsal bir “kanser” türüdür.
Faşizm, çıplak vahşetini gölgeleyecek toplumsal meşruiyet kanallarını yaratarak kendisini gizlemeye çalışır. Günümüzde yaşanan birçok toplumsal ve politik gelişme tam da bu sürecin yürütülmesinin örnekleriyle dolu değil mi?
Faşizmi meşrulaştırmanın güncel ve yerel tarzı, bu coğrafyada yaşayan insanların doğuştan kazandıkları inançlarını ve etnik kimliklerini doğallığından kopararak “yüceleştirme”-“kutsallaştırma” ve diğer inanç ve etnisiteleri aşağılayarak düşmanlaştırma zemininde inşa oluyor.
Her ikisi de bütün toplumsal olgular gibi “mutlak” (ezelden gelip sonsuza dek hep aynı kalarak gidecek olan/toplumsal koşullardan bağımsız olarak var olan) değil; “somut-tarihsel” (akıp giden tarihin içinde oluşan/toplumsal koşullar tarafından belirlenen) toplumsal-politik olgular olan İslam ve Türklük; somut-tarihsel var oluşlarından koparılıp kendilerine “mutlaklık” ve dokunulmazlık yüklenerek “yüceleştirilip”, “kutsallaştırılıyor.”
İslam ve Türklük olarak öne çıkarılan iki somut-tarihsel olgu, toplumsal yaşam içindeki başka her olguyu kapsayıp kendi hegemonyası altına alıyor, başka her şey (söz gelimi, sınıflar gerçeği ve bağlı olarak sınıflar mücadelesi) önemsizleşiyor. Bu, başka inançlara (söz gelimi Alevilere ya da Şiilere) ve etnisitelere (söz gelimi Kürtlere ya da Farsi halklara) düşmanlık temelinde yapıldığı için, diğerlerine karşı oluşan kin ve nefret, “gerici” iç ve dış savaşların alt yapısını oluşturuyor.
Pek bilinen bir örnek olan Hitler Almanyası’nın kuruluşunun ana sloganı “Deutschland, Deutschland, über alles!/Almanya, Almanya, her şeyin üstünde!” idi ve “ari ırkın” en yüksek temsilcisi olarak kutsallaştırılan Almanların, kendilerini “içeriden çürüten düşman” olan “Yahudileri” ülkelerinden söküp atarak özgürleşmesi gerekiyordu. Diğer düşman “Bolşevikler” de, “inleri”/Sovyetler Birliği coğrafyası zapt edilerek ortadan kaldırılmalıydı! Bu kutsal görevini gerçekleştiren Almanlar, daha sonra sonsuza dek sürecek kendi dünya düzenlerini kuracak ve dünyayı yöneteceklerdi.
İşte, 20 milyonu Sovyet vatandaşı olan 50 milyondan fazla insan bu bayağı ve uyduruk “mistifikasyonla” yüklü bir savaşın içinde öldü.
Gerçekte ise, dünya kapitalizmi şimdiki gibi bir hegemonya krizi yaşıyordu ve Alman devletinin korumasında olan Alman sermayesi, bir yandan kendi “lebens raum-yaşam alanının” (doğrudan egemenliği altındaki pazarın) “darlığından” şikayet ederek onu “genişletmeyi” (başka ülkeleri işgal etmeyi) hedefliyor; öte yandan İngiltere’den boşalan küresel hegemon güç alanına yerleşebilmek için ABD ile rekabet ediyor, onun bileğini bükmeyi istiyordu. Olmadı, başaramadılar, kapitalist dünyanın hegemonik gücü ABD oldu; ama, o arada 50 milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldular.
Mayıs ayı içinde, ülkenin sınırlarının korunmasının Halep-Musul hattını kontrol etmekten geçtiği, doğuda İran ve Ermenistan devletlerinin, kuzeyde de Rus devletinin “düşmanımız” olduğuna dair bolca çekilen nutukların, geçmişte Almanya’nın kendisine “dar” gelen “yaşam alanından” şikayetleriyle ilişkisini kurmak gerekiyor.
Ancak, aman dikkat, bu benzerlik, “yüzeyde” bir benzerlik; evet, istekler-hedefler çok benziyor olsa da, hedefe ulaşmak için gereken güç ve beceri noktasında oldukça farklı bir durum var. AKP/Erdoğan ekseni, Nazi partisi/Hitler eksenine göre daha güçsüz, daha az beceriye sahip ve dolayısıyla işleri çok daha zor! Üstelik Yahudilerin o dönem Almanya’sındaki durumlarıyla Kürtlerin bugünkü durumları çok farklı.
Sözünü ettiğimiz “Kutsallaştırma” süreci, esas olarak İslam ve Türklük zeminine basarak şekillense de, daha geniş alanlara yayılıp-sıçrama eğiliminde. Toplumsal ve siyasal alanın uygun görülen yerleri faşizmin inşasına yardımcı olacak bir yapıya sokularak “kutsallaştırılıyor.”
Erdoğan’ın kişiliğinin kutsallaştırılmasında epey yol alındı, sırada “davanın” ve AKP’nin kutsallaştırılması var ve bu yöndeki hamleler hepimizin gözü önünde yapılıyor.
Kemalist cumhuriyetin bayramları/kutsalları yerine inşa edilmeye çalışılan Erdoğanist rejimin ritüelleri/bayramları/kutsalları sırayla devreye sokuluyor. Çanakkale savaşı, Kut-ül Amare savaşı, Hz. Muhammed’in doğum günü/kutlu doğum haftası, İstanbul’un fethi gibi tarihsel olaylar, tıpkı İslam ve Türklük gibi, “Erdoğanist” rejimin ihtiyaçlarına uygun biçimde “yeniden yapılandırılarak” kutsallaştırılıyorlar.
Öte yandan, Erdoğan, artık hepimizin bildiği tarzını mayıs ayı içinde de uyguladı; kriz/krizler çıkar ve onları yüksek gerilimle yöneterek, hem gündemi belirle hem de o andaki hedefine/hedeflerine ulaş!
Ama, o tarzın da belli sınırları var ve bir yerden sonra ters etki yapma potansiyeli taşıyor.
İşler o noktaya geldi ki, sonuç alabilmek için, krizlerin yaşamın bütün alanlarına yayılıp süreklileşmesi zorunluluğu oluştu. Aynı anda birçok kriz birden yaşanıyor. Ve nihayet, bu krizlerin de, daha derin ve karmaşık bir yapıya bürünerek daha yüksek risk alınması gereken bir gerilim düzeyinde, adeta ip üstünde cambazlık yaparak yürütülmesi gerekiyor. Mayıstan sonra, bütün bu kertelerde daha da yüksek gerilim yüklü krizlerle baş etmesi gerekecek.
Her kriz bir biçimde gerilim üretiyor ve sürekli artan gerilim yükünü taşımak zorunda kalan toplumsal yaşamın günlük akışı, belli eşiklerin aşılması sonrasında dengelerini kaybetme riskiyle yüzleşmeye başladı. Bu durum, sermayenin “kar realizasyonu” için gerekli olan alış-veriş ortamlarını da baskı altına alıyor. Ayrıca, oluşan gerilim eksenleri AKP/Erdoğan’ın etrafını kuşatıp sıkıştırarak ve sürekli artan ağırlıkta gerilim yükleyerek güçlerini artan oranda zorlayacaktır. Bu zorlanma, Erdoğan’ın yürüyüşünü sadece hızını engelleyebildiği şimdiki etkisinden öteye sıçrayabilir, durdurabilir de.
O arada, artan oranda gereksinim duyulan toplumsal meşruiyet ihtiyacının giderilebilmesi ve toplumun faşizme uygun bir yapıya sokulması için gereken biyo-politik rejimin de, şimdiden sonra daha hızlı davranılarak ve daha yaygın bir alanda yürütülmesi gerekecek.
Görünen yüzünde, Türklük, erkeklik ve Sünni/Hanefi-Müslümanlığın uygun biçime sokulmuş hallerinin toplumsal yaşamın değer yargılarının tümünü ele geçirmesi, bağlı olarak mesela Kürt, Alevi ya da kadın düşmanlığının bilinçlice yaygınlaştırılması yaşanırken; arkalarda bin bir hale giren başka gerici, yaşam ve özgürlük düşmanı konumlar icat ve inşa edilerek, toplumun bütün hücrelerine dek sızılıp egemenlik kuruluyor.
Söz gelimi, “çocukluk”, zaten neo-liberal “çıraklık” politikaları başta olmak üzere sistemin birçok yönelimiyle, “bebeklik” sonrasında eğitim görüp-oyun oynayarak hayata hazırlanma aşaması olmaktan çıkarılarak yok ediliyor. Özellikle yoksul ailelerin çocukları, “bebeklikten” sonra “çıraklık” üzerinden doğrudan “genç” oluveriyorlar. Şimdi, bunu da “aratacak” Ensar olayından sonra mercek altına alınan “Yurt” gerçekliği, alçaklaşmanın ulaştığı aşamaları açığa çıkarttı.
Ülkenin tümünü bir ağ gibi saran farklı kimlikteki çocuk yurtlarının, yoksul ailelerin çocuklarının geceleri dahil tüm zamanlarına el koyularak “eğitildiği” ve “eğitim” denilen uygulamada, şiddet ve korku yaratmanın esas olduğu, itaat etmekten başkasını bilmeyen, ezik ve öfke dolu bir nesil yaratılmaya çalışıldığı açığa çıktı. Birer “işkence merkezi” olduğu anlaşılan bu yurtlarda, henüz kendisini savunma yeteneği gelişmemiş çocukların her türlü kaba şiddet alçakça kullanılarak teslim alınıp köleleştirildiği ve ileride faşizmin askerleri olacak biçimde yetiştirildiği anlaşılıyor.
İşte, faşizmin biyo-politik rejimi böylesi bir yapısallık içinde inşa ediliyor. Coğrafyamızın tümünü böyle bir “yurt” haline dönüştürmeyi ve üstünde yaşayan insanları-bizleri cehennem ateşi içinde yaşatmayı hedefliyorlar.
Sonuç olarak, Erdoğan, öncesinde yaptığı bir taktik planla, mayıs ayı içinde, hazırlık-inşa sürecinin kritik bir eşiğini aşıp artık sonunda hedefine/”Başkanlık sistemine”/diktatörlüğe ulaşacağı nihai aşamanın zeminine yerleşmeyi hedeflemiş olmalıdır.
Şimdi, mayıs geçti ve hepimiz yaşayıp gördük, çok yönlü hamleler yaptı ve yüksek risk alıp iddia yüklenerek yol almaya çalıştı. Kısmen başarılı kısmen de başarısız olduğunu saptamıştık.
Evet, öyle görünüyor ki, hedeflediği zemine yerleşebildi; ama, çözemediği için sırtında taşımak zorunda kaldığı bir dizi sorunun ağırlığını taşımak zorunda. Bu durum, açık ki en çok zorlanacağı şimdiki son aşamada hareketlerini baskı altına alacak, baş dönmesi, şaşkınlık, öfke krizi gibi güçsüz konumlara sürüklenebilecek.
Öte yandan, netçe söyleyebiliriz ki, oluşan gerilimi tek başına kaldıramadığı için artık yalnız değil ve ittifak güçleri olan Ordu ve “Ergenekon” da, kendi çıkarları üzerinden sürecin merkezinde ve her alanında hareket ediyor, Erdoğan’ın hareketlerini bir biçimde “kontrol “edip sınırlıyor ve hatta kimi yerde değişmeye zorluyorlar.
Çoğu yorumlarda öne çıkarıldığı gibi, öyle her şey Erdoğan’ın tam kontrolünde değil. Ne yaptığını önceden hesaplayıp aynen uygulayan ve hedefine emin adımlarla yürüyen bir politik öznenin/tek başına Erdoğan’ın yürüttüğü bir sürecin içinde değiliz.
İlkin, evet, oldukça planlı-amaçlı bir yönelim söz konusu, ama neredeyse her adımında kimi zaaflarla yüklenince, güç kazanma ve zayıflama olgularını aynı anda yaşıyor, istediği hızda hareket edemiyor ve hedefine en kısa yolda gidemediği gibi farklı yönlere savrulma riski yükleniyor. İkincisi, ilkinin sonucu olarak, biriken zaaflar ve artarak güçlenen dirençlere karşı güç yetmezliği olguları, hem Erdoğan’ı ittifaklar edinmeye zorluyor, hem de sürecin her ileri aşamasında ittifak güçlerine olan bağımlılığı artıyor, ittifak alanı içindeki güç dengesinde zayıflamaya başlıyor.
Sonuçta, her adımda sürekli zorlanan, yeni dengeler kurmak ve beklenmeyen sorunlara çözüm gücü olmak zorunda kalan, hedefine doğru artık neredeyse “sürüklenerek” ilerleyen bir Erdoğan gerçekliği oluştu. Geçilen her aşamanın bıraktığı tortular ve yüklediği ağırlıklar sürekli artıp birikiyor.
Bir biçimde hedefine varsa bile, bu hiçbir zaman “net” olamayacak ve o kadar çok yıkıntı oluşuyor ki kazandığı “zafer” bir “Pirus zaferi” olmaktan öte gidemeyecek. Dolayısıyla, şayet hedefe varabilirse, “rahat” olamayacak ve ertesi günden başlayarak sürekli “yıkılma” riskiyle yüzleşmek zorunda kalacak.
Öte yandan, oluşan ittifak da, süreç ilerledikçe aslında Erdoğan’ın tek başınayken karşılaştığı sorunlarla yüzleşiyor, artan oranda yüzleşecek.
Özgürlüğe doğru
Özgürlük arayışı içinde olan, süreç içinde sistemden “kopuş” potansiyelini taşıyan ve Gezi İsyanı’nda bu yöndeki kapasitelerini dost düşman herkese fiilen de gösteren toplumsal güçler (işçiler, kadınlar, doğa savunucuları, Aleviler ve öğrenci gençler), faşizme doğru ilerleyişi “frenleyerek” kendilerini gösteriyorlar.
Faşizmin farklı yönlerdeki (ekonomik, politik, kültürel…vd.) hamlelerle bütün toplumsal ve siyasal alana yayılan bilinçli inşa sürecinden en çok bu toplumsal güçler darbe alıp rahatsız oluyor ve sürecin devamında tümüyle köleleştirilme ya da yok edilme tehlikesiyle zorlanıyorlar.
Henüz faşizme yönelimi tamamen durdurabilecek güçte olamasalar da, direnişçi toplumsal güçler, bir biçimde kendilerini ifade ediyor, grev, direniş, sokak gösterisi ve miting yaparak faşizme direniyor, faşist yürüyüşün hızını kesiyor, kararlılığını zorluyor ve iç dengelerini sarsıyor.
Bu direniş, aslında siyasal zeminde oluşan bir “faşizme karşı direnme” tutumundan çok, kendi yaşamını koruma refleksiyle gerçekleşiyor. Halk güçleri kendilerini/kendi yaşam olanaklarını savunuyor, bu savunma içinde faşizmin inşasının da hızını kesmiş oluyor.
Faşizmin inşası, önde olan politik ve askeri hamlelerinin yanı sıra aynı zamanda, toplumsal güçlerin günlük yaşamına doğrudan saldırı, neo-liberal uygulamaları sonuna dek derinleştirip yayma ve elde kalan yaşama imkanlarını da sermayenin çıkarları doğrultusunda tahrip ve yok etme anlamına geliyor.
İşte, on yıllardır sürüp gelen neo-liberal sermaye saldırısı altında zaten yaşam düzeyleri asgariye itilmiş olan halk güçleri, her yeni neo-liberal saldırı karşısında zayıf da olsa tepki gösteriyor. Bu tepkiler, saldırıları durduramasa da hızını azaltıyor ve esas olarak da güçlü bir direniş-isyan hareketi için enerji biriktiriyor, güçleri hazırlıyor ve ortam/zemin oluşturuyor.
Peki, olup bitenler sadece haklarını koruma yoluyla faşizme karşı direniş mi?
Hayır, direnişçi halk güçleri, Gezi isyanında tanıştıkları “özgürlük”, daha doğrusu “özgürleşme pratiği” meleğinin halen etkisi altındalar; isterlerse neler yapabileceklerini, özgürleşmenin rengarenk güzelliğini, “özgürce kendisi olma” halinin efsunlu neşesini, ortaklaşma ve dayanışmanın müthiş gücünü, cesaret ve cüretin engelleri nasıl yıkabileceğini iyi biliyorlar. Olup biten her şey toplumsal hafızaya yazıldı, toplumsal dokular isyancı bir eğitimden geçip özel yetenekler kazandı, refleksler, ayaklar-eller-kollar ne yapacağını nasıl yapacağını biliyor.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”; sadece güzel bir söz değil, sahici toplumsal temelleri olan ve gerçekliği Gezi günlerinden beri defalarca test edilen günümüze özgü bir toplumsal var oluş halini ve yaşanan dönüşüm sancılarını tespit ediyor.
Direnişçi halk güçlerinin ve aslında toplumsal ve politik alanın tümünün, Gezi isyanı etrafında oluşan devrimci-demokratik-halkçı güç alanından, zayıf ya da güçlü-dostça ya da düşmanca etkilendiğini, bu etkinin inişli-çıkışlı bir süreç içinde halen de sürdüğünü ve süreceğini netçe görmeliyiz.
Bu bakış, boş bir iyimserlik değil, toplumsal gerçekliğin içinden kendiliğinden çıkıp gelerek gerçekleşen olağanüstü bir halk hareketinin yarattığı ve yaratacağı olanaklara devrimci bir tarzda yaklaşabilmenin asgari koşulu.
Daha Gezi’nin başlangıcında bile panik içinde “kaçış” denemeleri yapan ve kendi çaplarına uygun dar kalıplarla dolu anlayış düzeylerini ezip geçen halkın muazzam yaratıcılığını anlamaya çalışmayanlar; o zaman olduğu gibi şimdi de, Gezi’nin zaaflarıyla oynuyor ve sanki “zaaflardan ibaret eğlenceli ve çocukça hareketti” demeye çalışıyorlar. Ya da, kendi çaldıkları “cenaze marşları” eşliğinde “Gezi’nin bittiğini” bıkmadan tekrarlıyorlar. Bu tutumlarıyla, aslında kendi zavallı siyasal cüceliklerini, ahmaklıklarını ve halkın muazzam yaratıcılığı ve coşkusu karşısındaki korku ve paniklerini dillendirmiş oluyorlar.
Onları kendilerinin dayanılmaz kısırlık ve sıkıcılıkla dolu varlıklarıyla baş başa bırakıp Gezi sonrasına ve özellikle de günümüze odaklanırsak; Gezi’de özgürlük isteyerek isyan eden halk güçlerinin, Gezi sonrasında öncesinden farklı bir kimliğe büründüklerini, daha hareketli olduklarını ve politik bilinçlerinin daha üst seviyelerde oluşmaya çalıştığını görebiliriz.
Elbette her an bir meydanın işgal edilmesini ya da sokakların doldurulmasını kast etmiyoruz; o isyanın zirve noktasıdır ve açık ki oradan epey gerilere çekilmiş durumdayız. Kast edilen, halk güçleri açısından, kendi varlığına, özgürleşme isteğine ve yaşam standartlarına yapılan saldırılar karşısında tepki gösterme eşiğinin Gezi öncesinden epey yukarıda kurulmuş olması, tepki gösterme sıklığının artması ve bu tepkilerin yayıldığı alanın da eskisinden daha geniş olmasıdır.
Bu nesnellik, günümüzle Gezi arasındaki “iletişimin” sürdüğünü, şimdi bir geri çekilme konumunda olsalar da, halk güçlerinin yeni hamleler için güç biriktirdiğini gösteriyor. Eskisinin muhtemelen tekrarı olmayacak ve günün kaotik ortamı dikkate alınırsa muhtemelen daha gergin ve daha büyük sonuçlar yaratma kapasitesi taşıyacak bir özgürlükçü-meşru halk hareketinin “mayalandığını” saptayabiliriz.
Yaşanan “mayalanma” kaçınılmaz olarak bir patlama “doğurmak” zorunda değil; zayıf biçimde sürebilir ya da “düşük” de yapabilir; ama, var olan gerçekliğin içindeki bu devrimci olasılık, onu görenlere ve öncülüğünü yapabilmek için gereken sabır, güç, beceri, cesaret ve cürete sahip olanlara muazzam fırsatlar sunuyor.
Toplumsal yaşamın zenginliği belli bir anın nesnelliğine birçok olasılığı yükler; kimi üstte, görünen ve güçlüdür, kimisi altta, ilk bakışta görünmeyen ve zayıfdır, başkaları da değişik güç ve ağırlıklarla var olabilir; ama her zaman birçok olasılık o anın nesnelliğinin içinde kendisine yaşam alanı arayışı içindedir.
Tekçi-monolitik ve kaba determinizm, tarihin akışını şu anda bulunduğumuz istasyondan zaten belli olan sonraki istasyona kaçınılmaz bir akış olarak görür ve aslında metafizik mutlaklığın determinizm içinde yeniden canlanmasından başka bir anlam ifade etmez. Onlar, şimdi üstte-egemen olanı ve bunu yaratan güçler dengesinden başkasını göremezler; şimdiden sonra da ancak bu güçler dengesinin mümkün kıldığı seçenek/seçeneklerin gerçekleşebileceğini hesaplarlar. Şimdi yapılan mücadelenin “gerçekçi hedefi” de bu önceden görülebilen seçeneklerle sınırlıdır.
Oysa, devrimci mücadelenin hem gerçekçi hem de devrimci-dönüştürücü olmasının “sırrı”, onun “devrimin güncelliğini” ararken o anın gerçekliğini “olasılıkçı” bir determinist zeminde kavramasında gizlidir.
Gerçeklik sadece mevcut güçler dengesi ve görünen yüzü olarak değil, onu da kapsayan ama daha geniş bir alana yayılan bütünlüğü ve olanca zenginliği içinde kavranır. “İlk bakışta” hemen görünenle yetinilmez, “derin bakışla” gerçekliğin kolay görünmeyen zenginlikleri de saptanmaya çalışılır. Ve sadece bu değil, devrimci bir politikayı başarabilmek için, gerçekliğin çoğunlukla görünmeyen iç dünyasında gizli olarak gezinen devrimci olasılık keşfedilmeli ve ona devrimci irade yüklenerek gerçekliğe egemen kılınmaya çalışılmalıdır.
Böylesi bir duruş, devrimci politikayı, hem gerçekliğin içindeki devrimci olasılığın görülebilmesini mümkün kılarak sadece iradeye dayalı bir “macera” zemininden uzak tutar ve gerçeklikle bağını kurar; hem de aslında var olanı devam ettirmekten başkasını başaramayacak olan mevcut güç dengelerine sıkışmış icazetçi “reel politiker” tutumların ezikliğinden kopuşturur.
İşte, Gezi’nin önde gelen toplumsal güçlerinden kadınlar, doğa savunucuları ve Aleviler, Gezi sonrasında ve günümüzde de hareketli bir varoluş içindeler. Bu toplumsal güçler, hem pratik hareketlilik düzleminde hem de bilinçlerindeki gelişme anlamında, Gezi ile “iletişimlerini” sürdürüyor ve yenisi için yapılan “mayalanmanın” en öndeki katkıcısı konumundalar.
Gezi ve sonrasında kendisinden çok söz edilen ve “işçi sınıfının oluşmakta olan yeni bölüğü” olarak adlandırabileceğimiz toplumsal güçlerse, açıkça görünür ve alışageldiğimiz biçimde bir sermayeye karşı sınıf hareketi biçiminde olmasa da, bir dolayım alanı içinden akarak, bahsettiğimiz kadın, ekoloji ve Alevi hareketlenmelerinin içinde ve çoğu zamanda önünde yer alıyorlar.
Bu durum, “işçi sınıfının yeni bölüğünün” henüz oluşum halinde olduğunu, hareket ettikçe kendi özgün haliyle oluştuğunu-oluşacağını, içinde bulunduğumuz dönemde kendi sınıfsal tepkilerini gösteriş biçimlerinin anti-kapitalist potansiyel taşıyan bazı toplumsal hareketlerde yer alma biçiminde olduğunu gösteriyor. Ve, her ne kadar tümüyle buna indirgenemeyecek tarihsel ve toplumsal özellikleri taşıyor olsalar da, kadın, ekoloji ve Alevi hareketlerinin de bu yeni durumdan aldıkları ivmeyle/”işçi sınıfının yeni bölüğü” üzerinden, sınıfsal özelliklerle yüklenme sürecinde olduklarını saptayabiliriz.
Elbette, sınıfın yeni oluşan bölüğünün hareketinin de, kadın hareketi tarafından “cinsiyetçi” dokularından özgürleşmeye, ekoloji hareketi tarafından “doğa-insan” ilişkisinin mevcut halinden kopuşmaya ve Alevi hareketi tarafından da “komün gelenekleri” üzerinden eğitilerek zenginleşmeye zorlandığını, etkileşimin tek yönlü değil karşılıklı olmasını sağlayan iç dolayım süreçlerinin sürekli hareket halinde olduğunu da görmeliyiz.
Öğrenci gençlik içinde, artan baskıların ürünü olarak üniversitelerde bir “durgunluk-bekleme” periyodu yaşansa da, liseli gençliğin hareketliliğinin sürdüğünü görüyoruz. Herkes üniversiteli gençliğin mücadeleci yeteneğini iyi bilir ve şimdi yaşanan durgunluk her an bir patlamayla ya da farklı biçimlerdeki hareketlerle yer değiştirebilir.
Erdoğan’ın ise, şimdiki durgunluğu kalıcılaştıran ve gençliği kendi istediği kalıba dökecek bir hazırlık içinde olduğu anlaşılıyor. O, demokratik öğrenci hareketini “terör” ve bu hareketin zayıf da olsa var olduğu kampüsleri “terör yuvası” olarak görüyor; devlet gücünün “terör yuvalarını dağıtmakta” kullanılacağını açıklıyor.
Gezi isyanı günlerinde nispeten “durgun” olan, ama sonrasında (Gezi’nin yarattığı toplumsal atmosferin de etkisiyle) metal işçilerinin başlattığı bir hareketlenme içine giren sanayi işçileri ise, neo-liberal saldırının farklı yönlerine karşı direnişini alçalıp yükselen dalgalar halinde devam ettiriyor. Bu direnişin doğrudan bir siyasal boyutu henüz yok, ama bir “hak arama” bilincinin sınıf içinde mayalandığını, harekete dönüştükçe güçlendiğini görüyoruz.
Sanayi işçileri, sermayenin emrindeki AKP hükümetleri tarafından sürekli tırpanlanan en meşru haklarına sahip çıkma amacıyla gerçekleştirdikleri eylemlerini süreklileştirebilir ve o hak gasplarının arkasındaki siyasal iradeyi ve sistemi görme bilincine sıçrayabilirlerse, Gezinin eksik kalan halkasını üstelik hak ettiği öncülük düzeyinde inşa edecek ve Erdoğan’ın bütün hesaplarının üstüne kabus gibi çökeceklerdir.
Ancak, böylesi yüksek bilinçli bir katılım olmasa ve sırf haklarını ısrarla savunma zemininde bile kalsalar, şimdi birbirinden kopuk olarak gerçekleşen eylemlerinde şayet uygun bir ortaklaşma sağlayabilirlerse, o eksik halka bir biçimde gene devreye girmiş olacak ve sürecin akışında kendi çapından çok daha büyük rol oynayabilecektir.
Bu noktada, Fransa’da işçilerle sermayenin hükümeti arasında yaşanan sınıf savaşının dikkatle izlenmesi gerekiyor. Orada yaşanacak bir zaferin etrafına “bulaşıp” etkileme gücü yüksek olabilir ve dünyanın farklı yerlerinde sermayenin on yıllardır süren neo-liberal saldırısını geri püskürtecek bir işçi sınıfı hareketi dalgası oluşabilir. Böylesi bir dalganın Türkiye işçi sınıfının moralini ve bilincini de etkileyeceği açıktır.
Demokratik halk güçlerinin en büyük zaafı, sürecin bütünselliğini kavrayan bir bilinçle donanmış olmamaları ve hatta faşizmin inşası gerçekliğinin yakıcı önemini dahi henüz anlayamamış veya anlasa da uygun bir konuma yerleşememiş olmalarında yatıyor. Bu zaafın da en büyük sebebi, bir siyasal önderliğin olmayışıdır.
İşte, siyasal bir önderliğinin olmayışı zaafıyla yüklü olan halkın tepkileri, kendiliğindenlik sınırlarının ötesine geçememekte, ortaklaşamamakta, “hak arama” tutumundan çıkıp siyasallaşamamakta ve ama yine de ısrarla kendisini sürdürmekte.
Solun zaafları
Farklı zaaflarla tarihsel olarak yüklü olan ve bu zaaflarından kopuşamayarak bütünleşen Türkiyeli devrimci-demokratik güçlerin pek çoğu, oluşan olağanüstü duruma/momente şaşkınlık, panik, teslim olma, “reel-politik” damgalı bir gerçekçilikle yaklaşıp sadece savunma zemininde kalma, tarihsel zaaflarını daha da derinleştirdikleri konumlara sımsıkı yerleşme ya da olup biteni seyretmekle yetinme gibi zayıf tutumlar üretiyor ve gittikçe kitle desteğini kaybediyor.
Şimdiki toplumsal ve politik ortam devrimci hareketlerin güçlenmesi için bütün koşulları sağlıyor olsa da; herkes görüp biliyor ki, güçlenmek bir yana zayıflama yaşanıyor.
Devrimci güçlerin bir kısmı, kendi tarihsel görevlerine odaklanamıyor ve “güce katılma” ile yetiniyor. Arayış içinde bir hareketli duruşla mevcut kaotik ortamda kendi çıkarlarına uygun bir yön bulmaya çalışan ve devrimci potansiyele sahip olan toplumsal güçlerin maddi varlığıyla kaynaşma, sorunlarını çözerek öncüleşme, bu süreç içinde güven oluşturup-etki alanı yaratarak halkın muhalefetini ortaklaşacağı bir devrimci zeminde toplama görevinden “kaçılarak”, Kürt halkının özgürlük yürüyüşünün içinde konumlanma tercih ediliyor. Oradan sağlanacak güç ve itibarla Türkiye’nin toplumsal güçleri içinde inisiyatif kazanma hedefleniyor olmalıdır.
Bu tutum, demokratik bir “destek” ya da devrimci-komünist bir “stratejik ortaklık” değil; “kendi kaynaklarından umut kesip uzaklaşmak”, “ayakta kalmak için tutunmak” ya da “eriyerek katılmak” zemininde yükseliyor. Kendi başlarına ayakta kalma bilinç ve gücüne sahip olamadıkları, öncüsü olduklarını iddia ettikleri toplumsal güçlere güvenip umut bağlamadıkları ve kendi tarihinin en güçlü dönemini yaşayan Kürt Hareketinin “zafer arabasına” binerek yol almaya çalıştıkları anlaşılıyor.
Bu güçler, “kendisi” olamayınca, öncülüğüne iddialı oldukları toplumsal güçlerin maddi varlıklarından ve bu güçlerin özgün toplumsal ve siyasi hareketlerinden kopma gerçekliğiyle karşılaşacaklar. Ayrıca, Kürt halkının gerçek ittifak alanı olan toplumsal güçlerin hareketlerinin güçlenememesinden ve sonuçta Kürt halkının “yalnız” kalmasından sorumlu olacaklar.
Ancak, iyimser bir bakışla diyebiliriz ki, bu güçler mevcut kaotik ortam içinde “kendi başlarına” durmayı göze alamıyor olsalar da, dağılma ya da çözülme yerine Kürt halkının “destekçisi” konumuna yerleşerek kendilerini koruyup ” var olmaya” çalışıyorlar. Ve, savaş koşullarında konumlanmaya cesaret ve cüret etme yönleriyle bir geleneğin oluşmasına katkıda bulunuyorlar.
Esas sorun alanı ise, pek bilinen “ulusalcı” ve “liberal” güçler ve onların sol içindeki etki alanlarında üreyen bataklıkta yoğunlaşıyor. Halkın özgürlük ve refah arayışı, bu bataklıkta boğulmaya zorlanıyor. Geçmişin tortusu bu sol güçler, günümüzde de egemenlik kurup, kendi çıkmazlarını halka dayatmaya çabalıyor. İçinde bulunduğumuz özel dönem, sertliği ve karmaşıklığıyla bu güçleri sarsıp, zorluyor; muhtemelen siyasal tarihlerinin son dönemini yaşıyorlar; ama, şimdi hala varlar ve üstelik sol içindeki egemenlikleri hâlâ sürüyor.
“Ulusalcı” zemin üzerinde konumlanan ve oldukça geniş kitlelere hitap edebilen bazı sol güçler, onları zaaflarından kopuşarak “dönüşüp devrimcileşmeye” zorlayan bunca fırsatlara rağmen, inanılmaz bir bönlükle, bilinen tarihsel zaaflarına daha da sıkı sarılıyorlar.
Bu güçler, kendisi “muhtac-ı himmet” duruma düşen, kişiliksiz, hiçbir güven vermeyen burjuva-Kemalist muhalefetin/CHP’nin ya kuyruğuna takılıyor veya siyasal bir mevta halinde olan CHP’nin boşluğunu doldurmaya çabalayarak, bizzat kendileri olarak “sosyalizm” maskeli ama özünde burjuva-“neo-Kemalist” bir yönelimi güçlendirmeye çalışıyorlar. Neo-Kemalist yönelim, eskisinin laiklik ve ulus devlet anlayışının günün koşullarında yeniden üretilmesi üzerinde yükseliyor.
Böylece, günümüzün kaotik ortamının süreklileşen sarsıntılarının zorlamasıyla, “alışageldikleri yerlerinden” çıkarak “yeni yer” arayışına giren ve üstelik sistem dışına çıkma potansiyelini taşıyan halk güçlerinin önünü kapatma ve bilincini bulandırma yoluyla, onları yeniden sistemin içindeki konumlarına çekmeye çalışıyorlar.
Bu zavallı tutumlarını bolca “laiklik” sosuyla süsleseler de, esas olarak dönemin kendilerinden talep ettiği halkın direnişçi eğilimlerini güçlendirme, ortaklaştırma ve siyasallaştırma görevinden kaçıyorlar.
Bu güçler, en başta laikliği sınıfsal yorumundan kopararak adeta sınıflar üstü bir mutlaklık ve dokunulmazlık halesiyle kuşatıp olup biten her şeyin üstüne yerleştiriyorlar. Sözkonusu olan “laiklik” olunca, geri kalan her şey hazırola geçmek zorunda; kapitalizm, sosyalizm, sınıflar mücadelesi, siyasal olguların sınıflarca kavranışının farklı hatta bazen zıt yorumları gibi gerçekler, “laiklik” görününce eriyip gitmeye mahkumlar!
Gerçekte ise, bütün bu kuru gürültünün içinde genel olarak demokratik bir kazanım olan laiklik sadece “kullanılan” bir araç. Bu yolla, genel olarak laikliğin sahip olduğu itibar üzerinden bu coğrafyadaki somut-tarihsel olarak gerçekleşmiş Kemalist biçimi “kutsallaştırıyor” ve dokunulmazlık kazanıyor. Böylece, burjuva/neo-Kemalist bir içeriğe sahip bir düzen içi konumlanma ve bu konum üzerinden üretilen “icazet alanında” politika yapmak meşrulaştırılmak isteniyor.
Bunca devrimci dönüşüm fırsatına rağmen ve hatta o fırsatın gücü arttıkça daha çok gürültü çıkarak burjuva-Kemalist bir laiklik etrafında toplanıldığına göre, öncü kadrolar söz konusu olduğunda ortada bir “yanılgı” olmadığı, bilinçlice sistem-içi ve icazet verilen siyasetin tercih edildiği anlaşılıyor. Kemalist rejimin imtiyazlı zümrelerinin eteklerinde tutunarak ve şimdi zayıflasa da hala süren halk içinde yarattığı yanılsamalardan faydalanarak kendisine yer açmaya çalışan bu politik eğilimlerin, bolca “sosyalizm” hatta “komünizm” söylemleri, fazla bir anlam taşımıyor.
Üstelik, kendi Kemalist laiklik anlayışlarına gerekçe üretebilmek için, Müslümanlığı AKP ile ya da CIA güdümlü olduğu çok açık olan “İslamcı terörizmle” ve hatta IŞİD’le “aynılaştırıyorlar”. Ek olarak, “Kemalist laikliğin” ikiz kardeşi olan ve kendi bilinçlerinin özgürlükçü ögelerini başka bir yönden daha dumura uğratan “Kemalist ulus devlet” fetişizmlerinin zorlamasıyla, ne olursa olsun ama bir biçimde Kürt halkının özgürlük arayışından uzak durmaya çalışıyor, hatta “düşmanlık etme” konumuna yerleşiyorlar.
Bu zaaflı tutumlarla bütünleşmek, içinde yaşadığımız olağanüstü koşullarında “ulusalcı” sol güçleri öyle yerlere sürüklüyor ki, devrimci alanın dışına doğru çıkıyorlar. Perinçek olgusu bu yollardan geçerek şekillenmişti ve ne yazık şimdi öyle gözüküyor ki, epey yeni “yolcu” aynı yolun bavulunu hazırlamakla meşgul. Evet, “laiklik” hattı üzerinden sistem içine ve var olan ulus-devlete bir “tren” kalkıyor, rastlantıya bakın ki, tam da “devrimci kopuş” gerçekliği “ya ya da” netliğiyle kendini dayatıyorken!
Güncel gerçeklik içinde ise, Erdoğan’ın önünü açmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Bu tutumlarıyla, AKP’yi tam da istediği konuma yerleştirerek “Müslümanların temsilcisi” yapıyor ve ona karşı muhalefeti de “Müslümanlık karşıtlığı” konumuna yerleştiriyor; üstelik, neo-liberal soygunun beslediği yoksullaşma ve sosyal hak kaybı gerçekliğinden üreyen toplumsal tepkileri, yanlış bir “kimlik mücadelesinin”/”Müslümanlar-laikler geriliminin hiçbir demokratik sonuç üretemeyecek olan” itiş-kakışıyla gölgeliyorlar. Bu gölgelemeyi aşıp da kendisini var edebilen herhangi bir sosyal mücadeleyi de, en yakın müttefiki olan Kürt halkının özgürlük mücadelesinden kopararak yalnızlaştırıp, zayıflatıyorlar.
Bu coğrafyada laiklik, “siyasal İslamın” iktidarlaştığı ve toplumsal alanda oluşturmaya çalıştığı “biyo-politik” rejimin içlerindeki tüm karanlığı ve yaşam düşmanlığını gösterdiği günümüz koşullarında, bu politikalarla dişle-tırnakla cepheden mücadele içinde inşa edilecektir. Bu laiklik, özgürlükçü-demokrat bir zeminde inşa olacak, hiçbir inancı ötekileştirmeyecektir. Laikliğin herhangi bir inanca, o arada elbette Müslümanlığa da “karşı” olması gerekmiyor.
M. Kemal önderliğinde bu sorunu çözmeye çalışan burjuva güçler ve “devlet sınıflarının”, kendi Bizans-Osmanlı artığı “despotik” zeminlerinin üretmeye yazgılı olduğu çapsız ve despotik uygulamada, “laiklik” bayrağının gölgesi arkasında devlet dinle doğrudan bütünleşmişti. Bir yandan farklı inançlar arasında ayrımcılık ve hiyerarşi oluşturulmuş, Sünnilik inancının Hanefi kolu devlet eliyle örgütlenmiş, diğer Sünni kollar ve Alevilik ötekileştirilmiş ve aynı zamanda tam tersi bir tutumla, bütün farklı inançların en gerici önderleriyle devletin “derinliklerinde” ortaklaşılmış ve halk içinde bunların “gizli tarikatlar” eliyle örgütlenmesi desteklenmiştir.
Gericiliğin “antika” dönemden arta kalan kökü olan tefeci-bezirgan toprak ağaları, oligarşik egemenliğin zirvesindeki “modern” dönemin gericisi finans kapitalle ittifak yapar ve bu soyguncu çetelerin soygunlarını koruyabilmek için Ordu’nun öncülüğünde bir oligarşik-totaliter düzen kurulursa, bu ucubeden başka ne doğabilirdi ki? Antika ve modern gericiliğin ittifakının sermaye birikimini korumak için kurulan düzenden başka nasıl bir laiklik çıkabilirdi?
Bu noktada, haklarını teslim edebileceğimiz konu, “Padişahlık” rejiminin yerine “despotik” bir çarpılma içinde de olsa, bir “Cumhuriyet” ilanıdır. Hemen belirtmeliyiz ki, o “ileri” hamlede de, Padişahın yerine Ordu geçirilmiş ve Ordu merkezli despotik bir devlet içinde, halkın bütün özgürlük damarları tıkanarak, tümüyle Ankara’ya/Genelkurmay’a bağlı “valilik-kaymakamlık” hiyerarşisi üzerinden bir yönetim erki inşa edilmiştir.
Günümüzün en acil demokratik görevlerinden biri, birer “saltanat makamı” olan valilik ve kaymakamlık gibi kurumların lağvedilmesi ve tüm yetkilerin gizli oylama-açık sayımla seçilen halk temsilcilerinden oluşan yerel meclislere aktarılmasıdır.
Kemalist düzende “laiklik” olarak pazarlanan ve şimdi belli sol güçler tarafından günün en acil görevi olarak “korunması” ya da yeniden inşası istenen bu politikalar, en gerici hallerinden birisi olan AKP üzerinden politik İslamın iktidar olmasının önünü açmaktan başka bir sonuç üretemedi. Ve zaten şimdi de olup biten her şey sadece AKP değil, AKP-Ordu ittifakı tarafından gerçekleştirilmiyor mu? Ortada her şey bu denli açıkken ve halen de hükmünü sürdürürken, “ulusalcı” yanılsama da ısrar etmek, bu yanlışın “yanılsama” olmaktan çıkıp “bütünleşme” noktasına ulaştığını göstermez mi?
Türkiye’de kapitalizmin özgün gelişme tarihinin ürünü olan uygulama, sermayenin “çapının” ne olduğunu ve “nasıl” bir laiklik üretebileceğini de herkese göstermiş oldu. Başka devrimci-demokratik birçok burjuva hamlesi gibi laiklik de, bu coğrafyada, işçi sınıfı ve halk güçlerinin mücadelesi içinde ve elbette burjuva değil halkçı-devrimci zeminde inşa edilecektir.
Başka bazı sol güçlerse, yaklaşan faşizm tehlikesine tek yönlü yaklaşarak ve mevcut kaotik ortamın yarattığı özgün devrimci fırsatları göremeyerek, günün tek görevinin Erdoğan’ın diktatörlük yürüyüşünü durdurabilmek için demokrasi mücadelesi vermek olduğunu iddia ediyorlar.
Elbette, açıktır ki, faşizme doğru hızla sürüklenmek istendiğimiz bu günlerde “bulanık” ya da “genel” de olsa, bütün “demokrat” iddialı güçlerle farklı düzlemlerde ittifaklar yapılabilir, yapılmalıdır. Bu yönde Rıza Türmen, Tarhan Erdem, Fikri Sağlar ya da Melda Onur gibi değerli demokratların çağrıları önemlidir ve mutlaka bir maddi biçime bürünebilmelidir.
Ancak, devletin ve demokrasinin yapısı konusunda “bulanık” demokrasi çağrıları, şayet faşizme karşı mücadelenin merkezine koyulursa ya da bütününü kapsarsa; sermaye sisteminin “rejim” krizinin bir “devlet” krizine dönme eğilimine girdiği günümüz koşullarında; oluşan kaotik ortamın şiddeti yüksek türbülansı içinde çok zayıf kalacak olan bu tutumla, gerçek bir demokrasi mücadelesi bile verilemeyecek ve üstelik söz konusu krizle birlikte ortaya çıkan devrimci demokrasinin inşası imkanı da değerlendirilemeyecektir.
Komünistler, bir yeni cumhuriyet olarak “Demokratik Cumhuriyet” seçeneğini ana hedeflerine koymalı ve bu zemini inşa ederken başka demokrasi güçleriyle farklı biçim ve ağırlıkta olan ittifakları da yürütebilmeli, bu ittifakları da kendi ana yönelimini destekleyecek biçimde kurmaya çalışmalıdır.
Öte yandan, “Yetmez, ama Evet” diyerek Erdoğan’ın önünü açan liberaller ve onların sol içindeki eski ve yeni etki alanları, şimdi de “Faşizm geliyor!” diye panik içinde hoplayıp-zıplıyor ve yine onların ahmakça hayallerinin peşi sıra dizilmemizi talep ediyorlar.
Komünistler, bunlar dahil her türden demokrasi mücadelesiyle bir biçimde ilişkilenmeye, bu mücadeleleri etkileyip-dönüştürmeye çalışmalıdır; ama, esas olarak kendi bayraklarına “Demokratik Cumhuriyet!” şiarını yazmalı, bütün güçleriyle bu ana hedefe yüklenmeli, bütün fırsatları bu yönelimi güçlendirme doğrultusunda kullanmalıdır.
İşte, öyle gözüküyor ki, sol alanın içinde kökleşmiş olan “ulusalcı” ve “liberal” politik güçler yeniden inisiyatif almaya çalışıyor.
En son 28 Şubat döneminde zirve yapan “ulusalcı-devletçi” siyasal odak ve onun sol içindeki etki alanı ve AKP iktidarının 2010 yılına kadar olan bölümünde güç kazanan “liberal” siyasal odak ve onun sol içindeki etki alanı; söyleyip ettikleri gerçek yaşam tarafından tümüyle yanlışlanınca bir müddet güç kaybına uğradıktan sonra; günümüzün kaotik ortamı ve faşizm tehlikesinin toplumsal bilinçte yarattığı basınç ve paniği fırsat bilerek yeniden güç kazanmaya çalışıyor.
Fareli köyün “ulusalcı” ve “liberal” bu iki kavalcısı, şimdi de “laiklik-ulusalcılık” ve “demokrasi” üzerinden kendi çarpık bilinçlerini halkın bilincine boşaltıyor ve halk içinde itibarı olan bu iki önemli toplumsal kazanım üzerinden, halkı yeniden bataklığa/yenilgiye sürüklemeye çalışıyorlar.
“Ulusalcı-devletçi” odak ve onun sol içinde farklı ağırlıktaki uzantıları, “laiklik ve ulus-devlet kazanımını koruma” söylemi üzerinden yol alıyor, sadece Erdoğan’a ve “gericiliğe” odaklı bir “direniş” çağrısında bulunuyor ve Kürt halkının özgürleşme çabasını da ötekileştirmeye çalışıyorlar. Böylece, halk güçlerinin onca baskıya rağmen kendi ihtiyaçları üzerinden yürütmeye çalıştığı ve birçok alana yayılmış olan gerçek mücadelelerle ilgilenmediklerini de açık etmiş oluyorlar.
Aynı zamanda, sadece Erdoğan’ı öne çıkararak, hem artık bir “ittifak alanı” içinde ortaklaştığı Ordu ve “Ergenekon” odaklarını aklıyor hem de faşizme gidişin şu ya da bu şekilde “içinde” olan sermayeyi/TÜSİAD’ı tam da isteyebileceği gibi karanlıkta kalacağı biçimde gölgeliyorlar. Sermayenin mevcut gidişin Erdoğan tarafından yürütülüş biçiminden rahatsız olduğu açık. Peki, bu biçimi kaldırdığımız zaman, olup biten hangi temel dönüşümden rahatsız olabilir sizce? Bu yolda alınan kararların tümü zaten küresel ve yerel kriz koşullarındaki sermayenin somut-tarihsel hareketinin önünü açmak için alınmadı mı? (1)
Ayrıca, Kürt halkının özgürleşme çabasını, her durumda ve bir biçimde ötekileştirip dışlayarak, özgürlükçü toplumsal güçleri böylesi bir kaotik ortamda ortaklaşmaya yazgılı oldukları Kürt halkından koparıyor ve bir türlü kopamadıkları “devlet sınıflarının” “modernleşme”/”Batılılaşma” projelerinin peşine takmaya ve gene bir türlü kopamadıkları “var olan despotik ulus devletin” içine sokmaya çalışıyorlar.
Peki, açık değil mi, çok hayran oldukları “devlet sınıflarının” en sivri temsilcileri olan Ordu ve “Ergenekon” Erdoğan’la ittifak halinde olduğuna göre, bu zaaflı yönelimleriyle çok nefret ettikleri Erdoğan’ın önünü açmış olmuyorlar mı?
“Ulusalcı sol” bahsinde, bu alanda yer alanlar açısından gerçek bir tehlikeyi de vurgulamak zorundayız. Bu yazıda eleştirdiklerimizi tenzih ederek vurgulamalıyız ki, bu yazının (ve solun da) dışında kalan, en “sinsi” ve “kararlı” “ulusalcı sol”/Perinçek eğilimi söz konusu olduğunda, “destekleme” görünümü altında Erdoğan’ı itip, Ordu ve Ergenekon’un önünü açmaya çabalamakla meşguller. Yani, malum aşkın sonu yok, dibin de dibi var!
“Liberal” odak ve onun sol içindeki uzantıları ise, “faşizm tehlikesine karşı demokrasi” söylemi üzerinden yol alıyor ve sadece “Erdoğan’a karşı demokrasiyi ya da demokratik hakları koruma” ile yetinmemizi isteyerek; hem ahmakça Ordu ve “Ergenekon” güçlerini gizleyip önlerini açıyor, hem halk güçlerinin yürüttükleri gerçek mücadelelerle ilgilenmediklerini bir kez daha gösteriyor, hem de “halkın” kendi demokrasi ihtiyacı doğrultusunda da mücadele etme imkanının oluştuğu güncel momentte sadece (aslında bu coğrafyada hiç olmayan) “sermayenin” demokrasisi için mücadele edilmesini istiyorlar.
Liberaller ve etki alanlarındaki sol güçler, Kürtlerle yan yana durmaktan çekinmiyorlar, ama bu Kürtlerin burjuva olmasına özel dikkat ediyor, halkçı-devrimci olanını “maceracı” olarak damgalayıp ötekileştirerek, Kürt halk hareketi içinde burjuva güçler lehine bir durum oluşmasını sağlamaya çalışıyorlar.
Devrimci-komünistler, “laiklik” mücadelesini, herhangi başka siyasal odağın peşine takılmadan ya da etki alanına girmeden kendi tarihsel duruşları ve bağımsız ihtiyaçları üzerinden yapılandırmalı, asla herhangi bir inancı/elbette İslam’ı da ötekileştirmemeli ve şimdiki gerici-politik “Erdoğanist İslamın” söylemine ve pratiğine karşı dişe diş mücadele ederek yürütmelidir.
“Demokrasi” ise, bu coğrafyada ve özellikle de günümüzde, sermayeye karşı verilecek uzlaşmaz mücadeleden başka bir tarzla asla kurulamaz. Böyle bir mücadele yeterli gücü oluşturabilirse kendi halkçı-devrimci demokrasi anlayışına uygun bir demokratik cumhuriyeti inşa eder ve bakışımlı ilerleyen bir süreç içinde sosyalizmin inşasına girişir.
Ya da, neredeyse bütün burjuva demokrasilerinin tarihinde olanlara benzer bir gelişme de yaşanabilir. Halkın gücünün ulaştığı seviyeden ve bir halk iktidarından korkan sermaye güçleri, halkın mücadelesini sönümlendirebilmek için zorunlu olarak demokratik kurumlaşmayı kabullenir. Halkın gücü de “ötesine” gitmeye yetmezse, “karşılıklı zorla” gerçekleşen bu “kabullenme” üzerinden “demokratik” bir “geçici uzlaşma” yaşanır. Bu, şimdiki despotik devletin tasfiyesi ve demokratik bir burjuva cumhuriyetinin kurulması anlamına gelir ve sınıf mücadelesi de bu zeminde sürer.
Ayrıca, liberallerin burjuva Kürtlere olan sevdasından farklı olarak, devrimci-komünistler, Kürt hareketinin emekçi-yoksul damarıyla stratejik bir ortaklaşma içine girmeye çalışır. Bu ortaklaşma, bütün Ortadoğu’ya yayılacak bir halkçı-demokrasi seçeneğinin inşasını kolaylaştıracaktır.
İşte, gerçek yaşam, 90’lar ve kısmen 2000’lerden farklı olarak ve özellikle de 2013 Gezi ayaklanmasından sonra demokratik, devrimci ya da komünist, hangi yapıda olursa olsun “solun” önünü açmasına ve açıkça “yürü!” demesine rağmen; ağırlıklı sol güçler “yürüyemiyor” ve hatta “ayakta durmakta zorlanarak” yaslanacak dayanak aramakla meşgul. Adeta, her durumda bir biçimde peşine takılacakları bir sistem içi güç buluyor ve asla “kendisi” olmaya çalışmıyorlar.
Bu durum, günümüzde yakalanan devrimci fırsatların öncülüğünü yapmak bir yana, onların görülmesini dahi engelliyor.
Sorun, güç ya da beceri eksikliği gibi nispeten “teknik” bir problemden kaynaklanmıyor.
Sol güçlerin, özellikle devrimci olanlar söz konusu olduğunda “kahramanlık” düzeyinde atılımlar yapabildiği ve birçok “teknik” düzeydeki karmaşayı aşacak beceriye sahip oldukları geçmişte yüzlerce kez ispatlandı. Sorun şu, güç ve beceri “hangi zeminde” konumlanacak, o zeminden hedefine doğru harekete geçince “hangi kertelerden” geçip “belirlenerek” “nasıl” bir gerçek-somut güce dönüşecek? Ve aslında, daha da önemlisi, “hangi hedefe” yönelecek.
Herkes bilir, pusulası doğru olmayan yelkenliye hiçbir rüzgar yardım edemez! Ve elbette, zaten hedefiniz yoksa ya da yanlışsa, siz sürüklenmeye yazgılısınızdır.
Sorunun kökü oldukça derinlerde ve aşılması oldukça zor. Ama koşullar, “şimdi ya da faşizm” dayatmasında bulunduğuna göre, sorunların aşılabilmesi için çok önemli bir fırsat yakalanmış durumda.
Sorunun kaynağı iki temel alanda oluşuyor ve bu durum da diğerleri kadar önemli bir güncel sonuç yaratarak üçüncü sorun alanını oluşturuyor.
İlki, solun küresel düzeydeki sorunlarından kaynaklanıyor:
Dünya kapitalizminin 70’lerden itibaren yaşadığı “kar oranlarındaki düşme” sorununa cevap olarak ürettiklerinin kapitalizmin güncel yapısında yarattığı dönüşümlerin komünist bir duruşa yüklediği yeni paradigmanın keşfedilmesi gerekiyor. Ve ek olarak, sosyalist sistemin 90’ların başındaki çöküşünün ortaya saçtığı sosyalizme ait sorunların aşılması gerekiyor. İşte, bu iki temel sorun alanının farklı kanallardan akarak yarattıkları özgün problemleri uygun bir paradigma zemininde çözmek, başarının “komünist zeminde” olmasının asgari koşullarından birisi.
Söz konusu “çözümün” zorunluluğu, günümüze özgü yeni bir devrimci-komünist paradigma ihtiyacını doğuruyor ve bu ihtiyacı gideremeyen güçler, sınıf mücadelesinin günümüzdeki somut-tarihsel zemininin ürettiği sorunlara çözüm gücü olmakta yetersiz kalıyor.
Bu “çözümüm” dayattığı “yenilenmeyi” başaramayan devrimci güçler; ya, üstelik oldukça dogmatik biçimde kavradıkları “eski” devrimci yönelimleri günümüzde de aynen tekrarlamaya çalışıyor; ya da, “yenilenme” arayışında yanlış yönlere saparak sermaye düzeninin ötesini görememeye başlıyorlar.
İşte, en genel zeminde yaşanan bu zaaf, verebileceği en büyük zararı günümüzün kaotik koşullarında veriyor, ama çözümünü de ölüm-kalım sorunu gerginliğinde dayatıyor.
İkincisi, yerel düzeyde yaşanıyor:
Türkiye’de kapitalizmin işleyişini düzenleyecek ve meşruiyet üretecek burjuva siyasal sisteminin ve düşünce akımlarının oluşmasında, “devlet sınıfları”/İttihatçılar-M.Kemal-CHP odaklı “ulusalcı” kanat ve bununla bakışımlı oluşan burjuva aydınları/Prens Sabahattin-Serbest Fırka-Demokrat Parti odaklı “liberal” kanat gerçekliği yaşanmıştı.
Türkiye’nin egemen burjuva siyasal sisteminin tarihi, esas olarak bu iki ucun birbirleriyle itişip-kakışarak kurduğu dengenin git-gelleri olarak okunabilir. Bu dengenin yarattığı özgün bir alanda oluşan ve despotik bir devlet zemininde şekillenen burjuva siyasal zeminin söz konusu uçları arasında tarihsel bir gerilim olsa da, her ikisi de sermayenin egemenliği konusunda en ufak bir tereddüt içinde değildi.
İki farklı kanalın yaşadığı tarihsel gerilim, uzun on yıllar boyunca, uçlardan birisi olan ve devraldığı Osmanlı despotik devletini kapitalizme uyumlu biçimde dönüştürmeyi başaran M.Kemal’in temsil ettiği “ulusalcı” burjuva akımının hegemonyası altında yaşandı.
Despotik devlet, başka siyasal akımların oluşmasının ve bir biçimde oluşabilmişse de güçlenmesinin önünü devlet terörüyle kapattı. Bu baskı o kadar derinlere nüfuz edebildi ki, tıpkı Orta Çağ’da bütün ressamların kendi hayatı ve doğayı görüş biçimlerini ancak dini motifler üzerinden resmedebilmesi gibi, devrimci veya komünist siyasal eğilimler bile bu coğrafyada özellikle “ulusalcı” ve son dönemde (sermayenin toplumsallaşmasının ulaştığı güce bağlı olarak) “liberal” damga yiyerek şekillenebildi.
Egemen oligarşinin farklı kanatları, kurdukları oligarşik-totaliter rejimin baskı gücüyle, kendi karşıtlarının bilincine de sızabildi ve onların oluşmasında “belirleyici” olup, damgasını basabildi.
Sol düşünce, devletin uygun gördüğü bir icazet alanı içinde oluşan bu iki burjuva akımın hegemonyası altında ve sürekli itilip kakılarak, öyle ya da böyle (özellikle de “ulusalcı” ya da “liberal” etki altında) çarpılarak oluşmaya zorlandı. Özgürce “kendisi olma” kapasitesini, istisnalar haricinde kazanamadı.
İşte, bugün yaşanan söz gelimi “ulusalcı” zaafın arkasında özgün bir tarih var:
İttihatçılardan Kemalizme, buradan 30’larda Yakup Kadri- Şevket Süreyya- Vedat Nedim öncülüğündeki “KADRO” hattına, oradan 60’larda Doğan Avcıoğlu öncülüğündeki YÖN hattına ve nihayet “incelerek” Mihri Belli üzerinden THKP-C ve THKO hattına ve Behice Boran ve Sadun Aren üzerinden TİP’e dek sızabilen bir “derin” bilinçten söz ediyoruz.
Bu tarihin netçe bilincine varmadan ve açıkça hesaplaşmadan günümüzün sorunlarına çözüm bulmak çok zor. Eğer bu tarihle açık bir hesaplaşma yaşanmazsa, söz gelimi “laiklik” konusunda yaşanan burjuva-Kemalist kuyrukçusu eğilim ya da Kürt halkından bir biçimde “uzak durma” eğilimi her koşulda yeniden kendisini gösterecektir.
Söz gelimi, koşulların uygun olduğunu saptayıp ortaklaşan Ordu ve “Ergenekon” güçleri Erdoğan’a karşı bir askeri darbe yapsa, ezanın hoparlörden okunması uygulamasını durdursa, imam-hatip okullarını kapatsa ve başörtülü kadınların devlet dairelerinde çalışmasını yasaklasa, solun epey bir kesiminin bunu alkışlayacağı ve arkadan gelen neo-liberal uygulamaların aynen sürdürülmesi ya da Kürt gerillalarıyla savaşın daha da şiddetli biçimde devam ettirilmesi gibi “sevimsiz” gerçekleri, sessizce onaylayacağı ve hatta bir kısmının “hiç olmazsa modernler” diyecek denli zavallılaşağını yazsak, kim “Yok, asla olmaz!” diyebilir ki!
İşte, siyaset oldukça tehlikeli bir uğraştır; siz kendinizi sosyalist hatta komünist sanarken, şayet yanlış zeminde konumlanıp yanlış yönde hareket ediyorsanız ve üstelik bir de olağanüstü hız ve gerginlik içeren bir güncellik içindeyseniz, bir bakarsınız ki faşizmin destekçisi oluvermişsiniz!
Üçüncüsü, ilk ikisinin bir sonucu olarak oluşuyor.
Kendi bağımsız-devrimci bilinç ve duruşundan oluşan bir zeminde konumlanamayan sol güçler, günümüzdeki kaotik ortamın yarattığı derin ve şiddetli anaforların bilinçleri olağanüstü baskılayan gücü karşısında, günlük politika yaparken denge ve yön kaybına uğruyor, farklı burjuva güçlerin güncel program ve yönelimlerinin etkisi altında kalmaya yazgılı oluyorlar.
Bu güçler, güncelliği, “devrimin güncelliği” olarak yorumlayarak, şimdi zayıf da olsalar ondaki “devrimci fırsatlara” odaklanıp, o fırsatları-olasılıkları öne çıkarmaya, onların içine girip onların sözcüsü ve öncüsü olmaya, onları güçlendirerek güç dengelerinde yer alan bir gerçekliğe dönüştürmenin savaşçısı olmaya yapısal olarak uyum sağlayamıyorlar. Böylesi bir duruşa tümüyle “yabancılar” ve var olan “gerçekliğin egemen ve görünen kısmına” öylesine teslim olmuşlar ki, aynı “gerçekliğin içinde ama geride zayıf bir durumda” hareket halinde olan “devrimci fırsatlardan” söz ederseniz “maceracı” damgası yemekten kaçamazsınız.
Evet, siz kendinize ait sağlam bir zemine ve somut-tarihsel koşullara uygun bir yol haritasına ve hedefe sahip değilseniz; sizi oraya-buraya çekiştiren ve kendi ihtiyaçlarına hizmet eder konuma sokmaya çalışan güçler sıraya girer, siz de onların iradesini şu ya da bu biçimde kabullenmek zorunda kalırsınız. Koşullar gerginleşip karmaşıklaştıkça sizin başkalarının etki altına girme olasılığınız yükselir.
Ama, elbette, koşulların zorlaşması, aynı zamanda kendi bağımsız-devrimci komünist çözüm gücünü de daha güçlü biçimde tarih sahnesine çağırır; bu yöndeki zorlamalar da artar.
Devrimci iyimserlik, kendisini var etmeye çalışan çözüm gücünün sesini duyacağını ve herkesçe de duyulacağını “umut” eder. Bu sesi duymaya-anlamaya ve hatta cüret edip çıkarmaya çabalar, işçi sınıfının ve anti-kapitalist hareketlerin günümüzdeki gerçekliğinden ve bu gerçekliğin güncel ihtiyaçlarından çıkıp gelen-gelecek bu sesin şimdi belki “fısıltı” halinde olan ama tarihsel olarak muazzam bir gücü temsil eden varlığına sonuna dek “inanır”, kendisini hiçbir karşılık beklemeden bu sesin emrine vermeye hazır olur.
Demokratik Cumhuriyet
Erdoğan’ın “Tek adam-Başkan” olma ve “İslami bir rejim” kurma motivasyonuyla ve Cemaat’le ittifak kurarak başladığı süreç, ilerledikçe hasarlar almış ve özellikle de Gezi isyanının verdiği hasardan sonra ittifak güçleri birbirine düşmüştü.
Erdoğan, Cemaat’in 17-25 Aralık darbe girişimini püskürtmeyi başarsa da, “yalnız” kalıvermişti. Bu “yalnızlık”, sürecin istenen hızda ilerlemesine engel olan bir “güç yetmezliği” sonucunu doğurunca, o dönem zayıf bir konumda ayakta kalmaya çalışan Ordu bir “yedek güç” olarak uygun görülmüş ve “ittifak” kurulmuştu.
Burada dikkat çekici nokta, bu “yeni” unsurun Erdoğan odaklı gücün hedefe doğru gidiş biçimine “yabancı” ve hatta “farklı biçimde” ivme vermeye eğilimli olmasıdır.
Ancak, süreç öyle aktı ki, “yedek güç” şimdi ittifakın “ana güçlerinden birisi” oldu. Ayrıca, o da yetmeyince, “Ergenekon” güçleri de devreye girip, “ittifak alanının” içine girmeye çalışıyor. Eh, şimdilerde en azından bir “yedek güç” olabilmiş gözüküyorlar.
Evet, başlangıcında Erdoğan’ın tek başına olduğu iktidar stratejisi, hedefine doğru yürürken önüne çıkan farklı eşiklerden atlayabilmek için güç yetmezliği yaşadı ve günümüze gelindiğinde, Erdoğan artık “tek başına” değil, bir ittifak alanının önde görünen gücüdür.
Bu ittifak, içinde birçok anlaşmazlığı ve çözülme olasılığını taşıyor, ama öyle yüzeysel ve gel-geç bir olgu olmadığı da açıktır.
Sermaye düzeninin küresel ve yerel sıkışmışlığı, bu sıkışmanın patlayarak yarattığı bölgesel kaosun sarsıcı zorlamaları ve Kürt hareketinin sürekli artan inisiyatifi, sermayenin bütün politik ve askeri güçlerini sistemin devam edebilmesi için yan yana gelip güçlerini birleştirmeye zorluyor; sistem açısından bir “çıkış” ya da “çözüm” yaşanıp da “rahatlama” olmadıkça bir arada durmaya zorlanacaklar.
Ancak, sürecin akışının tersi yöndeki zorlamalar güçlü bir sarsıntı yaratarak ittifakı çatlatırsa veya taraflardan birisi “tek başına” kaldığı zaman da güç ve meşruiyet sorunu yaşamayacağını tespit ederse ittifak bozulabilir. Bu, “dostlar arası” bir ittifak değil.
Bu noktada, yeri gelmişken çokça merak edilip tartışılan bir konuya değinmeliyiz. Evet, Ordu darbe yapar mı?
Eğer, darbe sadece darbe gününden ibaret olsaydı, kolayca “neden olmasın” cevabı verilebilirdi; ama “ertesi gün ve sonrası” Ordu’nun elini-kolunu bağlıyor.
Ordu, muhtemelen AKP’nin “İslamcı” yönünden rahatsızdır ve “Batılı” bir “görünümü” tercih edecektir. Ama, günümüzde, bu rahatsızlığını “cebine” koyup ittifaka sımsıkı sarılıyor. Sadece AKP değil, Ordu da bu ittifaka mecbur. İttifak, onun da çıkarlarıyla uyum içinde.
“Ergenekon” operasyonları sonrasında eski “pürüzlerinden” ve onların kimi “kontrol dışı ve keyfi” tutumlarından “arınarak” “temizlenen” ve tümüyle NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin kontrolüne giren Ordu, bu güçlerin AKP’ye yaklaşımlarıyla paralel davranıyor. Buradan bir “ışık” gelmedikçe mevcut durumu sürdürecektir.
Ordu, hem darbe sonrasında yeterli halk desteğini alamayacağı ve bu yüzden meşruiyet ve güç eksikliği sorunu yaşayacağı için, hem de Kürt gerillalarıyla olan savaşta AKP’nin aktif desteğiyle neredeyse her istediğini yapabildiği ve o esnada AKP’nin etki alanındaki halkın desteğini de alabildiği için halinden memnun olmalıdır. Bu durum devam ettikçe ve şimdilik bir darbeyi düşünmeyecektir.
Ancak, bir darbe yapmamaları boş durdukları anlamına gelmiyor.
Ordu, oldukça soğukkanlıca zamana yayılan bir tarzda ve sürüp giden savaşın kendi gücünü arttıracağını hesap ederek, ittifak alanındaki güç dengelerinde daha güçlü bir konum kazanmaya çalışıyor. Şimdiye dek yapıp ettikleri tümüyle bu tarzda bir yönelimin varlığını gösteriyor ve zaten yedek güç olmaktan ittifakın ana güçlerinden biri olma konumuna gelmeyi başarabildi. Sürecin devamında, ittifakın “esas gücü” olma ve “yedek güç” konumuna düşürdüğü AKP’yi güce dayanarak ehlileştirip yola getirerek “kullanma” hedefleniyor olmalıdır.
Erdoğan’ın etrafı kuşatılıyor ve her aşamada kerte kerte “ehlileşmeye” zorlanıyor. İsrail’le yeniden kucaklaşmadan sonra, sırada Putin, Esad ve Sisi olmalıdır. İç politikada da benzer gelişmeleri beklemeliyiz.
Peki, “asla darbe olmaz” diyebilir miyiz?
Hayır, elbette darbe de olabilir; ama, bu asla keyfi bir rastgelelik içinde olmayacaktır.
İçinde Ordu’nun da ayakta kalmaya çalıştığı güncel kaotik ortamın yoğun türbülansı doğrudan AKP’nin hataları yüzünden sistemi tehlikeye düşürürse ya da AKP’nin Ordu’ya yönelik “iç tasfiye ve tümüyle kontrole alma” gibi hamleleri karşısında veya NATO/ABD’nin çıkarları öyle bir gereksinim duyarsa bir ordu darbesi yaşanabilir.
Elbette, Erdoğan da kendi açısından ittifak alanındaki gücünü artırmaya çalışıyor ve hatta fırsatını bulursa Ordu’yu “İslami” bir yapıya dönüştürebilmek için bir iç tasfiye gerçekleştirmeyi düşünecektir.
Bu olasılıkların varlığını bilmek ve gelişmeleri gözetmekle birlikte, şimdi ve burada sürecin ana öznesi ittifakın kendisidir ve üstelik küresel, bölgesel ve yerel olağanüstü koşulların zorlamasıyla, kimi itiş-kakışlar yaşansa da ittifak belli bir dönem için kalıcılaşabilir.
Evet, öyle görünüyor ki, sermaye düzeninin bütün ana güçleri, Türkiye kapitalizmi açısından küresel ve yerel düzeydeki “tehlikelerin” yarattığı risklerin ve “yıkıcı güçlerin” (yıkıma uğrayan toplumsal güçlerin) taleplerinin sistemi artan ölçüde tehlikeye soktuğunu tespit etmiş, tek başlarına kaldıkları zaman kendi güncel kapasitelerinin de bu talepleri karşılayamayacağını saptamış.
Temel sistem güçlerinin, ellerindeki siyasal ve askeri gücü kullanarak, “yıkıcı güçleri” ezip hakimiyet kuruncaya ve bu hakimiyet üzerinden “yeni normali” oluşturuncaya dek, aralarındaki tartışmaları-rekabeti ve güç paylaşımı yönündeki hırslarını olabildiği kadar kontrole alıp geriye çekmeye karar verdikleri anlaşılıyor.
Şimdi, Erdoğan ve Ordu arasında bir ittifak var, “Ergenekon” güçleri de bu ittifakta konumlanmaya çalışıyor; küresel ve yerel sermaye güçlerinin kimi açık ya da gizli rahatsızlıkları olsa da bu ittifakı gönüllü ya da gönülsüzce desteklediklerini görüyoruz. Diğer ittifak güçleri ve sermaye açısından, Erdoğan’ın marazilikleri rahatsızlık yaratsa ve açıkça eleştirilse de, bunlar sözlerden öte geçmiyor ve ellerindeki “enstrümanları”-“aletleri” netice alacak kararlılıkta kullanmadıklarına göre daha ötesini şimdilik uygun görmüyor olmalılar.
Yine de, yapılan bütün hesaplara, gösterilen hassasiyetlere ve eldeki muazzam güce rağmen, sermaye güçlerinin evdeki hesapları çarşıya/”toplumsal yaşamın akışına” uymuyor ve kaotik ortam üzerinde net bir kontrol kuramıyorlar.
Söz konusu ittifakın yürüttüğü sürecin günümüzdeki kritik eşiği/onu zorlayan sürtünme ve direnç noktası, Kürt sorunu odaklı olarak yaşanan yerel ve bölgesel gelişmelerde ve bunların küresel yansımalarında oluştu. İttifakın gücünü zorlayan, etki alanını zayıflatan ve iç dengelerini sarsan bu eşik aşılamadığı oranda, sürecin akışının sürekli tıkandığı ve hedefine ulaşamadığı gözüküyor.
Hatta, hedeflenenin tam tersi durumlar oluşuyor ve bunlar kalıcılaşıp bir meşruluk kazanmaya başlıyorlar. Bir “tıkanma” ve çözümsüzlük” gerçekliği ve bunu aşacak güç ve beceri eksikliği, onca ittifaka rağmen yeniden kendisini göstermeye başladı.
Açık ki, sürecin ilerleyip hedefine ulaşabilmesi için, Kürt gerillalarının yenilmesi ya da en azından verdikleri hasarın “kabul edilebilir” bir eşiğin altına çekilmesi gerekiyor.
İşte, süreç önündeki bu engeli bir türlü aşamıyor, aşamadıkça gerilip öfkeleniyor ve gücünün yettiği herkese ve her şeye yönelip kendisini yıpratıyor. Aynı zamanda, sürecin ilerlemesi belli eşikleri aştığı ve bu noktadan sonra geri dönüş bir yana daha hızlı akmak zorunda olduğu için ilerlemeye de devam ediyor. Ama, zayıflayarak ve aynı anda şiddetini arttırarak!
Genişleyen ittifaka rağmen, akan sürecin içinde oldukça yüksek gerginlik var ve neredeyse her adımın sonrasında ayakta kalabilmek için gerekli iç ve dış dengeler yeniden kurulmak zorunda kalınıyor. İttifak güçleri, kimi zaman dağınık ve ne yapacağını şaşıran durumlara dahi düşebiliyorlar. Savaşın şiddetini arttırarak sürmesi, Ordu’nun ittifak içindeki ağırlığı arttırıyor. Ama, güncel politikanın yürütülmesinde Ordu’nun yeterli olamayacağı açık değil mi?
İttifak güçleri, yaşanacak daha büyük zorlamaların sonucunda ciddi “kontrol” sorunları yaşayabilir ve böylesi bir durum mevcut kaotik ortama kaosa doğru evrilme yönünde ivme verecektir.
Öte yandan, bölgesel düzeyde hem ABD hem de Rusya ile “geçici ittifaklar” kurduğu görülen ve IŞİD’e karşı yürüttüğü savaşla askeri gücünü, politik inisiyatifini ve meşruiyetini sürekli arttıran PKK, kendi tarihinde ilk defa böylesi bir güç alanına sahip oluyor. PKK’nin, bu güç alanına dayanarak, TC sınırları içinde de kendi kontrolünde bir güç alanı yaratıp güçlendirmeye çalıştığı görülüyor.
İşte, ittifakın kendi hedefine doğru yürüyebilmesi ve öyle ya da böyle anayasal bir statü kazanabilmesi için, ilk başta ve hem bölge hem de yerel düzeyde PKK’nin inisiyatifini geri itmesi ve güç alanını daraltması gerekiyor. Ama herkes de görüyor ki, medyadaki algı operasyonlarını bir kenara itersek, böyle bir sonuca ulaşılamıyor.
Bu durumda, aslında “merkezi iktidar” ve “yerel iktidarlar” üzerinden uzun süredir “nüve” halinde var olan TC ve PKK arasındaki “ikili iktidar” gerçekliği, kendi sürecinde ilerlemeye, biçim, kalıcılık ve meşruluk kazanarak yayılmaya başlıyor. Yani, kendi yolunda ilerleyen sadece ittifakın süreci değil, tam tersi yönde yürüyen başka bir güç alanı daha var. İki zıt süreç, adeta iç içe geçmiş durumda.
Lenin’in metinlerinde vurgulanan “ikili iktidar”, “kalıcı” olma potansiyeli çok düşük ve esas olarak “geçici” ya da “anlık” bir durum olarak bir politik anlam taşır ve hızla taraflardan birinin üstünlüğüyle biteceği beklenir. Türkiye’de ise farklı bir olgusallaşma yaşanıyor: Tarafların güç yetmezlikleri ve zaaflarla yüklü olmakla birlikte bir biçimde kendilerini var edebilmelerinin sonucunda, bu durumun bir “kalıcılık” kazanması olasılığından ve bu duruma özgü özel bir “kalıcı güç dengesi hali” olarak “ikili iktidar” olasılığından bahsediyoruz.
TC’nin mevcut yapısı Kürt gerçekliğini kabullenerek demokratik bir yönde “dönüşmedikçe” veya Kürt Hareketi “tasfiye” olmadıkça, güçlerin mevcut askeri ve politik durumu; “uzun süreli bir arada durmayı”, “kimi zaman ara verse de sürüp giden bir savaş halini”, “TC üstte ve Kürt Hareketi altta” olsa da “tarafların kendilerine ait iktidar alanlarının olduğu” bir özel durumu oluşturup, kalıcılaştırıyor.
O arada, TC’nin “dönüşemeyip” tersine kurucu temellerine sımsıkı yapışarak katılaşması gerçekliği, günün gerçekliğine uymayan bu “katılaşma” zaafının üstüne yürüyen Kürt Hareketi’nin güç alanını artırıyor. Bu artış, zamanın akışıyla daha geniş alanlara yayılma ve yoğunlaşmış bir kalıcı gerçekliğe dönüşme biçiminde herkesçe de görülebiliyor.
Sonuçta, bu iki ana gücün “kalıcılaşan güç dengesi” ve “sürekli gerilim” hali olarak “ikili iktidarın” oluşmaya başlaması, özgün bir alan yaratıyor ve bu alanın sunduğu zemin kendisine yaşam imkanı bulan özel bazı sonuçlar-olgular yaratıyor.
Bu alan, birbirini yenemeyen iki büyük gücün varlığından ve devletin güçlerinin çoğunu bu savaşa ayırarak başka olgulara yeterince güç ve yoğunlaşma ayıramamasından fırsat bularak kendisine yaşam alanı bulabiliyor. Ama, zamanla kendisi de ayrı bir güç alanı olma potansiyelini taşıyor.
Bu özgün ve güncel “alanın” açtığı “şemsiye”, birçok başka sürecin de yaşanabilmesinin önünü açıyor ve çok farklı hatta birbirine zıt güçlerin/”Ergenekon’un”, “çeşitli devletlere bağlı “taşeron ” örgütlerin ya da Gezi’de kendisini gösteren halk güçlerinin de var olma ve hareket etme kapasitelerini destekliyor (Aynı özel durum, devletlerarası güç ilişkilerinde TC’yi “zayıf” duruma düşürüyor ve farklı küresel ve bölgesel güçler tarafından “üstünde oynanabilecek bir av alanı” olma konumuna yerleştiriyor. Yazının konusu olmadığı için bu gerçekliği vurgulamakla yetiniyorum).
Bu özgün “ikili iktidarın” durumun “nasıl” olabileceğini merak edenlere, aslında içinde yaşadığımız son aylarda böyle bir gerçekliğin oluşmaya başladığını söyleyebiliriz. Şayet geçtiğimiz mayıs ayından sonra içine girdiğimiz 3-5 ayda şimdi dayatılan fiili “başkanlık” rejimi anayasal bir güvenceye kavuşamazsa ve Kürt gerillalarına/PKK’ye karşı açık bir üstünlük sağlanamayıp savaş alanlarındaki “denge” durumu sürerse, “ikili iktidar” konumu herkesin netçe görebileceği şekilde gerçekleşecektir.
Bu durum, bir yeni “barış süreci” tarafından engellenemez; o nokta Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova, Şırnak’ta olanlardan sonra geçildi. Elbette, savaşan tarafların ihtiyaçları böyle bir yönelime yol verirse yeni bir “süreç” başlayabilir; ancak, 7 Haziran sonrasında yaşananlardan sonra ve savaşın şimdiki durumunda başlayacak yeni bir “barış süreci”, öncesinde olduğu gibi ve hatta ondan daha görünür biçimde, zaten “ikili iktidarın” bir simgesi olarak yaşanacaktır.
Ancak, “ikili iktidarın” netçe oluşması veya başka bir biçimde yaşanabilecek olağanüstü gelişmeler, sürecin önceden görülemeyecek yönde sıçramalar-evrilmeler yapmasını tetikleyebilir.
Söz gelimi, farklı etnik ve inanç kimlikleri üzerinden bir “gerici iç savaş” kışkırtılabilir. Bu tehlikeyi kendisine hatırlatan bürokrata “ezer geçeriz” dediğine göre, Erdoğan’ın olayların gidişinin farkında olduğu anlaşılıyor. “Gezi Parkı” ile ilgili olarak yapılan açıklama da aynı anlamda yapılmış olmalıdır.
Ancak, devletin gücü göz önüne alınırsa bu tespitteki “ezeriz” saptaması kısmen haklılık taşısa da, “geçeriz” saptaması tıpkı “Şam’daki Emevi Camii’nde öğlen namazı” gibi sadece bir “hayal”. Gerçeklere sadık kalırsak, güç dengeleri böyle bir “gerici iç savaşın”, mevcut kaotik ortamı kaosa çevirerek bu coğrafyayı “Suriyelileşme” açmazına alacağını ve inanılmaz yıkımlarla yüzleşmek zorunda kalacağımızı gösteriyor.
Ya da, Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyinin ve bağlı olarak bu coğrafyaya emperyalist metropollerdeki sermaye gruplarının yatırmış olduğu yüz milyarlarca doların baskısıyla, kaotik ortamın derinleşmesinin belli eşikleri aştığı ve sözgelimi “Suriyelileşme” aşamasına sıçradığı noktada ekonomik (borsa operasyonu), siyasi (AKP’nin bölünmesi) ya da askeri (NATO ya da BM güçlerinin devreye girmesi) yönlü bir “emperyalist müdahale” üzerinden sürecin “kontrole alınması” denemesi yaşanabilir (Rusya ile yapılmaya çalışılan “ilişkileri düzeltme” hamlesi, bir yanıyla da böylesi bir kontrol dışı “dış” müdahaleyi engelleyebilme telaşıyla olsa gerek).
İşte, aşılamayan kritik eşik olan Kürt sorunundaki tıkanmanın verdiği ivmeyle derinleşme eğiliminde olan mevcut kaotik ortam ve bu zeminde devlet ve PKK arasında oluşmaya başlayan “ikili iktidar”, acil bir ihtiyaç olarak “Demokratik Cumhuriyet” olgusunu öne çıkarıyor ve onu gerçekçi bir yapıya sokuyor.
Son günlerde öne çıkan “Demokrasi Cephesi” ya da “demokratik hakları faşizme karşı savunma” gibi öneriler, gerçek güç dengelerinin ortaya çıkardığı Demokratik Cumhuriyet olasılığını, yani güncel “devrimci reform” olasılığını göremediği ve kendisini böyle bir hedefe bağlamadığı sürece, ortada kalmaya ya da zayıf duruşlar olarak günümüzün olağanüstü sert kaotik ortamında kaybolup gitmeye yazgılıdır.
Öte yandan, diyelim ki bir dizi ittifak kurmayı başardınız ve bunların hepsini kendi hedeflerine doğru hareket ettirebildiniz; ama neye/hangi genel hedefe hizmet edecekler?
Eğer cevabınız sadece “Erdoğan’ın diktatörlüğünü engellemek” olursa, baştan kaybetmiş olursunuz.
İlkin, artık sadece Erdoğan yok, farklı güçlerden oluşan bir ittifak alanı var. İkincisi, mevcut yönelim sadece Türkiye’ye özgü değil ve sermayenin güncel “küresel” kriziyle derin bağları var. Üçüncüsü, sermayenin “yerel ve bölgesel” ihtiyaçları da böylesi bir yönelimi talep ediyor. Kapitalist dünya derin sarsıntılar yaşarken ve bu sarsıntılar en yoğun haliyle bölgemizde hissedilirken başka ne olabilir ki?
“Mezarlıktan geçerken ıslık çalmak” tutumu, içinde yaşadığımız tarihsel momentin gerçekliğini değiştirme gücüne sahip değil. Eğer bir sorunu aşmak istiyorsanız, göreceğiniz gerçeklik ne kadar rahatsız edici olursa olsun hiçbir şekilde gölgelemeden bütün yönleri ve bileşenleriyle netçe görebilmeli, deyim yerindeyse sorunun tam da gözünün içine bakabilmelisiniz.
Ayrıca, “Demokratik Cumhuriyet” hedefini bayrağına yazan bir demokratik güç birliği ya da cephesi bile oluşsa, bu durum aydınların ya da kimi siyasi eğilimlerin masa başlarında ya da imza metinlerinde ortaklaşmasıyla sınırlı kaldıkça elle tutulur sonuç alamayacaktır.
Devreye halkın girmesi ve kendi ihtiyaçları üzerinden kendisini savunması gerekiyor.
Şimdiki kaotik ortama halkçı seçenek, ancak toplumsal mücadelelerin bir ürünü olarak mücadele içinde oluşacaktır. Bu gerçeklik, imza metinleri, toplantılar vb. dahil her düzeydeki demokrasi mücadelesini dışlamaz; ama, halk güçlerini/komünistleri, faaliyetlerinin merkezine sistem içi ya da zayıf ve sonuçsuz kalacak tutumlar koymak yerine devrimci bir seçeneğin inşasına yoğunlaşmayı yerleştirir.
Normal zamanlarda herkesin hoşuna gidebilecek bir deyim olan (Lenin’in yakalamakta usta olduğu) “devrimin güncelliği”, böylesi kaotik ortamlarda kendisini daha açık dayatır. Ama sadece derin bakışla görülebilir, genellikle sert, gergin ve karmaşık bir politik hamleye gereksinir; uzun soluklu bir mücadelenin sabrıyla, yaratıcı ve sonuç alıcı bir hamlecilikle, cesaret edip cüret ederek gerçekleştirilebilir.
Sadece savunmacı veya direnişçi tutumlar, oluşan güncel olağanüstü ortamda hiçbir etki alanı yaratamayacaktır. Şimdi, ortaya çıkan devrimci fırsata/Demokratik Cumhuriyet hedefine odaklanan, farklı ittifakları aynı anda kurabilse de bunların hepsini “devrimci fırsatın” gerçekleşmesi ana yönelimine bağlayan bir zeminde konumlanmak gerekiyor.
Şimdi, sadece “demokratik hakları koruyan” bir tutumla yetinmeyen, bir “kurucu” iradeye sahip olan ve kendi bağımsız hedefi “Demokratik Cumhuriyet”i açıkça bayrağına yazan bir siyasal ve toplumsal ittifaka ihtiyaç var.
Bu ittifak, kendi ihtiyaçları doğrultusunda mücadele eden toplumsal güçlerin hareketlerinden oluşan bir “hareketlerin hareketi” zemininde konumlanarak kendi gerçekliğini yaratabilmelidir. Bu ittifakın kuruluşu ve güçlenmesine herkesten daha fazla emek vermek, onunla bütünleşmek ve asli öge olarak içinde yer almak gerekiyor.
Bu “yer alış”, toplumsal güçlere dışarıdan seslenen değil, onların maddi varlıklarıyla iç içe olan ve özlemleri-ihtiyaçları yönündeki şimdiki hareketleriyle kaynaşan, hamallığını ve sözcülüğünü yaparak öncüleşen bir siyasal faaliyette yoğunlaşmak anlamına geliyor.
Bu “yer alış”, özellikle işçilerin, kadınların, doğa savunucularının, Alevilerin ve öğrenci gençlerin ihtiyaçlarının büründüğü en güncel halleri herkesten önce gören, herkesten önce dillendiren ve uygun örgüt ve hareket biçimlerini bulup halkla birlikte hayata geçiren, ön açarak halka moral ve enerji yükleyen bir öncülük anlamına geliyor.
Bu “yer alış”, bütün bu güncel mücadeleleri, ortaklaşabileceği siyasal zemin olan “Demokratik Cumhuriyet” bayrağı altında toplamayı becerebilmek anlamına geliyor.
Bu “yer alış”, bütün bu hamlelerin bir seferde değil, sürekli yeniden inşa edilmesi gereken bir sürecin içinde anlam kazanabileceğinin bilincinde olmak, uzun ve zorlu olacağı açık olan bu süreçte yaratıcı ve kurucu hamlelerle sürekli ön açmak anlamına geliyor.
Aksi durumda, devlet güçleri ve Kürt Hareketi arasındaki savaş yıkım gücü gittikçe artarak sürüp gider; devrimci komünistler dahil bütün sol güçler “seyirci” ya da “yorumcu” konumuna yerleşerek etkisizleşir; daha kötüsü, halklar arasında sonradan telafisi oldukça zor olan derinlikte düşmanlık oluşabilir.
(1) “Ulusalcı” ve “liberal” güçler ve onların sol içindeki uzantıları birçok konuda anlaşamasalar da, anlaştıkları ender konulardan biri, mevcut “Başkanlık” yürüyüşünün ya da gerçek haliyle faşizmin inşasının sermaye güçleriyle ilişkisini gölgelemeleri ama çoğunlukla da sermayenin bu sürece karşı olduğu yönündeki tespitleridir. Her yerde her şeye karışan sermaye güçlerinin, söz konusu olan faşizmin inşası olunca adeta buharlaşıp uçuverdiklerine inanmamızı istiyorlar.
Öyle ya, her daim sağlıklı ve gülen yüzleri, modern giyimleri, çoğunlukla rafine edilmiş kibarlıktaki hâl ve tavırlarıyla, Koç ailesinin ya da Sabancı ailesinin veya diğerlerinin bu gibi “kötü” ve “çirkin” şeylerle ne ilgisi olabilir ki?
Öte yandan, sermaye ile faşizmin inşasını ilişkilendirmek çok sınıf indirgemeci olur, o da hiç şık durmaz değil mi? Zaten, başarısız olan Ortadoğu politikası da ahmak bir profesörün zırvalamasıydı ve sermayenin kendi hegemonyası altındaki bölgesel pazar ve ucuz emek deposu arayışı ile nasıl bir bağlantısı olabilir ki? Ya Kürt sorunu, o da gözünü kan bürümüş Erdoğan’ın Kürt düşmanlığıyla ilgiliydi ve siz herhalde bunun sermayenin somut-tarihsel devletinin Kürt politikasıyla bağlantısından bahsetmeyeceksinizdir umarım, artık indirgemeciliğin o kadarına tahammül edilemez doğrusu!
Gerçekte, faşizmin inşası, kapitalizmin bu coğrafyada oluş biçiminin ve onun devlet halini alış biçiminin doğrudan günümüze yansıması olarak şekilleniyor:
“Başkanlığa” doğru yürüyüş, yüzeysel bakışların bir ürünü olarak çokça yazılıp-söylendiği gibi Erdoğan isimli bir kişinin “keyfi” diktatörlük isteğinin ürünü değil. Öyle olsaydı, daha bu aşamalara gelemeden Erdoğan hapsi boylamış olabilirdi.
Bu yürüyüş, öne çıkan yönüyle, bu coğrafyanın özgün tarihindeki antika sermaye güçlerinin (tefeci-bezirganlık ve kapitalizmin zemininde büründüğü yeni biçimlerin) ürettiği bir gerici toplumsal alanın “tarikat ağları” içinde yuvalanarak biriktirdiği gücün hamlesidir. Bu güçler, uzun yıllardır güç biriktirip gözlerine kestirdikleri ve nihayet kavuştukları iktidara kalıcı olarak yerleşme kararlılığıyla davranıyorlar.
Osmanlı döneminde payitahtta/İstanbul’da konumlanan padişahla imparatorluğun bütün coğrafyasına yayılan üretici köylülük arasındaki soygun ilişkisinin yürütücü gücü olarak iş gören, üretimden kopuk ve vurguncu antika sermaye güçleri, padişahın bitmek bilmez vergiler ve asker taleplerine “aracı” olarak ezip suyunu çıkarttığı köylülerin isyanını “tarikat ağları” üzerinden bir egemenlik kurarak engelliyordu. Bu ağlar üzerinden aynı zamanda üretici köylülük üzerinde doğrudan iktidar kurarak “merkezi” iktidara karşı pazarlık gücü olarak kendi “yerel” iktidarını inşa ediyordu.
Kapitalizm bu coğrafyaya girip yerleşirken bu coğrafyanın yerleşik antika sermayesinin en irileriyle kurucu önderlik yapan Ordu’nun kimi paşalarını banka binaları içinde toplayarak finans-kapital biçiminde kendi “yerel” şebekesini kurarken, antika sermayenin geri kalanını da ittifak gücü olarak yanına alarak rahatlatmış, aynı zamanda Anadolu’ya doğru yayılmasının zeminini oluşturmuştu. Kemalist iktidar, bu güçlerin “tarikat ağları” içindeki örgütlenmesini, zararlı olduğu kadarıyla kimi zaman törpülese de, bir biçimde sürmesine göz yumarak kendi düzeninin Anadolu’da var olmasını garantiye almak istemişti. O “tarikat ağlarında” örgütlenen antika sermaye güçleri de, hem kendilerini günün koşullarına uydurarak devam ettirebilmiş hem de Kemalizmin uygulamalarına yönelik halk tepkilerini kendi kontrolüne alıp, biriktirmişti.
İşte, sermaye AKP “maşasıyla” Ordu’nun gücünü törpülemek isterken bu güçleri kullandı; ama, evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu güçlerin de cumhuriyet tarihi boyunca birikmiş kendi ihtirasları vardı, kullanılıp atılmayı kabullenmediler. Erdoğan’ın şahsında somutlaşan bu iddianın/ihtirasların tarihsel kökleri epey derinlerde ve kolayca sökülüp atılamıyorlar.
Öte yandan, başkanlığa yürüyüş, gittikçe açığa çıkan ve daha güçlü olan “derin” yönüyle de, küresel ve yerel kriz tarafından zorlanan sermaye düzeninin sahiplerinin, tehlikeye düşen öz çıkarlarını savunabilmek için başvurmak zorunda kaldığı bir yönelimdir.
TÜSİAD’da kendilerini seslendiren bu güçler, Erdoğan’ın kişisel tutumlarından ve özellikle “İslam” üzerinden meşruiyet üretme yöneliminden rahatsızlar; aynı zamanda, antika sermayenin günümüzde dönüşüm geçirip “modernleşmiş” uzantılarının “sıra bizde” açgözlülüğüyle yaptıkları yağmalardan da bolca şikayet ediyorlar. Önceden hepsini arsızca kendilerinin yediği “pastayı” paylaşmak zorunda kalmak hiç hoşlarına gitmiyor olmalıdır.
Sermaye, Erdoğan’ı kullanarak bir taşla birçok kuş birden vurmak, o arada iktidarı paylaştığı Ordu’nun siyasal sistem içindeki özgün ağırlığını budamak ve oligarşik iktidarın zirvesinin mutlak sahibi olmak istemiş, başlangıçta da işleri iyi gitmişti. Ama, gelin görün ki “maşa” hesaplanandan daha güçlü ve hırslı çıktı.
Şimdi, Erdoğan’la hesaplaşmalarını, zaten krizde olan sistemlerini riske atıp kırıp dökmeden, halk güçlerinin inisiyatiflerinin güçlenmesine izin vermeden ve sermayenin günlük akışını engellemeden yapmaya, sakınımlı davranmaya zorunlular. Boş bir arazide yürümüyorlar ve bir dizi “belirlenme” içinden geçerek yol almak zorundalar.
Sermaye güçlerinin Erdoğan’dan hoşlanmıyor olması, onunla iş görmek zorunda kaldığı günümüzde pek bir şey ifade etmiyor. Buraya “umut bağlayan” liberaller ve sol içindeki uzantılarına, sermaye birikiminin soğuk yasalarını hatırlatalım.
Günümüzün çok yönlü kriz ortamı, küresel, bölgesel ve yerel düzeyde birbirinden çok farklı kriz dinamikleri tarafından sarsılıp zorlanan sermaye güçlerini, tam da “Başkanlık” rejiminde somutlaşan yapıda bir siyasal örgütlenmeye zorluyor. Zaten, dünyanın birçok yerinde de aynı durum yaşanmıyor mu?
Sürecin ana yapısında-özünde ortaklaştıktan sonra, güç dengelerinin zorlamasıyla şimdi bu yapının önünde duran kişiden ve onun kimi yönelimlerinden rahatsız da olunsa da, birlikte yürümekten başka yol kalmıyor. Hiçbir güç/sermaye de mutlak güce sahip değil, herkes içinden geçilen somut koşulların güçleri tarafından “belirlenip”-eğitiliyor!
Bu gerçeklik, elbette başka koşullar oluştuğu zaman sermayenin Erdoğan’ı sırtından atmaya çalışacağını dışlamaz, ama şimdi böyle davranmak zorundalar.
Esas sorun, Erdoğan’ı çok aşan bir düzlemde oluşuyor:
Sermayenin küresel ve yerel düzlemde ve gittikçe hasarı artan bir yapısallıkta sürüp giden krizi, onun dünyayı ve bölgemizi soktuğu olağanüstü yıkıcı ortam ve bu ortamın türbülansı içinde sermayenin ayakta kalabilmesi için halk güçlerinin bütün muhalefet girişimlerinin bastırılması ve emeğin sömürüsünün daha da yoğunlaştırılması gerekliliği! Başkanlık sistemi, tam da bunlar için inşa edilmiyor mu?
Ayrıca, sermayenin askeri ve siyasi koruyucusu devletin bu coğrafyadaki somut-tarihsel oluşumunda Kürt halkına ve Kürdistan coğrafyasına bilinen politikası onun kurucu-temel direklerden birisi olduğu için, o noktada günümüzde yaşanan tıkanma doğrudan sermayeyi de hem bağlıyor hem de sıkıştırıp çözüme zorluyor.
Kürt sorunu üzerinde yaşanan tıkanma elbette sermayenin güncel hareketini de doğrudan etkiliyor ve nasıl aşılmasının tercih edildiği de çok açık değil mi?
Sermaye grupları, böyle “tehlikeli ve netameli” konularda hep yaptıkları gibi, “el bebek gül bebek” büyütüldükleri için alışkın oldukları “devletin fideliklerinde” gizlenip, devletin sorunu kendi bildiği gibi çözmesini bekliyor ama o arada timsah gözyaşları dökmeyi de hiç ihmal etmiyorlar! Şahsiyetsiz ve bedavacılar, öyle oluştular hala da öyleler!
Ama, alışkın oldukları bedavacılık bu sefer sonuç vermiyor, vermedikçe de şaşırıp sıkışıyorlar.
Sonuçta, faşizm, kişiye bağlı bir keyfi “istek” değil, sermayenin somut-tarihsel hareketinin günümüzün kaotik ortamında yol alırken yaşadığı sorunların içinden ve bir gerçek ihtiyaç olarak “belirlenerek” çıkıp geliyor.
Belki bir kişinin ihtirası, çılgınlığı ya da öfkeli ve cahil kalabalıkların etnik ya da inanç maskesi takmış saldırganlığı olarak kendisini gösterebilir, ama faşizm her zaman olduğu gibi şimdi de ana ivmesini sermayenin güncel ihtiyaçları üzerinden alıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.