Eşitsiz koşullarda ve hatta bütünüyle tek taraflı yürütülen bir seçim süreci yaşandı. Muhalefet açısından çok önemli dezavantajlar olduğu bilinmesine rağmen 1 Kasım seçim sonuçları, toplumun farklı politik kesimleri için bir bakıma şok ve sürpriz oldu. Devlet olanaklarını sınırsızca kullanarak seçim faaliyeti yürüten AKP’nin kendisi dahi seçim sonuçlarına şaşırdı. Peki, AKP’nin politik planlarını bozacağını düşündüğümüz ‘Sessiz […]
Eşitsiz koşullarda ve hatta bütünüyle tek taraflı yürütülen bir seçim süreci yaşandı. Muhalefet açısından çok önemli dezavantajlar olduğu bilinmesine rağmen 1 Kasım seçim sonuçları, toplumun farklı politik kesimleri için bir bakıma şok ve sürpriz oldu. Devlet olanaklarını sınırsızca kullanarak seçim faaliyeti yürüten AKP’nin kendisi dahi seçim sonuçlarına şaşırdı.
Peki, AKP’nin politik planlarını bozacağını düşündüğümüz ‘Sessiz Çoğunluk’ neden AKP’yi destekledi. Burada halkın tercihine karşı refleks göstermek yerine ‘neden böyle bir tablo ortaya çıktı’ sorusuna yanıt vermeliyiz.
AKP’nin %49 oy oranı ile birçoğumuzu şaşırtacak düzeyde 2011 yılının seçim potansiyeline ulaşmış olmasının önemli yansımalarından biri, sıklıkla vurguladığımız gibi sosyolojik olarak İslamcılaşan bir toplum yapının ortaya çıkmasıdır. ‘Radikal İslamcı Hareketin’ gelişmesinin bütün toplumsal ve politik koşullarını hazırlayan bu durum, önümüzdeki dönemde toplumsal dengeler bakımından ciddi bir sorun haline geleceğini gösteriyor.
7 Haziran sonrası süreci hem iyi analiz eden hem de devlet olanaklarını da sonuna kadar kullanan AKP, süreci kendi lehine dönüştürmeyi bildi:
Siyasal gerilim ve şiddet politikası üzerinde yükselen istikrarsızlığı kendi hanesine yazmayı başardı. PKK’ye yönelik saldırılar ve özellikle Kürt illerinde yürütülen savaşı milliyetçi dalganın geliştirilmesinde ve milliyetçi oylarının önemli oranda AKP’ye yönelmesini başardı. Bu bakımdan Erdoğan’ın yıllardır uyguladığı gerilim politikası, bir kez daha toplumsal karşılığını buldu.
Suruç Katliamı ile başlayan, HDP binalarına ve kitlesine yönelik saldırılarla artan, Ankara’da toplum bir katliamla devam eden süreç esasen HDP’nin iç dinamiklerini kırmaya, hareket halindeki gücünü etkisizleştirmeye ve giderek kendi kabuğuna çekilerek seçim faaliyetlerinde edilgen bir yapıya dönüştürmeye yönelik politika çok önemli oranda başarılı oldu. HDP esasen bir seçim çalışması yürütmedi dahası yürütemedi.
Tuğrul Türkeş’i MHP’den koparan AKP, savaş politikalarını geliştirerek milliyetçi kesimlere yönelik çok özel bir politika geliştirdi. Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran’dan itibaren HDP’ye yönelik geliştirdiği saldırı ve tasfiye merkezli politikaları, esasen AKP’nin güçlenmesine hizmet etti. AKP’nin yeniden iktidar olmasına ve partisinin ciddi bir oy kaybına pek üzülmeyecek olan Bahçeli, HDP’nin oy ve milletvekili sayısındaki düşüşe çok daha sevineceği biliniyor.
Erdoğan’a yönelik yapılan eleştirilerin esasen İslamcı iktidara yönelik bir saldırı olduğu tezini işleyen İslamcı medyanın öncelikli hedeflerinden biri de Saadet Partisi-Büyük Birlik Partisi’nin kitlesiydi. 7 Haziran seçimlerinde SP-BBP ittifakının bu kez kurulmamış olması, geliştirilen İslamcı-Milliyetçi propagandanın etkisiyle bu iki partinin tabanının AKP’ye yönelmesini sağladı.
7 Haziran’dan itibaren devletin yönetememe krizi nedeniyle oluşan ekonomik istikrarsızlığın çok daha fazla gelişmesi özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde ciddi bir kaygı ve korkuya yol açtı. AKP olmaksızın ekonomik krizin çok daha derinleşeceği propagandası Türkiye’nin ticaretinde çok önemli bir sosyal taban oluşturan orta-küçük ölçekli sektörlerde karşılığını buldu, kaybetme korkusu AKP’ye oy olarak döndü denebilir.
AKP merkezli Erdoğan, 7 Haziran sonrası süreci kendi lehine dönüştürmeyi başardığı görülüyor. Bu süreçte hem AKP üzerindeki gücünü yeniden tesis etti hem de toplumsal dinamiklere yönelik bir kısım örgütsel mekanizmalar geliştirdi. Bunun en somut örneği birçoğumuzun küçümsediği ‘Muhtarlar Toplantıları’nın süreklileştirmesi oldu. Halkla ilişkilerin en önemli halkasını oluşturan muhtarlar üzerinde yarattığı örgütlenme, AKP’nin taban örgütlenmesine yeni bir zemin hazırladı.
Ortaya çıkan tabloya bakıldığında, AKP bakımından önemli sonuçlar doğurdu.
Birincisi, Anayasa’nın referanduma götürecek düzeyde bir milletvekili sayısına ulaşılmamış olsa da mevcut anayasa artık bütünüyle ‘yok hükmünde’ sayılacaktır. Erdoğan’ın uygulamaya başladığı fiili başkanlık sisteminin pratik-politik sonuçları çok daha belirgin olarak hissedilecektir.
İkincisi, Erdoğan’ın AKP içerisindeki mutlak ağırlığı çok daha fazla artacak ve Erdoğan hem doğal hem de güncel sürece dahil olan bir lider olarak çok daha fazla ön plana çıkmaya devam edecektir.
Üçüncüsü, Davutoğlu başbakanlığında %49 oranında oy almış olmasına rağmen, Erdoğan’a karşı yeni bir lider olarak çıkma şansı bulunmuyor. 7 Haziran seçimlerine oranla bugün çok daha zayıf bir konumda olan Davutoğlu, Erdoğan’ın gölgesinde kalmayı içine sindirmiş ve hatta başkanlık sistemine geçmek için anayasayı değiştirmeye öncülük edecektir. Bütünüyle Erdoğan’a tabi bir Davutoğlu gerçeği olacak ve oluşturulacak Bakanlar Kurulu’nda Saray’ın mutlak etkinliği olacaktır.
Dördüncüsü, AKP’nin bölünme koşulları önemli oranda ortadan kalktı ve Gül merkezli yeni bir oluşum belirsiz bir tarihe ertelendi. Bu aynı zamanda küresel sermayenin Türkiye’nin iç dinamiklerinin Gül üzerinden yeniden dizayn edilme projesini daha bir sürece gündemde çıkartacaklardır.
Beşincisi, Erdoğan merkezli AKP’nin, Gülen cemaatine karşı baskıları çok daha fazla artacaktır. Önümüzdeki süreçte Bank Asya ve İpek-Koza örnekleri daha fazla artacaktır. Erdoğan, Gülen cemaatinin ekonomik gücünü kırmadan etkisiz hale getiremeyeceğinin farkındadır.
Altıncısı, Medyanın çok daha fazla kontrol altına alınması için yeni yasal düzenlemeler yapılmasının önü açılmış olsa da Doğan grubuna yönelik operasyonlar İpek-Koza medyası gibi çok aleni ve kabaca olmayacaktır. AB ve ABD ile olan ilişkiler dikkate alınarak çatışma-uzlaşma politikasını benimseyecektir.
Yedincisi, AKP’nin PKK’ye yönelik başlattığı saldırıların politik yansıması çok belirgin olarak ortaya çıktı. Ancak devletin PKK ile uzun süreli bir savaşı sürdürecek düzeyde olmadığı, hem uluslararası ve bölgesel ilişkiler hem de ekonomik veriler bakımından bunun son derece zor olduğu görülüyor. Bundan sonra çözüm süreci olarak adlandırılan ve esasen tasfiye merkezli Kürt politikası yeniden dizayn edilerek başlatılacaktır. Bu kez AKP, bütünüyle inisiyatif elinde tutacak bir tarzda başlatacağı süreçte ne Kandil’e ne de HDP ciddi bir rol verecektir. İmralı ile bu sorunu çözmenin yolunu arayacaktır. Bu tarz bir politikanın ne kadar başarılı olacağı çok tartışmalıdır ve tersine savaşın çok daha fazla boyutlanmasına ve iç politik krizin daha da derinleşmesine, Türkiye’nin bölgesel yönelimlerini olumsuz yönde etkilemesine yol açacaktır.
Sekizincisi, Uluslararası ilişkilerde izole olmuş, bölgesel ilişkilerde önemli oranda edilgen kalmış AKP merkezli Erdoğan, içte dengelerde sağladığı büyük destekle bölgesel ve uluslararası ilişkilere de kendisi için bir avantaja dönüştürmeye çalışacaktır.
Erdoğan küresel güçlerle olan dengeleri yeniden kurarken, iç politik dengelerde elde ettiği güçle uluslararası politikalara daha uyumlu bir sürece dönebilir. İç politikada artan ağırlığının süreklileştirilmiş bir iktidar için tek başına yeterli olmayacağını biliyor ve yaşıyor. Örneğin Erdoğan gerçeğinin kabul edilmesine paralel olarak AB sürecine ilişkin yeni somut adımların atılması ABD’nin bölgesel politikalarına daha uyumlu hale gelmesi gündeme gelebilir. Küresel güçlerin Davutoğlu’nu ön plana tutma planını bozarak kendisini vitrinde göstermesi için bazı değişikliklere yönelecektir.
Türkiye’yi bölgesel ilişkilerde izole eden Suriye politikasında hissedilecek düzeyde bir değişikliklere yönelebilir. Şam yönetimiyle yeniden diplomatik ilişkilere girmesi, Esad’ın geçiş sürecinde bulunmasını kabul etmesi, ABD merkezli koalisyona çok daha aktif katılması gibi somut adımların atılması söz konusu olabilir. ABD’nin eğitim için Rojava’ya özel askeri birlikler göndermesi ve özellikle YPG ile karada ittifak yapmaya karar vermesi, Türkiye’nin Rojava ve PYD politikasında nispi bir değişime yol açması mümkündür. Örneğin PYD’nin terörist görmeme eğiliminin gelişmesi ve hatta diplomatik ilişkilere girmesi sürpriz olmaz.
Dokuzuncusu, Erdoğan merkezli AKP’nin küresel sermaye ile olan ilişkilerini dengelemesi, hareket halindeki sermayenin yeniden Türkiye’ye akışını sağlamak için özellikle İstanbul sermayesiyle olan ilişkilerini düzenlemek zorunda olduğunu biliyor. Bunun için karşılıklı olacak şekilde daha somut adımların atılması sağlanabilir.
Onuncusu, Erdoğan, AKP’nin sistemin bütün kurumsal yapıları içerisinde örgütlenerek devletleşme sürecini tamamlamak için çok önemli adımlar atacaktır. Öncelikli olarak Cemaatin devlet kurumları içerisindeki gücünü bütünüyle tasfiye etmek, daha sonra gücü önemli oranda zayıflamış geleneksel Kemalist güçlerinin geri kalan kesimlerini bertaraf etmek için çok yönlü bir örgütsel planlama yapacaktır. Bugün ön plana çıkartılmamakla birlikte Ordu’nun aşamalı olarak kontrol altına alınması süreci başlatılacaktır. Devletleşme sürecinin tamamlanmasının en önemli halkası budur. ABD merkezli Genelkurmayın refleksi güç ilişkilerini belirleyecektir.
AKP’nin politik stratejisinde iki temel nokta ön plana çıkacaktır. Birincisi uluslararası ve bölgesel ilişkilerde bozulan dengeleri yeniden kurmak, ikincisi buna paralel devletleşme stratejisini tamamlamaktır.
Ortaya çıkan bugünkü politik tablonun tek sorumlusunu AKP’yi göstermek hem yanlıştır hem de mevcut hataların görülmesini, yeni bir yönelim içine girilmesini engeller. Yani sisteme muhalif olan güçlerin kendisine eleştirel yaklaşmasının önünü kapatır. İddia sahibi olan muhalif güçler kendilerini kapsamlı bir öz eleştiriye tabi tutmalılar, çok kapsamlı politikalar oluşturmalılar ve kurumsal yapılarını çok daha güçlendirmelidirler.
Geleneksel olarak yorumladığımızda muhalefetin çok açık bir başarısızlığı olduğu bir gerçektir. Burada MHP üzerine bir yorum yapmak anlamsız ve yersizdir. CHP bakımından söylenmesi gereken birkaç nokta bulunuyor. CHP, bugünkü politik çizgisiyle mevcut oy potansiyeli dışına çıkma şansına sahip bulunmuyor. CHP’nin oy potansiyeli sabitlenmiş durumda. Bunu bir üst noktaya çıkartması için politik çizgisini belirginleştirmelidir. Kendisini devletin sahibi gören ve politik dengelerdeki değişimi göremeyen CHP’nin Kemalist çizgiden bütünüyle koparak, kendi tarihiyle yüzleşmeden %30’a yaklaşması son derece zordur. Ayrıca AKP’nin, MHP’nin ve Cemaatin artık kalan kadrolarını kendi bünyesini alarak toplumsal tabanını genişletmesi gibi pratik karşılığı olmayan politikalarda ısrar etmesi CHP bitiriyor. Karşımızda toplumun sosyal dokusunu analiz edemeyen bir CHP gerçeği var. Toplumdan kopmuş yeni tipten baronlar kadrosu ile toplumsal dinamikleri yakalaması oldukça güçtür. Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun vizyon sahibi bir lider olmadığı da ortaya çıktı.
Sistem dışı güçleri bünyesinde toplayacak güç olarak ön plana HDP’nin bugünkü politik tablosunu çok yönlü irdelemek gerekir. %13’ten %10,5’e inmiş ve yurtdışında gelen oylarla barajı geçen HDP’nin çok yönlü analiz edilmesi gerekiyor. Önümüzdeki hafta HDP’yi çok geniş olarak analiz edeceğim.
3 Eylül 2015 tarihli “HDP Politik Süreci Nasıl Okumalı Ve Ne Yapmalı” adlı makalemde bugünkü sürecin ipuçlarını vermiş ve gerekli uyarıları yapmıştım.
HDP’nin bu düzeyde gerilemesinin nedenlerin kısa bir özet olarak tekrarlarsam;
Bütün bu olumsuzluklara rağmen HDP’nin parlamentoda olması, sürecin doğru kavranmasında önemli görevleri yerine getirebilir. Kendi rolünü çok daha üst boyutta oynaması gerektiği çok açıktır.
Ancak esas sorun şu; Türkiye’de İslamcılaşan bir toplumsal yapı var. Bu öyle kolay değiştirilmeyecek bir sosyo-politik düzeye ulaşmış bulunuyor. Önümüzdeki dört yıl bu sürecin çok daha fazla gelişmesine hizmet edecektir. Demokratik-ilerici-devrimci güçler bu gerçeği kavramış değiller ve Türkiye’nin demokratik muhalefeti için bir araya gelecek stratejik kurumsal yapılar oluşturmaktan yoksunlar. Yapay çelişkiler üzerinde geliştirilen politikaların kimseye yararı olmadığı artık güçlü ve etkili, kişisel ve grupsal hesapların olmadığı sisteme alternatif demokrasi blokunun oluşturulması zorunlu ve kaçınılmazdır. Bu olmadığı sürece dört yıl sonra bambaşka bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıya kalacağımızı hiç kimse unutmasın.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.