Türkiye politik tarihinin belki de en kapsamlı toplumsal krizini yaşıyor. Gezi Parkı direnişinin birinci yıldönümünden, Lice’deki halk direnişine kadar oldukça yaygınlaşan politik eylemler önümüzdeki sürecin tahmin edilenden çok daha karmaşıklaşacağını gösteriyor. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaştığı bu günlerde, devletin izlediği politikanın merkezinde toplumsal muhalefetin bütünlüklü olarak tasfiyesi bulunuyor. Bu politik kaosun merkezinde Kürt meselesinin durduğunu ve […]
Türkiye politik tarihinin belki de en kapsamlı toplumsal krizini yaşıyor. Gezi Parkı direnişinin birinci yıldönümünden, Lice’deki halk direnişine kadar oldukça yaygınlaşan politik eylemler önümüzdeki sürecin tahmin edilenden çok daha karmaşıklaşacağını gösteriyor. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaştığı bu günlerde, devletin izlediği politikanın merkezinde toplumsal muhalefetin bütünlüklü olarak tasfiyesi bulunuyor.
Bu politik kaosun merkezinde Kürt meselesinin durduğunu ve bu soruna dair somut ve kalıcı çözümler üretilmeden hiçbir gelişmenin olmayacağını sokaktaki insandan devlet yöneten bireylere kadar hemen herkes biliyor.
Kürt ve Türk toplumunun barışa ihtiyacı var. Özellikle bölgesel ilişkilerde çok yönlü gelişmelerin yaşandığı, her yerde savaş çığlıkların yükseldiği bir ortamda barış halklarımıza kazandıracaktır. Bu nedenle, sürecin pozitif olarak gelişmesi ve haklar arasında karşılıklı güvenin yeniden oluşabilmesi için Kürt Özgürlük Hareketi ‘barışçıl ve demokratik çözü’ için ciddi ‘tavizler’ verdi. AKP’nin 10 yıllık iktidarı boyunca, özellikle her seçim öncesinde tek taraflı ateşkesler yaparak sürece katkı yapmak isteyen Kürt Hareketinin barışa yönelik attığı her adım karşılıksız kaldı.
Devlet, hiçbir zaman Kürt sorununun demokratik çözümünden yana olmadığını esas stratejinin tasfiye olduğunu, her ateşkes sürecinde çok belirgin olarak gösterdi. Kürt Özgürlük Hareketine karşı, her türlü askeri ve politik saldırıları kullanarak tasfiye etme stratejisini kesintisizce sürdürdü. Toplumun bütün kesimlerinin izlediği ve tanık olduğu bu tasfiye politikalarının bütünüyle başarısız kalmasına rağmen, devlet aynı çizgide ısrar ediyor.
Özellikle Mart 2013 Newroz’unda, Öcalan, devletle bir konsensüs içinde hazırlanmış olan çağrıyla ‘yeni’ bir dönemin başladığını ilan etti. Öcalan ile MİT merkezli yapılan görüşmeler, sorunun politik çözümüne dair umutlar yarattı. Kürt Özgürlük Hareketi savaşı fiilen durdurarak, demokratik çözüm eksenli bir sürecin başlamasına politik bir zeminin oluşturdu.
AKP ise çözüm sürecini geliştirmek için politik adımlar atmak yerine, kendi politik iktidarını sağlamlaştırmak ve sistem içerisindeki güç ilişkilerini kendi lehine dönüştürmek için bu süreci çok yönlü kullandı. Bugün ortaya çıkan tablo, AKP iktidarının Kürt sorunun demokratik çözümüne dair hiçbir projesinin olmadığını gösteriyor. AKP’lileşen devletin Kürtlere yönelik izlediği stratejinin, geçmişte Kemalist rejimin izlemiş olduğu stratejiden temel bir farkı bulunmuyor. Ciddiye alınabilecek politik bir önemi olmayan ‘küçük’ çaplı bazı değişiklikler, uluslararası ve bölgesel ilişkilerin yarattığı baskılanma sonucu oluşan ve esasen zaman kazanmaya yönelik taktiklerin ve planların bir parçasıdır.
Kürt Özgürlük Hareketine yönelik tasfiyeci politikaların yeni olmadığı biliniyor. AKP’nin de bir çözüm gücü olmayacağı 10 yıldır izlenen politikalardan artık anlamak mümkün. AKP’nin kendisine özgü bir çözüm stratejisinin olmadığı gibi ciddiye alınabilir bir taktik politika dahi oluşturmadı. Türkiye’nin politik realitesi devletleşen bir AKP gerçeğiyle karşı karşıyadır. Bu bakımdan AKP’nin Kürt sorununu çözümü ayrı, devletin ayrı gibi gerçek bir politik durumu yansıtmayan yaklaşımlar çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka bir anlam ifade etmez.
Kürt Özgürlük Hareketi, ‘demokratik çözümü esas almış olması onun politik samimiyetini gösteriyor. Özellikle Ortadoğu’daki politik dengelerin hızla değiştiği, yeni bölgesel stratejilerin oluşmaya başladığı, sınırların yeniden çizildiği bir tarihsel evrede, Kürt sorunun demokratik çözümünün halkların lehine olduğuna inanıyor. Stratejileştirdiği ‘demokratik özerklik’ projesini de, sadece Kürt halkı için değil, genel olarak Ortadoğu halkları için uygulanabilir olduğunu düşünerek, demokratik çözümde ısrar ediyor. Bütün pratiği ve çabası bu yönde olan Kürt hareketi, sürecin başarılı olması ve savaşsız bir çözümün oluşabilmesi için gereğinden çok fazla politik tavizler verdi. Öyle ki Öcalan, hemen her görüşmesinde politik ve kültürel taleplerini minimuma indirgedi. Bir bakıma devlet tarafından gelen önerilere uygun bir politik hat izledi. Amaç, devlet ile Kürt Hareketi arasında ortak ve kabul görebilen bir süreci başlatmaktı.
AKP devleti, Kürt sorunun çözümünde yana bir politikaya sahip olmadığı gibi süreci tek yanlı sürdürdü. PKK’yi, Öcalan’ı hatta BDP’yi muhatap alarak bir çözüm politikası geliştirmedi, dahası böylesi bir sorunu gündeme almadı. Bu bakımdan, 21 Mart 2013’ten beri sürece yön veren çok açıktır ki AKP’dir. Milli Güvenlik Kurulu tarafından alınan stratejik kararlara bağlı olarak, hükümet, MİT, Genelkurmay koordineli bir şekilde süreci kendi belirledikleri hedefler doğrultusunda yürüttüler. Belirlemiş olduğu politikalar ekseninde başarılı da oldular. Müzakare diye bir sorunları olmadığını çok açık olarak ifade ettiler. Mart 2013 tarihinden bu yana, AKP attığı her adımı, kendi politik çıkarlarına göre hesapladı, Kürt Hareketinin politik temsilcilerini muhatap almayacağını da bir çok kez ifade etti. AKP’lileşen devletin bugün izlemiş olduğu çizgi, Kürtlerin politik iradesini kırmak, etkisizleştirmek, içte bir kaos oluşturmak, farklı politik eğilimlere sahip Kürt politik grupları arasında rekabet ve çatışma yaratarak parçalamak ve böylelikle merkezileşmiş bir güç olmaktan çıkartarak “tasfiyeci ve İslamcı asimilasyon” politikalarını uygulamaya koymaktır.
Kürtlere yönelik savaş politikasında tek bir geri adım atmadan, çok yönlü araçları kullanarak sürdüren devlet, Kürt Hareketinin hiç bir bileşenini resmi olarak muhatap almadan, MGK tarafından alınan kararlar doğrultusunda kendi stratejisinde ilerliyor. AKP, Kürt Hareketinin toplumsal, politik ve askeri gücünü kırmak için bütün stratejik damarlarını kesmeye yönelik çok yönlü planı uyguluyor. Askeri savaşın en kanlı biçimini kullanacağına dair çok kapsamlı hazırlıklar yaptığı kamuoyuna yansıdı. Hizbullah ile stratejik iş birliğine girdiği, Kürt El-Kaidesini oluşturmaya yöneldiği, Güney Kürdistan Hükümetiyle PKK’yi yeniden savaştırmak için ciddi baskı yaptığı, Rojava’daki oluşumu tasfiye etmek için ‘Radikal İslamcı Grupları’ çok aktif olarak desteklediği biliniyor. Öyle ki, Rusya üzerinde yeni politik arayışlara yönelen Türkiye, Rojava devrimini tasfiye etmek koşuluyla Esat rejimiyle yeniden görüşebileceğine dair bir yönelim içine gireceğinin mesajını vermeye başladı.
Bütün bunlardan nasıl bir sonuç çıkarmak gerek: Barış süreci denen 18 aylık dönem tam bir başarısızlıktır. Böylelikle gelinen nokta, aslında hiç başlamamış olan ve bütünüyle işlevsizleşen süreç, fiilen sona ermiş bulunuyor. Taraflar sorumluluğu üzerine almamak için bunu açıklamamış olsalar da, gerçek durum bu.
Devlet, Kürt halkının sosyolojik varlığını, politik ve kültürel taleplerini kabul eden hiç bir yasal düzenleme yapmadığı gibi savaş politikaların çok kapsamlı uygulamaya başladı. Bu tehlikeli gelişmeleri gören PKK, AKP ile bu sürecin yürümeyeceğini görüyor ve güven duymuyor. Artık mesele tehlikeyi fark etmenin çok ötesinde olup, pratik-politik sürecin yeniden nasıl örgütleneceği noktasında düğümleniyor.
Kürt Hareketi, tam 10 yıldır AKP’ye büyük şanslar ve olanaklar tanıdı. AKP’nin bugün devletleşmesinde Kürt Özgürlük Hareketinin izlediği politikaların ciddi bir etkisi olduğunu ve tersine bunun politik karşılığını en ufak bir şekilde alamadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.
Bu bakımdan, bazı politik belirlemelere dikkat çekmek gerekli ve zorunludur.
Bir; devlet ile AKP bütünleşme sürecine girmiş bulunuyor. Bu realiteyi kabul etmek gerekir. Özellikle, Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolarının tasfiyesiyle başlayan süreç AKP’nin devletleşmesine yönelik önemli bir hamledir. Bu bakımdan, devletin Kürt sorununa yönelik politikasıyla AKP’nin ki aynıdır. Birbirinden ayırmak gerçekçi değildir.
İki; MİT devletin güvenliğini esas alan bir istihbarat kurumudur. Bütün stratejisinde devletin çıkarlarını korumak ve geliştirmek vardır. MİT’in Öcalan ile yürüttüğü görüşmelerin çözüme endeksli olmadığı, devletin güvenliğinin esas alındığı çok açıktır. MİT gibi kurumsal yapılar, dünyada başka örnekleri olduğu gibi müzakerelerin alt yapı çalışmasını oluştururlar ama resmi görüşmeleri politik güçler yapar.
Üç; Öcalan’ın “AKP adım atmazsa daha kapsamlı bir savaş başlar” uyarısının pratik bir işlevi yok. Çünkü AKP ile devlet arasında politik farklılık bulunmuyor. Devletin en üst politik merkezi ve stratejik kararların alındığı yer olan MGK, Öcalan ile hiçbir müzakere kararı almış değil. Gündemlerinde böylesi bir sorun bulunmuyor. Resmi düzeyde hükümet bakanlarıyla yapılan görüşmelerde de bu çok açık olarak belirtiliyor. Bu bakımdan Kürt tarafının, bir müzakere havasına girmesinin politik bir anlamı bulunmuyor.
Dört, BDP veya bundan sonra HDP heyetinin Öcalan ile yaptığı görüşmeler, bir müzakere görüşmesi olmayıp, aynı tarafta bulunanların karşılıklı bilgilendirme ve değerlendirme toplantısı olduğunu çok açık olarak vurgulamak gerekir. Müzakere, devlet ile Kürt heyeti arasında karşılıklı bir resmiyet içerisinde yapılan toplantılardır. Bugüne kadar resmi düzeyde yapılmış böylesi bir toplantı söz konusu değil.
Beş, Öcalan’ın, ‘devlet heyetiyle derinlikle ve kapsamlı görüşmeler yapıyorum’ dediği nedir ? Bugüne kadar kamuoyunda hiç bir şekilde yansımayan bu ‘derinlikli’ görüşmelerin içeriğinin açıklanması gerekiyor mu ? Ayrıca tam 18 aydır devam eden, derinlikli ve kapsamlı görüşmelere devletin resmi hangi kurumları katılıyor ? Kaç kişiden oluşuyor? Bu devlet heyetine hükümet adına katılan birileri var mı? Ne gibi kararlar alınıyor ? Bütün bunların kamuoyuna açıklanması artık kaçınılmaz hale gelmiştir.
Altı, Kamuoyunun bilgi sahibi olamadığı bu tür açıklamalarla, devletin politikası deşifre edilemez. İlginç olan şu, görüşmeyi gerçekleştirenler eğer devlet adına geliyorlarsa, AKP’nin hükümet olarak, bu heyetin kararlarına ve önerilerine tabi olması gerekmez mi ? Ama olan tersidir. Kimler görüşüyorsa, hükümet ile Öcalan arasında postacı görevini gördükleri ve hiç bir yetkilerinin olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle, Öcalan’ın BDP heyetiyle yaptığı hemen her görüşmesinde devlet heyetiyle “derinlikli görüşmeler yapıyorum” söyleminin iyi anlaşılabilmesi için çok daha somut açıklamalar yapılmasından yarar var.
Yedi, Öcalan, demokratik çözüm politikasındaki ısrarı, savaşsız bir çözüm istediği içindir. Böylesi bir politikanın başarılı olması için yüksek bir çaba göstermesi doğal ve anlaşılırdır. Ancak bu çabanın anlam bulmasının yolu, karşı tarafın da böyle bir yönelim içine girmesi gerekir. Devletin böyle bir amacı olmadığına göre, Öcalan’ın bu oyalamalara karşı çok açık bir tutum alması zaruri hale gelmiştir. Bunu yapar mı yapmaz mı bilemem ama politikanın başarısı, gerçek veriler üzerine yürütülmesiyle olur.
Sekiz, ortaya çıkan tablo, sürecin politik olarak yürümediği ve başarısız kaldığıdır. Devlet bakımından böylesi bir sorun yok. Çünkü kendi politik planlarını aşamalı olarak uyguladılar. Ancak Kürt hareketinin beklenti ve hedefleri bakımından aynı şeyi söylemek zordur. Öcalan’ın 21 Mart 2013 tarihindeki açıklaması ‘büyük barış’ adına ciddi bir beklenti yarattı. Beklentiler gerçekleşmedi. Devletin, PKK’ye yönelik stratejisinde hiç bir değişiklik olmadı. Peki bu sürecin politik sorumluluğunu kim üzerine alıyor?
Devletin politik yöneliminin ne olduğunu ve olacağını bir çok makalemde dile getirdim. Tekrarlamaktan yarar görüyorum: Devletin çok büyük bir sürpriz yapıp politikasında bir değişikliğe gideceğini sanmıyorum. Tersine aktif savaş ortamını oluşturmak büyük bir çaba ve hazırlık içinde olduğuna dair çok sayıda veri var. Umarım yanılırız!
Erdoğan, devlet tarafından işlenen binlerce faili meçhul cinayetlerde öldürülen yüzlercesinin çocuk olduğunu, 12 yaşındaki Ceylan Önkol’un askerlerin attığı hava topuyla katledildiğini, 14 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın polis kurşunuyla öldürüldüğünü, Roboski’de savaş uçaklarıyla katledilenlerin 17’sinin çocuk olduğunu, 2000’e yakın Kürt çocuğunun halen cezaevinde yattığını, Kozan cezaevindeki örnek gibi çocuklara taciz ve tecavüz girişiminde bulunulduğunu, terörist olarak ilan ettiği Berkin’in henüz 14 yaşında olduğunu unutarak, PKK’ye, “kaçırdığı çocukları geri getirsin, yoksa B ve C planımız devreye girer” diye tehdit savurması, savaşın bütün boyutlarını devreye sokacağını gösteriyor. PKK’nin ideolojik-politik felsefesinde, çocuk kaçırma, gençlerin kendi istekleri dışında zorla gerillaya almak yoktur. İlişki gönüllük esasına göre kurulmuştur. Ayrıca yaşı uygun olmayanları savaş sürecine dahil etmeyeceğine dair yazılı hükümleri bulunuyor. Devlet, PKK’nin bu yaklaşımını çok iyi biliyor.
Erdoğan’ın amacı üzümü yemek değil bağcıyı dövmek; bugüne kadar sürdürdüğü savaş politikalarını daha üst boyutta devam ettirmek için gerekçe arıyor. Bunun güncel açından üç nedeni ön plana çıkıyor: Birincisi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini hesaba katarak gerilim politikasını Kürtler üzerinde sürdürerek MHP’ye kaptırdığı milliyetçi oyları geri almayı planlıyor. İkincisi, Soma’daki madenci katliamı ile prestiji ciddi oranda sarsıldı. 30 Mart seçimlerinden sonra % 4-6 civarından oy kaybettiği tahmin edilen AKP’nin Yalova’da ve Ağrı’da almış olduğu yenilgi Erdoğan’ı telaşlandırdı. Bunun için toplumun dikkatlerini yeniden PKK ile çatışmaya yönlendirerek hedef şaşırtmak istiyor. Üçüncüsü, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, eğer Kürt Hareketiyle masaya oturmak zorunda kalırsa, savaşı yeniden gündemleştirerek baskı yaratmak istiyor. Kürtlerin stratejik taleplerini yok hükmünde sayarak görüşmeleri minimum düzeyde tutmayı hedefliyor. Ancak Ağrı seçim sonuçları AKP’nin kimyasını bozmakla kalmadı, 30 Mart’taki Yerel Seçimlerde, Kürt illerinde yapılmış olan hilelerin boyutlarını ortaya çıkardı.
Sonuç olarak: Adına ‘barış ve müzakere’ denen süreç, resmi olarak ilan edilse de, edilmezse de, her iki taraf bakımından fiilen sona erdi. Devletin planı savaşı çok yönlü geliştirmek. Kürt hareketi, özellikle toplumsal kitle hareketlerini çok kapsamlı geliştirerek, saldırıları boşa çıkartma potansiyeline sahiptir. Kürtlerin çok farklı politik eğilimleri, devletin olası saldırılarına karşı ortak hareket etmeleri bir bakıma zorunlu ve kaçınılmazdır.
Ayrıca Türkiye toplumunun ilerici, demokratik güçleri ciddi bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar. AKP’nin yeniden yaratmak istediği Kürt-Türk saflaşmasına dayanan politik-provokasyonuna karşı güçlü bir karşı koyuşu örgütlemeleri ve Kürt halkına yönelik olası saldırılarda aktif tutum almaları gerekir. Gezi ruhunun öğrettiği budur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.