Marksist teori gerçek özelliklerini ancak devrimci bir kitle hareketiyle doğrudan doğruya ilişki kurarak kazanır. Devrimci kitle hareketi eylemden yoksunsa ya da yenilgiye uğramışsa teori kaçınılmaz olarak bozulur
Kapitalist üretim tarzının yapısını ve gelişmesini ekonomik açıdan ortaya koyan Marx, sınıflar, devlet, siyaset ve devrimci sosyalist mücadelesinin strateji ve taktikleri konularına yeterince eğilmedi. Ayrıca tarihsel materyalizm konusunda da geniş kapsamlı açıklama getirmedi. Bu konular Marx’tan sonraki takipçileri tarafından ele alındı ve geliştirildi. “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler” kitabını yazan Perry Anderson’a göre; Marx ve Engels’in siyaset teorisinden uzak kalmaları o dönem işçi sınıfının içinde bulunduğu nesnel durumla bağlantılıdır.
Anderson’a göre, Orta Avrupa işçi sınıfı partilerinin hızla gelişmesi, Doğu Avrupa’da eski rejim karşısında güçlenen halk ayaklanmaları doğrudan doğruya proletaryanın kitle mücadelesine dayanan ve proletarya örgütleriyle bütünleşen yeni bir siyaset teorisinin şartlarını yaratıyordu. 1905 Rus Devrimi, Marksizm’in tarihinde bilimsel nitelikteki ilk stratejik siyasi çözümlemesini, Troçki’nin “Sonuçlar ve Olasılıklar” adlı eserini getirdi. Marksist siyaset teorisinin örgüt ve taktik düzeyinde sistemli bir biçimde kurulması ise Lenin’in eseridir. Lenin, “Ne Yapmalı?”, “Bir Adım İleri İki Adım Geri”, “Sosyal Demokrasinin İki Taktiği”, “Moskova Ayaklanmasının Verdiği Dersler”, “Rus Sosyal Demokrasisinin Tarım Programı”, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” ve 1914’ten önce güncel konular üzerine yazdığı pek çok makale ve denemesi ile Marksist siyaset bilimini kurmuştur. Ayrıca Lenin’in yazdığı “Nisan Tezleri”, “Devlet ve Devrim”, “Marksizm ve Ayaklanma”, “Sol Komünizm” ve “Ayni Vergiler” gibi eserleri de tarihsel materyalizm içinde yeni fikirler getirdi. Anderson’a göre Lenin’in 1924 yılında ölümü ve yerine Stalin’in geçmesiyle Sovyetler Birliği’nde her türlü ciddi teorik çalışma sona erdi. 1929’da Troçki sürgüne gönderildi, 1940’ta öldürüldü. 1931’de görevden alınan Riazanov bir çalışma kampında öldü. 1929’da susturulan Buharin 1938’de kurşuna dizildi. 1930’dan önce çökertilen Preobrajenski 1938’de hapishanede öldü.
Anderson 1942 ve 1943’ün kırılma yılları olduğunu söyler: O yıllarda Kızıl Ordu’nun Almanya’ya karşı kazandığı zafer Avrupa’nın Nazi nüfuzundan kurtulmasını sağladı. SSCB’nin yükselişi bütün Doğu Avrupa’nın kaderini çizdi. Prusya, Çekoslavakya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk’ta kısa zamanda sosyalist rejimler kuruldu. Avrupa Marksizmi ise özellikle 1920’den sonra Almanya, Fransa ve İtalya’da yoğunlaştı. Bunun nedeni işçi sınıfının önemli kesimlerinin desteğini, radikal aydın kesimlerinin desteğiyle birleştiren kitle komünist partileri olan ülkeler olmasıdır. Batı Marksizmi’nin öncüleri Lukacs, Korsch ve Gramsci’dir. Bu teorisyenler dönemin devrimci hareketlerine doğrudan katılmış ve bu hareketleri örgütlemişlerdir. Lukacs 1919’da Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin Halk Eğitimi Komiseri’ydi. 1928’de kısa bir süre partinin genel sekreteri oldu. Korsch 1923’te Thuring hükümetinin komünist Adalet Bakanıydı. Gramsci 1919-1920 yıllarında Torino fabrika konseylerinin örgütleyicisi ve teorisyeni idi. Ertesi yıl İKP’nin (İtalyan Komünist Partisi) kurucu üyelerinden biri olmuş ve 1924’te partinin en etkili önderi haline gelmişti. Anderson, faşizm ve Stalinizm’i Avrupa işçi sınıfı hareketinin farklı biçimlerde uğradığı felaket olarak görür ve bunların Marksist teorinin taşıdığı potansiyeli dağıtmak ve yok etmek için birleştiklerini öne sürer. Almanya’da 1929’da Frankfurt’ta kurulan “Toplumsal Araştırma Enstitüsü” (Frankfurt Okulu) Batı Marksizmi’nde yeni bir dönem getirmiştir. Pozitivist nitelikli sosyolojik araştırmalara yönelen enstitü Marksist gelenekten, hatta nerdeyse siyasetten tamamen kopuk bir tavır sergilemiştir.
Batı Marksizmi’nin özelliğini bir yenilginin ürünü olarak tarif eden Anderson, sosyalist devrimin Rusya dışında yayılamaması ve Rusya içinde de bozulmasının etkilerini bu dönemin teorik geleneğinin ortak temeli olarak görür. Batı Marksizmi’nin belli başlı eserlerinin hepsi de siyasi yalnızlık ve umutsuzluk ortamlarında yazılmıştır. Lukacs’ın “Tarih ve Sınıf Bilinci” Macar Komünü’nün ezilmesinden sonra Viyana’da sürgünde yazılmıştır. Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” İtalyan işçi sınıfı hareketinin faşizm zaferiyle kesin biçimde ezilmesinden sonra Bari yakınlarında bir hapishanede yazılmıştır. Frankfurt Okulu’nun en önemli iki eseri savaştan sonra Batı Almanya’da ve Amerika’daki tepkiciliğin en kötü anında yayımlanmıştır. Adorno’nun “Minima Moralia”sı (1951) Almanya’da AKP’nin (Almanya Komünist Partisi) resmen kapatılması yoluna başvurulduğu yıl, Marcuse’un “Aşk ve Uygarlık”ı da Amerika’daki McCarthycilik çağında yazılmıştır.
Anderson’a göre, 1920’lerin sonuna doğru bürokratik bir anlayışla örgütlenerek SSCB’nin ideolojik anlayışına bağlı kılınan III. Enternasyonelin yarattığı partilerin Stalincileşmesi Batı Marksizmi üzerinde olumsuz bir iz bıraktı. Batı Almanya’da komünizmin işçi sınıfı içinde nerdeyse silinmesi, Fransa ve İtalya’da ise komünist kitle partilerin doğup güçlenmesiyle Marksizm’in coğrafi konumunda bir değişiklik meydana geldi. Bu dönemde komünist kitle partisi içinde yönetimle bütünleşmemiş hiçbir üye çok özel bir dil kullanmadan siyasi konularda en küçük bir eleştiride bulunamazdı. Batı Marksizmi kapitalizmin ekonomik hareket kanunlarının irdelenmesi, burjuva devletin incelenmesi, sınıf mücadelesinin stratejisi gibi tarihsel materyalizmin en önemli alanlarında suskunluğa girmiştir. Teorik çalışma alanında ya örgüte bağlılığı ya da bireysel yalnızlığı zorunlu kılan iki katı tercihle karşı karşıya kalınması tarihsel materyalizm ile sosyalist mücadele arasında bir bağ kurulması imkanını önlüyordu.
Anderson, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 20 yıl boyunca Batı Marksizmi’nin özgün ekonomik ve siyaset teorisinde önemli eser verilmemesinin nedenini sadece faşizmin etkilerine veya örgütsel kurumların baskılarına bağlamaz. Sermayenin de bu dönemde önemli ölçüde güçlü olmasına da işaret eder. Bu dönemdeki geniş hacimli büyüme üretim tarzının çöküşe ya da bunalıma gittiği yolundaki kehanetleri altüst etti.
Ekonomi ve siyasi yapıların teoriden uzak kalması Batı Marksizmi’nin felsefeye yönelişiyle paralel yürümüştür. Lukacs, Althusser, Korsch, Colleti gibi felsefeyi meslek edinen filozoflar Marksist gelenek içinde etkili olmuşlardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Marksist teori tamamıyla üniversitelerin eline geçmiştir. Bu dönemde Lukacs, Lefebvre, Goldmann, Korsch, Marcuse, Della Volpe, Adorno, Colleti, Althusser profesör unvanı ile üniversite kürsülerinde felsefe dalında ders vermiştir.
Batı Marksizmi, Marx’ın gelişme yolunun tam tersi bir yoldan gitti. Marx öncelikle felsefe ile başlamış daha sonra siyaset ve ekonomiye yönelmişti. Batı Marksizmi ise özellikle Frankurt Okulu’ndan sonra ekonomi ve siyasetten felsefeye yönelmiştir. Genç Marx’ın eserleri özellikle de “1844 Ekonomi ve Felsefe El Yazmaları” ile “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” pek çok Batılı Marksistin inceleme alanına girmiştir. Bu dönemde Marksizm’de eksik olan yöntem sorunu üzerine pek çok çalışma yapılmıştır. Bu eserlerde kullanılan dil ise son derece özelleşmiş ve anlaşılması zordu. Anderson bu durumun sonucu olarak Marksizm ile siyaset arasındaki ilişkinin koptuğunu vurgular. Çapraşık dilin nedenini sadece bireysel ve öznel açıklamalara bağlamaz. Bunun nedenini sınıf mücadelesinde yenik düşüldüğü için içe kapanmaya bağlar. Devrimci sınıf hareketinin itici gücü olmayınca bütün bir geleneğin yönü çağdaş burjuva kültürüne kaymıştır.
Anderson’un Batı Marksizmi konusundaki tezlerini şöyle özetleyebiliriz: Devrimlerin 1914 sonrası Avrupa’da uğradığı başarısızlığın doğurduğu Batı Marksizmi, sosyalist teori ile işçi sınıfı pratiği arasında gittikçe artan bir kopukluk içinde gelişti. Sovyet devletinin emperyalistlerce yalnızlığa itilmesiyle açılan bu teori-pratik uçurumu SSCB ile Komintern’in Stalin’in yönetiminde bürokratlaşmasıyla da kurumsal olarak genişleyip pekişti. Bu dönemin komünist partilerin bünyesindeki yapısal teori-pratik ayrılığı klasik Marksizm’e özgü siyaset ile düşünceyi birleştiren bir ortaklığı önlüyordu. Bunun sonucu olarak işçi sınıfından uzak kalan teorisyenler üniversitelere çekildiler. Teori de ekonomi ile siyasetten felsefeye kaydı. Bu uzaklaşma dil zorluğunu, dil zorluğu da kitlelerden uzaklaşmayı getirdi. Ayrıca değişik ülkelerin teorisyenleri arasında bildirişim düzeyi de düştü. İşçi sınıfı pratiği ile bağı yitiren Marksist teoriyi Marksizm dışı, idealist çağdaş düşünce sistemlerine yöneltti. Marx’ın ilk dönem eserlerinin keşfedilmesiyle de Marksizm’in eski Avrupa felsefesi içindeki fikirlere dönük arayışı gündeme geldi.
Anderson’un önerisi ise, bu gelenekle hem onu öğrenerek hem de ondan koparak hesaplaşmaktır. Bir geleneğin belli bir coğrafyaya bağlı kalışı onu bağımlı hale getirip zayıflatır. Batı terimi kaçınılmaz olarak sınırlandırıcı bir yargıyı dile getiriyor. Evrensellikten yoksunluk bir doğrunun eksikliğini gösterir. Tarihsel materyalizm dar görüşlülüğün her türlüsünden kurtulduğunda bütün gücünü ortaya koyabilir. Marksist teori gerçek özelliklerini ancak devrimci bir kitle hareketiyle doğrudan doğruya ilişki kurarak kazanır. Devrimci kitle hareketi eylemden yoksunsa ya da yenilgiye uğramışsa teori kaçınılmaz olarak bozulur.
Perry Anderson’un “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler” kitabı Batı Marksizmi’nin içeriği ve sınırlılıkları ile bugün Marksist teorinin gündemindeki önemli sorular hakkında düşünmek tartışmak isteyenler için önemli bir başvuru niteliğinde.
Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, çeviren:Bülent Aksoy, 1. Baskı 2004, Birikim Yayınları, 181 sayfa.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.