Sosyalizme barışçıl geçiş ya da barışçıl dönüşüm yerine “şiddet yoluyla devrim”in gerekliliği, Marksist-Leninistleri oportünistlerden ayıran en önemli noktalardan biridir; bu, sınıfların devrilmesinde devrimci şiddetin zorunluluğuna olan inançtan ileri gelir
Çevirmenin notu:
Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, İran Halkın Fedaileri Örgütü tarafından Şubat 1982’de yayımlanan İran Devrimi ve Proletaryanın Görevleri başlıklı broşürde yer almaktadır. Bu broşür, örgütün İdeolojik Mücadele Bülteni serisinin yedinci sayısı olarak basılmıştır.
Metin, Kruşçev sonrası Sovyet revizyonizmine ve onun “barış içinde bir arada yaşama” çizgisine karşı geliştirilen Marksist-Leninist eleştirinin teorik bir yoğunlaşmasını sunuyor. Ancak yalnızca dönemsel bir polemik değil; devrim ve savaş, barış ve teslimiyet, devrimci şiddet/proleter şiddet ve sınıf uzlaşısı gibi tarihsel-politik sorunsalları teori ile pratiğin kesişiminde yeniden kuran bütünlüklü bir müdahale niteliği taşımakta. Her ne kadar metnin özgün bağlamı, 1979 İran Devrimi sonrasında şekillenen karşıdevrimci süreç ve 1980’li yıllardaki uluslararası komünist hareketin yönelimleri olsa da daha genel ve evrensel bir stratejik pozisyon alışa pencere aralıyor. Bugün için de, savaş ve devrim, teslimiyet ve mücadele, enternasyonalizm ve reel politik gibi sorulara yeniden dönmeyi gerekli kılan bu türden metinler, komünist hareketin teorik mirasında canlılığını koruyan tartışmalara katkı sunma potansiyeli barındırıyor.
Bu metne ulaşmak kolay olmadı; dijital arşivlerde ya da akademik kataloglarda herhangi bir kopyasına rastlamak mümkün değildi. Bu nedenle, broşürün fiziksel nüshasını kişisel arşivinden benimle paylaşan Angel Gonzalez’e, bu tarihsel belgenin Türkçede de erişilebilir hale gelmesine katkı sunduğu için içtenlikle teşekkür ederim.
Son olarak ara başlık ve köşeli parantezler, metni okumayı kolaylaştırmak için çevirmen tarafından eklenmiştir.
Savaş ve barış, barış içinde bir arada yaşam ve barışçıl rekabet üzerine sorular, Sovyet dış politikasının temelini oluşturan, Kruşçev’in “çağın değişimi”ne ilişkin analizinden doğmuş oportünist sonuçlardır. Bu yaklaşım, sosyalist ülkelerin ve komünist partilerin dış politikasını tümüyle devrimci karakterinden sıyırıp atar. Eğer savaşlar ve proleter devrimler artık devrimci dönüşümün merkezi meseleleri değilse ve çağımızın odak noktası “barış” olmuşsa, o hâlde devrimci hareketleri güçlendirme siyaseti yerine “barış içinde bir arada yaşama” benimsenmeli, buna bağlı olarak sosyalist ülkelerin dış politikası da dünya çapında karşıt iki sistem arasındaki ekonomik rekabete dayanan barışçıl rekabet üzerine kurulmalıdır. İşte Kruşçev’in temel argümanı budur.
Peki, çağımızın temel meselesi barış ve bir arada yaşam mı, yoksa devrimler ve savaşlar mıdır?
Çağımızın genel hatları göz önüne alındığında, barış ve sınıf işbirlikçisi vaizlerin öne sürdüğünün aksine, Lenin çağımızı en şiddetli sınıf çatışmalarının, büyük devrimci altüst oluşların, savaşların ve devrimlerin çağı olarak görmüştür. Proletarya Devriminin Askeri Programı’nda şöyle yazar:
Mevcut emperyalist savaş, büyük emperyalist ülkelerin iki bloğunun politikalarının bir devamı ve emperyalist döneme özgü bir dizi ilişkinin sonucudur. Ancak aynı dönem kaçınılmaz olarak ulusal baskıya karşı mücadelenin, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin de ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bu, öncelikle ve kaçınılmaz olarak ayaklanmalara, devrimci ulusal savaşlara; ikinci olarak proletaryanın burjuvaziye karşı savaş ve ayaklanmalarına; nihayetinde ise bu iki tür devrimci savaşın birleşmesine varacaktır.
Şimdi 20. yüzyılı günümüze kadar olan dönemiyle ele alalım. Dünyada şu ana kadar yaşanan hemen tüm olaylar, Lenin’in bu analizinin doğruluğunu kanıtlamıştır. Bahsi geçen yıllarda, bir dizi ilişkinin sonucu olarak en şiddetli sınıf çatışmalarına, büyük devrimci altüst oluşlara ve savaşlara tanık olduk. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, emperyalist ilişkilerin bir ürünüydü. Ancak Kruşçev revizyonizmi, çağımızı çarpıtarak pratikte devrimleri ve savaşları reddetti. Savaşlara ve devrimlere neden olan nesnel yasaların ve ilişkiler bütününün artık ortadan kalktığını savundu. Kruşçev’e göre, emperyalizm saldırgan doğasını yitirmişti ve artık “kalıcı barış”tan, uluslararası sorunların “karşılıklı anlayış” ile çözülmesinden söz edilebilirdi. Oysa bu iddiaların yanlışlığı hem teoride hem de pratikte kanıtlanmıştır.
Bugün hâlâ Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni ve pek çok başka komünist partiyi esir alan bu sapma, “gerilimi azaltma” kisvesi altında devrimci harekete ciddi geri adımlar attırmıştır. Bu partiler, şu açık gerçeği dahi görmezden geliyorlar: “Savaşlar ancak burjuvazi yalnızca bir ülkede değil, tüm ülkelerde devrilip onu mülkiyetten tümüyle yoksun bırakmayı başardığımızda önlenebilir.”
Komünistler açısından savaş ve barış meselesi ancak bu yadsınamaz ilkenin temelinde kavranabilir. Eski düzenin savunucuları dışında hiç kimse, komünistlerin geçmişte savaşı savunduğunu ya da gelecekte savunacağını iddia edemez. Komünistler daima kalıcı barış için mücadele etmişlerdir. Ancak komünistler küçük burjuva idealistleri veya ütopyacı hümanistler de değildir. Onlar her zaman somut gerçekliklere göre hareket ederler; savaşları durdurmak, savaşlara [sonsuza dek] son vermek için sömürü ve adaletsizliğe dayanan düzeni, sınıf sistemini yıkmamız gerektiğinin bilincindedirler.
Tüm savaşlar -ister iç savaş ister ulusal kurtuluş savaşları ister emperyalist savaşlar ya da yerel savaşlar olsun- belirli yasalardan doğar. Bu nedenle, bu savaşların nedenlerini iyi kavramalı ve asıl olarak sınıflı toplumu ortadan kaldırmayı; burjuvazinin devrimci yollarla alaşağı edilmesini hedeflemeliyiz. Fakat bu, proleter devrimler, iç savaşlar, ayaklanmalar ve şiddetli toplumsal mücadeleler olmadan mümkün değildir. Kapitalizm var olduğu sürece, savaşlar da var olacaktır. Haksız savaşları ortadan kaldırmak için, haklı savaşlar gereklidir. Bu, savaş ve barış sorununa dair doğru ve bilimsel bir kavrayıştır ve savaşın ortadan kaldırılmasına yönelik komünist programın temelini oluşturur.
Ancak bu, komünistlerin barış mücadelesinden vazgeçeceği veya öznel bir unsur olarak dünya savaşlarını engellemede etkisiz kalınacağı anlamına mı gelir? Kesinlikle hayır! Komünistler, her zaman dünya barışı mücadelesinin en ön saflarında yer almalıdır; ancak bu, devrimci programlarından ödün vererek veyahut küçük burjuva fikirlere kendilerini kaptırarak değil, nesnel yasaları kavrayarak ve bu yasaları denetim altına alma çabasıyla yapılmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, devrimci cephenin sürekli güçlendiği ve emperyalizmin zayıfladığı bir dönemde, barış ile savaş güçleri, devrim ile gericilik arasındaki dengenin, dünya savaşlarını önleme konusunda gerçek bir imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak içinde bulunduğumuz çağa hükmeden genel yasalar değişmemiştir ve Lenin’in emperyalizm çağında savaşların kaçınılmazlığına dair teorileri ilk günkü kadar geçerliliğini korumaktadır.
Dünya ölçeğindeki bir dizi değişim nedeniyle, sosyalizme karşı emperyalizmin giderek zayıfladığı açıktır; bu da emperyalist ülkeler arasındaki savaşların biçimini değiştirmiştir. Artık çok sayıda yerel savaşa tanıklık ediyoruz. Arap Ortadoğu’sundaki gerici rejimlerin savaşları, Türkiye ve Kıbrıs arasındaki savaş, Hindistan-Pakistan çatışması, İran-Irak Savaşı, Latin Amerika ve Afrika’daki gerici rejimlerin savaşları bu tür savaşlara örnektir.
Kısacası, günümüzde Kruşçev’in “kalıcı barış” teoremi ve uluslararası sorunların “karşılıklı anlayışla” çözülebileceği yönündeki iddiası tümüyle idealizmdir; varacağı tek yer ise devrimci siyasetten uzaklaşma ve emperyalizme teslimiyettir. Kruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama” politikası, emperyalizmi rüşvetle yumuşatma çabası ve proleter devrimci çizgiden sapma anlamına gelir.
Oysa Lenin, barış içinde bir arada yaşama tezini, dünya çapındaki devrimci hareketleri güçlendirme hedefine hizmet eden devrimci bir politika olarak ileri sürmüştü. Lenin’e göre, bu teori, dünya halklarının proletarya devrimlerini hızlandırma amacı için kullanılmalıydı; sosyalist bir ülkenin dış politikasının temeli ve asli unsuru olarak değil.
“Kapitalizm ve sosyalizm var oldukça, bu ikisi bir arada var olamaz; eninde sonunda biri diğerine galip gelecektir” der Lenin. Buna karşın, dış politikalarını barış içinde bir arada yaşam ilkesine dayandıran Kruşçev ve Sovyetler Birliği’nin diğer yöneticileri, bu ilkenin emperyalistlerin uluslararası sorunları çözmede yol gösterici olabileceğini, hatta onları başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmekten alıkoyacağını ve diğer ülkelere saygı duymaya sevk edeceğini varsayarak hareket ediyorlar.
Açıktır ki, Kruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama” politikasının teslimiyetten başka bir anlamı yoktur. Bu anlayış bir kere dış politikanın özü hâline geldiğinde, “zafer”in de ancak barışçıl rekabet ile kazanılabileceği kabul edilmiş olur.
Barış içinde bir arada yaşamın odak noktası, iki sistem arasındaki iktisadi rekabettir. Peki bu ne anlama mı geliyor? Devrim ve sınıf mücadelesinin inkârı! Şayet barış içinde bir arada yaşamak, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki iktisadi rekabet anlamına geliyorsa ve “mücadelenin en önemli alanı iktisadi alansa”, yani emperyalizmin nihai yenilgisi bu rekabetle mümkünse, o hâlde artık proletarya devriminden, sınıf mücadelesinden ve devrimci mücadelenin rolünden de bahsetmeye gerek yoktur. İktisadi rekabetin, emperyalizmi kesin olarak yenilgiye uğratabileceğini ve [devrimci mücadele yerine] en önemli mücadele alanının iktisadi rekabet olduğunu düşünen birinin gerçekten bunu tahayyül edebiliyor olması dahi aklın sınırlarının dışında bir safdilliktir. Sovyetler Birliği’nin peş peşe aldığı yenilgiler ve en son Ortadoğu’da yaşadığı hezimet, bu türden teorilerin trajik sonuçlarını gösteriyor.
Demek ki günümüzün temel meselelerinin savaşlar ve devrimler olduğu sonucuna varıyoruz: “Politika ve propagandamız, savaş fikrini teşvik etmeyi değil, savaşları sona erdirmeyi hedefler.” Pratik göstermiştir ki tüm savaşları kalıcı olarak bitirmenin tek yolu sosyalist devrimdir.
Barış içinde bir arada yaşam ilkesi, hiçbir şekilde bir dış politikanın özü olamaz; temel odak, emperyalizme karşı mücadele eden devrimci hareketlere destek vermek olmalıdır.
Emperyalizm, iktisadi bir mücadeleyle yenilgiye uğratılamaz. Nihai yenilgisi ancak devrimci bir mücadeleyle mümkündür; barışçıl bir arada yaşam ve iktisadi rekabet, bu devrimci mücadeleye tâbi kılınmalıdır.
Sosyalizme barışçıl geçiş ya da barışçıl dönüşüm yerine “şiddet yoluyla devrim”in gerekliliği, Marksist-Leninistleri oportünistlerden ayıran en önemli noktalardan biridir; bu, sınıfların devrilmesinde devrimci şiddetin zorunluluğuna olan inançtan ileri gelir.
Sınıflı toplumun ortaya çıktığı ilk günden bu yana, insanlık tarihi, baskıcı sınıfların ancak devrimci şiddetle devrilebileceğine tanıklık etmiştir. Devrimci şiddetin kullanımı ve tarihsel sorunların bu şekilde çözülmesi zorunluluğu, baskıcı sınıfların egemenliklerini bir zor aygıtıyla sürdürmelerinden kaynaklanır. Tarih göstermiştir ki, tüm sınıflı toplumlarda azınlık durumundaki ezenler, kendi iktidarlarına karşı ayaklanan kitlelere karşı bir baskı ve zor mekanizması örgütlemiştir. Özellikle kapitalist toplumun oluşumuyla birlikte, bu baskı ve zor aygıtı en gelişkin biçimini almıştır.
Burjuvazi, muazzam bir bürokratik-askeri sisteme dayandırdığı devlet aygıtıyla, ücretli emeğin her başkaldırısını kanla bastırmak için tüm zor, baskı ve aldatma araçlarını kullanmıştır; yüzlerce işçi ayaklanmasını kanla boğmuş, milyonlarca emekçiyi katletmiştir. Burjuvazi, tarihteki diğer hâkim sınıflar gibi, kitlelerin öfke dalgasıyla karşı karşıya kaldığında ve ekonomik-siyasi konumunu tehdit altında hissettiğinde tüm askeri gücünü seferber edeceğini, karşı-devrimci şiddete başvuracağını tekrar tekrar göstermiştir. Benzer şekilde, tarihteki gerici sınıfların hiçbir zaman kendi rızalarıyla iktidardan vazgeçmediğini de değişik biçimlerde kanıtlamıştır. Bu nedenle, tarihten elde edilen deneyimler emekçi sınıflara şunu öğretir: Ezilen sınıflar, hâkim sınıfları devirmek istiyorlarsa, karşı-devrimci şiddete karşı devrimci şiddeti kullanmak zorundadır.
Bu mesele, bilhassa proleter devrimler söz konusu olduğunda daha da büyük bir önem taşır, zira işçi sınıfı mevcut devlet aygıtını olduğu gibi devralıp kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz. Aksine, devletin tüm baskı organlarını (bürokratik-askeri mekanizmayı, devletin tüm yapı ve aldatma araçlarını) parçalamalı ve yerine artık kelimenin gerçek anlamıyla “devlet” olmayan yeni bir sistem kurmalıdır. İşte Marx, Engels ve Lenin’in tüm öğretileri bu temel üzerine kuruludur. Oportünizm tam da bu noktadan sapar ve Marksizm’i devrimci özünden (yani devrimci şiddet ve proletarya diktatörlüğünden) koparır.
Kruşçevcilik de tam burada başlar. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. ve 22. kongrelerinde, uluslararası alandaki yeni gelişmelere dair oportünist tereddütlerin ardından, Kruşçev şiddet yoluyla devrimin proleter devrimler için genel bir yasa olduğu gerçeğini inkâr eder ve siyasal iktidarın, burjuva aldatmacasının simgesi olan parlamentolar aracılığıyla ele geçirilebileceğini savunur: “Artık sorulması gereken şudur: Sosyalizme geçişte parlamenter yollar kullanılabilir mi?” Bu soruyu şöyle yanıtlar: “Bu yol Bolşevikler için mevcut değildi, fakat o zamandan beri tarihsel koşullar köklü şekilde değişti; bu da soruna yeni bir yaklaşımı gerektiriyor.”
Peki bu yeni yaklaşım dediği nedir? (Bu, daha önce atıfta bulunduğumuz SBKP 22. Kongresi’ne sunulan raporda açıklanır.) Kruşçev, devrimci şiddeti ve dolaylı olarak proletarya diktatörlüğünü reddederek, proleter devrimlerin yasalarını ve burjuva devlet aygıtının yıkılmasını inkâr ederek, aslında Kautsky’nin eskimiş tezlerini tekrarlamış olur.
Şiddet kullanılmadan ve burjuva devlet aygıtı yıkılmadan proleter devrimlerin gerçekleşemeyeceği, tarihsel olarak tüm devrimlerde kanıtlanmıştır. Ezilen halkların, ezenlere karşı iradesini zor yoluyla ve devlet bürokrasisini ve ordusunu yıkarak dayatmadığı tek bir “gerçek halk devrimi” gösterebilirler mi? Paris Komünü ve onu izleyen devrimlerin deneyimi, işçi sınıfının hazır bir devlet aygıtını devralamayacağını, onu yıkması gerektiğini açıkça göstermemiş midir?
Lenin’in Kautsky’ye karşı tüm tezleri ve mücadelesi şu temel noktaya dayanıyordu:
Kautsky, devrimci şiddetin gerekliliğini inkâr etmek için her türlü sahte sofizm ve aldatmacaya başvuruyor. Devrimci şiddetin zorunluluğunu reddetmek veya hafife almak, proleter devrimden vazgeçmekle eşdeğerdir. Sosyalizme barışçıl geçişe dair her türden söylem ya aşırı oportünizme ya da Marksizm-Leninizm’in devrimci temelini inkâra yol açar.
Lenin’in sözleriyle, “Kapitalistlerin kitlelerin iradesine barışçıl biçimde boyun eğeceği fikrine inanmak, yalnızca küçük burjuva ahmaklığı değil, aynı zamanda işçileri bile isteye aldatmaktır; kapitalizm altındaki bireysel köleliği cilalayıp gerçeğin üstüne bir örtü çekmektir.”
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. ve 22. Kongrelerinde sosyalizme barışçıl geçiş fikrinin onaylanması ve 1957 Danışma Toplantısı’nın bu yöndeki beyanları, Kruşçevci revizyonizmin Marksizm-Leninizm’den sapmasının temelini oluşturur. Her ne kadar silahlı mücadelenin gerekliliğini -belirsiz ve olabildiğine silik şekilde- anmış olsalar da, pratikte bu ilkeden uzaklaştıkları gerçeği değişmez.
Marx ve Engels, İngiltere ve ABD’de barışçıl bir yolun mümkün olabileceğini düşünmüşse, bunun nedeni o dönemde bu iki ülkede bürokratik-askeri devlet aygıtının henüz oluşmamış olmasıdır. Ancak emperyalizm çağında, siyasi gericiliğin emperyalizmin belirgin özelliği haline geldiği, çelişkilerin devlet aygıtını güçlendirdiği ve tüm ülkelerde bürokratik-askeri mekanizmanın akıl almaz ölçüde büyüdüğü bir dönemde, artık bu ülkeleri dahi istisna saymak yanlıştır.
Kruşçev’in takipçileri, bir burjuva aldatmacasından ibaret olan parlamentoyu “sosyalizme ulaşmak için kullanılabilecek bir araç” veya “burjuva demokrasisinin bu organını halk iradesinin gerçek ifadesine, emekçi kitleler için gerçek bir demokrasi aracına dönüştürmek” gibi bir yaklaşımla ele alıyor. Tebrikler! Gerçekten harika! Lenin’in acımasız eleştirilerine maruz kalan o zavallı dönek Kautsky bile hiçbir zaman bir burjuva organının “halk iradesinin gerçek organına” dönüşebileceğini bu kadar cüretkâr şekilde ifade etmemişti.
Oportünistlerin işçi sınıfını aldatmak için kullandığı en tehlikeli silah budur. Çünkü burjuvazi, baskıcı egemenliğini gizlemek ve iktidarını dolaylı ama daha güvenli bir yolla sürdürmek için parlamentoyu kullanır. Lenin’in dediği gibi, “Servetin mutlak iktidarı, demokratik cumhuriyette daha da güvence altındadır, çünkü kapitalizmin siyasi kabuğundaki kusurlara bağlı değildir. Demokratik cumhuriyet, kapitalizm için mümkün olan en iyi siyasi kabuktur. Sermaye, bu kabuğu ele geçirdikten sonra (Plehanovlar, Tsereteliler, Çernovlar ve benzerleri sayesinde) iktidarını öyle sağlamlaştırır ki, burjuva-demokratik cumhuriyetteki hiçbir kişi, kurum veya parti değişikliği bu iktidarı sarsamaz.”[1]
Lenin şöyle yazar:
Bugün 1917’de, emperyalist büyük savaşın ortasında, Marx’ın “istisnası” artık geçerli değildir. Britanya ve Amerika, -Anglo-Sakson ‘özgürlüğünün’ en büyük ve dünyadaki son temsilcileri-, yani militarist kliklerin ve bürokrasinin henüz egemen olmadığı bu ülkeler, artık tamamen Avrupa’nın o pis, kanlı, bürokratik-askerî bataklığına saplanmışlardır; her şeyi kendine tâbi kılan ve her şeyi bastıran kurumlarla donanmışlardır.” Bugün Britanya ve ABD’de de “gerçek bir halk devriminin önkoşulu, halihazırdaki devlet aygıtının parçalanmasıdır.[2]
Zaten gerçek bir halk devrimi de, devlet mekanizmasının yıkılmasından ibarettir. Bugün, barışçıl geçişten dem vuran herkes, işçi sınıfına ihanet etmekte ve Marksizm-Leninizm’in devrimci özünü inkâr etmektedir. Bugün, Marx, Engels ve Lenin’in yıllar süren mücadelesinden sonra, parlamenter kabuğu süsleyip halka yutturmaya çalışanlar, karşı devrimciliğin sözcülüğünü yapmaktadır. Parlamentarizmin tüm hakikati, dört yılda bir hangi egemen sınıf kesiminin halkı ezmeye devam edeceğine karar vermektir. Önemli meseleler ve ilkesel konular kapalı kapılar ardında halledilir; parlamentoda sadece “sıradan insanları” aldatmak için bol bol konuşulur.
Parlamentarizm, demokratik cumhuriyetlerin sınıf karakterini değiştirmez, aksine bu karakteri netleştirerek açığa çıkarır. Parlamento, burjuva düzeninin aldatmacalarının ve adaletsizliğinin bir aracıdır; bu organ, “halk iradesinin gerçek silahına” dönüştürülemez, tıpkı burjuvazinin diğer devlet aygıtları gibi yıkılmalıdır.
Komünistler burjuva parlamentolarına sadece ve sadece bu yozlaşmış kurumu teşhir etmek için girerler, çoğunluğu ele geçirip parlamentoyu (kitleleri kandırmak için kullanılan bu yozlaşmış organı) “halk iradesinin gerçek aracı” haline getirmek için değil.
1919 Aralık’ında Lenin, sanki Kruşçev ve onun günümüzdeki takipçileri olan Berlinger ve Marchais gibilere verilecek cevabı önceden öngörmüşçesine, Seçimler ve Proletarya Diktatörlüğü adlı eserinde bu soruna ilişkin iki formül sunar: Biri oportünisttir, diğeri devrimci.
Şöyle yazar:
Bu oportünist beyefendiler -Kautsky de dahil olmak üzere- Marx’ın öğretilerini alaya alarak, halka şunu salık veriyorlar: ‘Proletarya genel seçimlerle çoğunluğu elde etmeli, devlet iktidarını oy çokluğuyla kazanmalı, ardından ‘tutarlı’ (bazıları buna ‘benzersiz’ der) demokrasi temelinde sosyalizmi inşa etmelidir.’ Oysa biz Marx’ın öğretilerine ve Rus devriminin deneyimine dayanarak diyoruz ki, proletarya önce burjuvaziyi devirmeli, devlet iktidarını ele geçirmeli, sonra bu devlet iktidarını -yani proletarya diktatörlüğünü- kullanarak emekçi halkın çoğunluğunun desteğini kazanmalıdır.
[Ve devam eder:]
Proletarya halkın çoğunluğunu kendi saflarına çekmezse zafer kazanamaz. Ancak bu iktidar mücadelesini, burjuva hükümeti altında yapılan seçimlerde çoğunluk oyunu almakla sınırlamak ya da bunu iktidarın önkoşulu haline getirmek ya akıl tutulmasıdır ya da işçileri aldatmaya dönük açık bir dolandırıcılıktır. Proletaryanın çoğunluğun desteğini kazanabilmesi için önce burjuvaziyi devirmesi, devlet iktidarını ele geçirmesi, ardından Sovyet iktidarını kurması ve eski devlet aygıtını tamamen yok etmesi gerekir.
[Lenin şöyle sürdürür:]
Küçük-burjuva demokratları, kapitalist düzende emekçi kitlelerin, belirli bir parti veya sınıfı uzun süre deneyimlemeden, öylece, kendiliğinden, salt oy vererek ya da başka bir yöntemle önceden karar verebilecek bir sınıf bilincine, kararlılığa, dünya görüşüne ve siyasi bilince ulaşabileceğini hayal ediyorlarsa, halüsinasyon görüyorlar. Bu, Kautsky, Longuet ve MacDonald gibi dar kafalıların ve duygusal sosyalistlerin uydurduğu duygusal bir masaldır. Eğer kapitalizm, kitleleri bir yandan sefalete, yıkıma, kırsalda dağınıklığa ve cehalete mahkûm etmeseydi, diğer yandan işçi ve köylüleri kandırmak için yalan ve aldatmadan oluşan muazzam mekanizmalar kullanmasaydı, zaten kapitalizm olmazdı.
[Lenin devam eder:]
Biz devrimci proletaryanın burjuvaziyi devirmesini, kapitalizmin ve burjuva devlet aygıtının yıkılmasını, böylece zafer kazanan proletaryanın -sömürücülerin pahasına- emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayarak, proleter olmayan halk kesimlerinin çoğunluğunun sempatisini ve desteğini kazanacağını savunuyoruz. Bunun tersi, tarihte son derece nadir görülen bir istisnadır (ve bu istisnai durumlarda dahi burjuvazi iç savaşa başvurabilir, Finlandiya örneğinde olduğu gibi).
İnsan Lenin’in Kautsky’ye karşı bu kıymetli argümanını okuyunca, sanki Kruşçevlere, Berlinguerlere, Marchaislere ve şürekasına karşı mücadelede ayağa kalkmış gibi hissediyor. Çünkü bu zatlar da bize işçi sınıfının önce köylüleri, aydınları ve tüm ulusalcı güçleri birleştirmesini, sonra parlamentoda çoğunluğu elde ederek bu burjuva demokrasisi organını “halk iradesinin gerçek silahı”na dönüştürmesini ve nihayetinde sosyalizme barışçıl geçişi başlatması gerektiğini söylüyorlardı.
Ne var ki, yalnızca Marx, Engels ve Lenin’in teorik öğretileri değil, tarihsel deneyimler de en ahmak küçük burjuvalara dahi göstermiştir ki, burjuva parlamentoları işçileri aldatmak için kullanılan araçlardan ibarettir. İşçilere hâlâ burjuva parlamentoları aracılığıyla zafer kazanmayı öğütleyenler ya bu aptallığı safdilliklerinden yapıyorlar ya da açıkça işçileri kandırmayı hedefliyorlar.
Zira bu tür fikirlerin yayılması, gerçekte Marksizm’in devrimci karakterinden arındırılmasının, Marx’ın devletin niteliği ve proletaryanın devrimdeki görevlerine dair öğretisinin çarpıtılmasının bir ifadesidir ancak.
Batılı sözde komünist partilerin içine düştüğü bataklık, bu teorilerin ne denli oportünist ve anti-Marksist olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dünya proletaryasının burjuva devlet aygıtını yıkmaktan, proletarya diktatörlüğünü kurmaktan ve iktidar kaynağının kitlelerin doğrudan inisiyatifi olduğu, halktan ayrı bir ordu ve polisin yerini kitlelerin silahlandırılmasının aldığı, bürokratik bir yapı yerine seçilebilir ve görevden alınabilir temsilcilerin geçtiği Sovyet ve komün tipi bir devletten başka seçeneği yoktur.
Proleter devrime dair tek Leninist yaklaşım budur. Bunun dışında kalan her şey, boş lakırdıdan ve işçi sınıfının aldatılmasından ibarettir.
[1] Bu gönderme, metnin içinde Lenin’in Devlet ve Devrim adlı eserinden yapılan bir alıntıya dayanmaktadır. Kaynak: Seçme Eserler, Cilt 2, s. 246.
[2] Metin, burada da Lenin’in Devlet ve Devrim adlı eserine atıfta bulunmaktadır. Kaynak: Seçme Eserler, Cilt 2, s. 265.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.