“Bugün zayıf ve büyük oranda sorgulanan bir meşruiyetle karşı karşıyayız. Nesnel süreç, AKP iktidarı boyunca belki de ilk kez sosyalistlerin lehine bu denli açık bir şekilde gelişmektedir. “Mitinge değil, eyleme geldik” sloganı neredeyse tüm illerde yankılanmıştır. Bu slogan, rejimden kopan kitlelerin yalnızca demokrasi değil, daha ileri bir arayış içinde olduklarını göstermektedir. Ancak bu kitle, yön verecek kolektif bir önderlikten yoksundur”
“1 Mayıs 2025’e giderken sosyalist hareket ne düşünüyor?” dosyamız kapsamındaki sıradaki söyleşimiz SODAP Yürütme Kurulu üyesi Orhan Kara ile. Kara, ABD’nin küresel hegemonyasını yeniden inşa etme çabası doğrultusunda küresel hegemonya mücadelesinin başta Ortadoğu olmak üzere çatışmalı süreçlesin genişlemesine neden olduğunu söyleyen Kara, bu tabloda, küresel ve bölgesel yayılmacı politikalara karşı yeni bir toplumsal şekillenmenin inşasının ertelenemez tarihsel bir zorunluluk hâline geldiğini belirtti.
Kara, mevcut atmosferde büyük oranda sorgulanan bir meşruiyetle karşı karşıya olunduğunu belirtti. Sürecin en can alıcı sorununun kolektif bir kurucu öznenin hala kurulamamış olması olduğunu belirten Kara, düzen içi muhalefetin ileri söylem ve eylemlerinin de kitlesel hareketin basıncı sonucu oluştuğunu ifade etti.
Kara, bu tablo içerisinde 1 Mayıs’ın toplumun tüm kesimlerinin ortak talepler etrafında birleşerek bütünlüklü hareket etme ihtiyacını ortaya koyduğunu ifade ederken dörtlünün açıklaması hakkında ise “Kadıköy kararı, bütünlüklü bir duruş sergileme konusunda yeterli sorumluluğun alınmadığını göstermektedir” dedi. Kara, Kadıköy-Taksim ikilemine sıkışmadan 1 Mayıs’ın tarihsel ruhuna uygun bir süreç yürütülmesi gerektiğine değindi.
Bu atmosferde 1 Mayıs’a giderken karşı karşıya olduğumuz manzara nedir?
Günümüz dünyası, otoriterleşmenin ve faşist eğilimlerin yükselişe geçtiği tarihsel bir eşiği yaşıyor. Bu eğilim, Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesiyle daha da görünür hâle gelmiştir. Kapitalist ve emperyalist sistemlerin derinleşen çoklu krizi, faşist rejimleri alışılmadık çözüm arayışlarına itiyor. Bu arayışlar; yeni gümrük tarifelerinden agresif dış politika hamlelerine, baskıcı rejim inşasına kadar uzanan geniş bir politik hattı kapsıyor.
Trump’ın “deli” imajıyla yürüttüğü hegemonya stratejisi yalnızca iç kamuoyunu manipüle etmeye değil, aynı zamanda küresel rakiplerini stratejik olarak konumlandırmaya da hizmet ediyor. ABD’nin küresel hegemonyasını yeniden inşa etme çabası, özellikle Çin gibi yükselen güçleri yalnızlaştırma ve yeni bir dünya dengesi kurma hedefiyle şekilleniyor. Ancak bu stratejinin iç ve dış dinamikleri, kırılganlıkları da beraberinde getirmekte. Orta vadede bu girişimler, küresel ve yerel ölçekte ciddi kırılmalara ve risklere yol açma potansiyeli taşıyor.
Bu hegemonya mücadelesi, başta Ortadoğu olmak üzere çatışmalı süreçlerin genişlemesine neden oluyor. Bu tabloda, küresel ve bölgesel yayılmacı politikalara karşı yeni bir toplumsal şekillenmenin inşası ertelenemez tarihsel bir zorunluluk hâline gelmiştir. Emperyalizmin bölgeye dönük politikaları, bu dönüşümün en belirleyici tetikleyicilerinden biridir. Türkiye de bu çatışmalı denklemden bağımsız değildir. “Güvenlik” ve “istikrar” adı altında atılan adımlar, esasen faşist rejimin sürdürülebilirliğini sağlamaya dönük baskıcı uygulamalardır.
AKP-MHP ortaklığıyla kurumsallaşan Saray rejimi, 31 Mart yerel seçimlerinde birinci parti konumunu kaybederek ciddi bir meşruiyet krizine sürüklenmiştir. Bu sonuç rejim açısından bir kırılma anıdır. İktidar bloku bir yandan Kürt halkının taleplerini manipülatif adımlarla geçiştirmeye çalışırken, diğer yandan sosyalistlere, demokrasi güçlerine ve ezilen kesimlere yönelik gözaltı ve tutuklamalarla halkların ortak iradesiyle kurulan stratejik ittifakı dağıtmayı hedeflemektedir.
Ekonomik ve siyasal kriz karşısında başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimleri büyük bir sıkışma içerisindedir. “Şimşek programı” adı altında yürütülen neoliberal politikalar halkın boğazını sıkarken, bu programın iflas ettiği artık açıkça ortadadır. Ancak sınıfın örgütsüzlüğü, bu çöküşün faturasının yeniden emekçilere kesilmesine neden olmaktadır. Faşist rejimin inşa süreci derinleşerek sürerken, toplumun yoksullaştırılması ve özgürlükler üzerindeki baskı da giderek artmaktadır.
Sosyalistler bu süreçte ne yapmalı, nasıl bir tutum almalı?
Tüm baskı ve anti-demokratik uygulamalara rağmen halk boyun eğmemiş, iradesini ortaya koymuştur. Başta üniversite gençliği olmak üzere toplumun çeşitli kesimleri sokağa çıkmış, yasaklara ve zorbalığa karşı barikatları yıkmıştır. İmamoğlu’na yönelik saldırıyla başlayan süreç, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanması ihtimalini gündeme getirmiştir. Bu tehdit henüz tamamen ortadan kalkmamış olsa da, oluşan toplumsal hareket güçlü bir bariyer oluşturmaktadır.
19 Mart darbesine karşı gelişen isyan, Saray faşizmine karşı demokratik haklara sahip çıkma mücadelesidir. Gezi Direnişi ile benzerlikler taşısa da, bu sürecin politik hedefi ve dinamik yapısı farklıdır. 2013’teki iktidarın gücü ile bugünkü rejimin gücü arasında önemli farklar vardır. Bugün daha zayıf ve büyük oranda sorgulanan bir meşruiyetle karşı karşıyayız.
Nesnel süreç, AKP iktidarı boyunca belki de ilk kez sosyalistlerin lehine bu denli açık bir şekilde gelişmektedir. “Mitinge değil, eyleme geldik” sloganı neredeyse tüm illerde yankılanmıştır. Bu slogan, rejimden kopan kitlelerin yalnızca demokrasi değil, daha ileri bir arayış içinde olduklarını göstermektedir. Ancak bu kitle, yön verecek kolektif bir önderlikten yoksundur.
Bu sürecin en can alıcı sorunu, nesnel gelişmelere yanıt verebilecek kolektif bir kurucu öznenin hâlâ inşa edilememiş olmasıdır. Eylemlere katılanların önemli bir bölümü ilk kez sokağa çıkmakta, sloganları ve eylem biçimlerini sorgulamaktadır. Yeni kuşak, eski tarz eylem biçimlerine, sloganlara ve miting pratiklerine mesafelidir.
Erken seçim talebi ne anlama geliyor?
Erken seçim talebi, rejimin derinleşen meşruiyet krizini ve kitlelerin artan siyasallaşma eğilimini dikkate aldığımızda, önemli bir politik ve taktiksel hamle olarak öne çıkmaktadır.
Ancak geçmiş deneyimler açıkça göstermiştir ki, güçlü ve süreklilik taşıyan bir sokak hareketi olmaksızın bu talebin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Rejim, halkın isyanını bastırmak ve toplumsal öfkeyi denetim altına almak isterken; halkın demokratik haklarının gaspına karşı geliştirdiği savunma meşrudur.
Bugün düzen içi muhalefetin ileri söylem ve eylemleri, toplumun yükselen basıncından bağımsız değildir; aksine, bu kitlesel hareketin iradi bir sonucudur. Her ne kadar süreç, görünürde İmamoğlu ve düzen içi muhalefet etrafında şekilleniyor gibi görünse de, mevcut nesnel durum bu sınırları çoktan aşmıştır. Dolayısıyla sosyalistlerin öncelikli görevi, sınıf içinde örgütlenerek derinleşmek, yükselen kitle hareketiyle bütünleşmenin yollarını aramak ve halk hareketini demokratik ve devrimci bir hatta örgütlemektir.
1 Mayıs nasıl örgütlenmeli, ne hedeflenmeli?
19 Mart sonrası gelişen isyan hareketi, toplumda korku duvarlarının aşıldığını açıkça ortaya koymuştur.
Bugün eylemlerin geçici olarak duraksamış olması, bu isyanın sona erdiği anlamına gelmez; saray rejimi ile toplum arasındaki bağın büyük oranda kopma eğiliminde olduğu açıktır. Bu nesnel durum, isyanın politikleşme eğilimine girdiğini ve bir birikim sürecine dönüştüğünü göstermektedir. Önümüzdeki dönemde, toplumun ezici çoğunluğu ile Saray rejimi arasındaki çatışmaların daha da derinleşmesi yüksek bir olasılıktır.
Bu tablo içerisinde 1 Mayıs; demokrasi mücadelesi verenlerden, kimlik mücadelesi yürütenlere; parasız eğitim, yurt ve beslenme talep eden gençlerden, yaşanacak ücret mücadelesi veren işçilere ve emeklilere kadar toplumun tüm kesimlerinin ortak talepler etrafında birleşerek bütünlüklü hareket etme ihtiyacını ortaya koymaktadır.
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin oluşturduğu dörtlü yapının Taksim başvurusunun ardından Kadıköy’e yönelmesi, bütünlüklü bir duruş sergileme konusunda yeterli sorumluluğun alınmadığını göstermektedir. Ancak bu tablo, eleştirel bir derinleşmeden ziyade; gelişen isyan dalgasına uygun, kapsayıcı ve örgütlü bir mücadele hattının kurulması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.
Taksim-Kadıköy ikilemine sıkışmadan, 1 Mayıs’ın tarihsel ruhuna uygun şekilde; başta bu iki alan olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında ortak talepler etrafında birleşerek güçlü bir toplumsal sinerji yaratmak, bugünün en acil politik görevlerinden biridir.
Bu gerçeklikten hareketle, sokak hareketini politik hedeflerle örgütlemek zorunludur. Hem nesnel hem de öznel kopuşu derinleştirmek ve 2025 1 Mayıs’ını bu tarihsel moment içinde değerlendirmek elzemdir. Parçalı bir 1 Mayıs görüntüsünden kaçınılmalı; bütünlüklü bir mücadele hattı örülmeli, yaşanacak ücret talebi ile faşizme karşı özgürlük mücadelesi, aynı politik hatta birlikte yükseltilmelidir.