Türkiye’deki birçok sendikanın, özellikle kapitalist sistem karşısındaki konumlanışlarının getirdiği ideolojik tutum ve pratik bağlamında, sistemin çizdiği sınırları aşan çok daha ileri mücadeleler örgütleme becerisine sahip olduğu söylenebilir. Son zamanlarda emek alanında bu dinamizmi yaratabilmiş olan bu sendikalar, Arjantin örneğinde olduğu gibi, tam da toplumsal muhalefetin yükseldiği bu dönemde, dönüştürücü bir özne olma rolünü üstlenerek, Türkiye’nin en yakıcı meselelerinden biri olan yoksulluğa karşı ekonomik temelli bir kampanyayı, bir yerlerde yapılmış olanı tekrarlamak olarak değil ama kendi ihtiyacına göre güncelleyerek, örgütleme inisiyatifi alabilir
Bugünlerde Türkiye’deki büyük bir kesim, Türkiye’nin zaten sorunlu olan demokrasisinden geriye kalan küçük kısmı da kaybetmemek için mücadele etmekte. En yaşlısından en gencine kadar büyük bir halk kitlesi, bir ülkenin freni boşalmış bir kamyon gibi büyük bir belirsizliğe -ve aslında dehşet bir sona- doğru tepetaklak gidişini durdurmak için ayağa kalkmış durumda. Ve fakat yüzbinlerce insanın bugün sokağa çıkmasının sebebi sadece demokrasiye sahip çıkma isteği değil. Bugün sokakları dolduran insanlar, çocuğunu okula aç göndermek zorunda kalanlar; yaşının gereği artık huzurla evinde oturması gerekirken çalışmak zorunda olanlar; okuyabileceği her okulu okuyup, girdiği her sınavda başarılı olmasına rağmen bir meslek sahibi olamayanlar; günde 12 saat çalışıp asgari ücrete tamah etmek mecburiyetinde olanlar; haftada 1 gün izni olup her an bir iş kazasında ölme ihtimali olan işçiler; yüksek enflasyonun altında her gün daha da yoksullaşan halklar ve özellikle de geleceğini göremeyen; bugünü ise yaşayamayan gençler. Yani Yoksullar… Geçinemeyenler…
Türkiye her açıdan zor bir ülke… Neresine dokunsan bir derdin ses verdiği; bu dertlerle derdi olanların çokça hırpalandığı, bedel ödediği, yorulduğu bir ülke burası. Bu kapsamda, “yoksulluk” gerçeği de tüm can yakıcılığıyla cevap beklemekte… Elbette ki bununla derdi olanlar, yoksulluğun “kader” olarak benimsetilmesini kabul etmeyenler, ayan beyan görülen ekonomik eşitsizliğe itirazı olanlar, bu ülkenin muhalifleri, solcuları, sosyalistleri, bu yangını bitirmek için uzun süredir bir “çıkar yol” arayışında. Fakat “peki ne yapmalı?” sorusu sorulduğunda, aslında hepsinin bir cevabının olduğu ama bu cevapların örgütlenemediği ya da kendi içinde belirli durumlar ve tekil örnekler kapsamında örgütlenebildiği ve dahası tüm ülkeyi saran bir etki yaratamadığı da ortada. Sebepleri de var elbet… Ülkedeki anti-demokratik ortam, bunun siyasi partiler, sendikalar, örgütler vs.’deki yansımaları, bu yapıların kendi iç sıkıntıları ve asıl olarak da “örgütlenme” kavramının bizzat kendisinin bilinçli şekilde “öcüleştirilip” marjinalleştirilerek meşruiyet ve inandırıcılık kaybına uğratılması…
Tam bu noktada belki de dünyanın bambaşka bir kıtasından, senelerce önce örülmüş bir mücadele örneği bize yol gösterebilir. Bu yazı, bir “dönüştürücü sendikacılık” (transformative unionism) örneği olarak kabul edilen ve Arjantin’de 90’lı yılların sonlarında başta sendikalar tarafından örgütlenmeye çalışılan bir halk hareketi olan “FRENAPO: Yoksulluğa Karşı Ulusal Cephe” örgütlenmesinden bahsetmek için kaleme alınmıştır.
Williams (2015), Global Labour Journal adlı akademik dergide yazdığı makalesinde, “dönüştürücü sendikacılık” kavramını ortaya atıyor ve çeşitli ülkelerden örnekler vererek, bu kavramı tanımlamaya çalışıyor. Buna göre dönüştürücü sendikacılık, geçmişin ekonomik, politik ve toplumsal hareket sendikacılığı kavramlarını da içeren; fakat alışılagelmiş sendikacılık uğraşlarını aşan bir noktada bulunan bir kavram. Dönüştürücü sendikacılık, belli bir sorun kapsamında çeşitli toplumsal hareketlerle, kurumlarla ve siyasi partilerle her yapının kendi özerkliğini koruduğu bir işbirliği içinde olmayı ve böylelikle, günümüz kapitalizminin ana unsurları olan metalaştırma ve sömürüye meydan okumayı amaçlıyor. Ve mevcut statükoyu sürdürmek anlamına gelen bir şeyleri “sadece” protesto etme kültürünü aşarak; “dönüştürücü alternatifler” ortaya koymaya çalışıyor.
Williams’ın, dönüştürücü sendikacılık kavramından bahsederken üzerinde durduğu en dikkat çekici nokta ise, sendikaların dönüştürücü rollerindeki “meşrulaştırıcı” güç. Sendikaların sahip oldukları bu gücün, taleplerin geniş bir alana yayılarak tüm vatandaşları kapsayan hak mücadeleleri olarak algılanmasını ve çok daha geniş bir çevre tarafından içselleştirilerek bu taleplere meşruluk kazandırılmasını sağlayabileceği belirtiliyor.
İşte tam da bu sebeple, Arjantin’de gelir adaletsizliğine ve yoksulluğa karşı örgütlenmiş olan FRENAPO kampanyası, dönüştürücü sendikacılık kavramının daha iyi anlaşılabilmesi ve Türkiye’deki “Ne yapmalı?” sorusuna cevap sunabilme ihtimali açısından oldukça iyi bir örnek.
Yoksulluğa Karşı Ulusal Cephe (FRENAPO), Arjantin’de 1990’lı yılların sonlarında yoksulluğu ve aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmak için hükümeti adım atmaya zorlamak amacıyla örgütlenmiş olan uzun soluklu bir kampanya. Arjantin İşçi Sendikası’ndan (CTA) Luis Ernesto Campos (2015) “Yoksulluğa Karşı Ulusal Cephe: Gelirin Yeniden Dağıtılması Mücadelesi” başlıklı makalesinde kampanyayı ayrıntılarıyla anlatıyor.
Öncelikli olarak 70’li yıllardan 2000’lere kadar Arjantin’in genel ekonomik ve politik arka planının bahsedildiği makalede ülkenin, 1990’lı yıllarda uygulanması hız kazanan neo-liberal politikaların pilot ülkelerinden bir tanesi olduğu ve bu sürecin asıl olarak 1976 askeri darbesi ile başladığı ifade ediliyor. Buna göre, ABD destekli bu darbe sonrasında yönetime gelen askeri cunta, 1976 ile 1983 yılları arasında ülkeyi yönetiyor. 90’lı yıllara gelindiğinde ise Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) devreye girmesiyle ülkede uygulamaya konan yapısal uyum politikaları sonrasında, kamu kurumları özelleştiriliyor, serbest piyasaya kapılar açılıyor ve nihayetinde emek rejimi kuralsızlaştırılarak, halihazırda 1976 darbesi ile büyük kayıplar vermiş olan Arjantin işçi sınıfı hareketi için büyük bir yıkım ortaya çıkıyor. (Bu dönemde çoğu siyasi aktivist ve sendika üyesi olan yaklaşık 30.000 kişi öldürülmüştür/kaybedilmiştir.) Tüm bunların sonrasında ise halk hızla yoksullaşıyor; yoksulluk ve aşırı yoksulluk oranları 1990’ların sonunda büyük artış gösteriyor. Oldukça tanıdık bir hikâye(!)
Fakat tam da bu dönemde, öncelikle özelleştirilmeler ve artan işsizliğe karşı küçük şehir ve kasabalarda kamu çalışanları sendikaları ve işsiz hareketleri öncülüğünde düzenlenmeye başlanan eylemler ile ilerleyen zamanlarda gerçekleştirilecek daha büyük eylemliliklerin zemini hazırlanıyor. Daha çok sokak ve yol işgalleri olarak gerçekleşen onlarca eylem, devletin kolluk kuvvetlerinin baskısı sonucu eylemcilerin kayıplar vermesine rağmen, nihayet büyük şehirlere taşınıyor ve daha geniş toplumsal çevreler tarafından benimsenmeye başlıyor. Bu noktada, yine sendikalar, işsiz örgütleri ve diğer toplumsal hareketler tarafından geniş katılımlı eylemler ve grevler düzenlenerek; ülke çapındaki dağınık tepkileri koordine etmek amacıyla ortak bir örgütlenme oluşturulması ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu ihtiyaca dayalı olarak, 2000 yılında ilk adım atılıyor ve hükümeti işsiz hane reisleri için bir eğitim ve istihdam programı başlatmaya ve çocuklar için temel gelir desteği sağlamaya zorlayacak bir referandum düzenlemeye çağırmak amacıyla Rosario şehrinden Buenos Aires’e uzanan 300 km’lik bir Büyük Yürüyüş (Marcha Grande) düzenleniyor. Bu yürüyüş sonrasında ilk başta Referandum Hareketi olarak adlandırılan fakat sonrasında Yoksulluğa Karşı Ulusal Cephe (FRENAPO) olarak ismi değiştirilen ittifak kuruluyor.
FRENAPO bileşenlerine baktığımızda, hareketin başını Arjantin İşçi Sendikası’nın (CTA) çektiği söylenebilir. CTA, neoliberal politikaların uygulayıcısı olan hükümete destek verdiğini iddia ederek Genel İşçi Konfederasyonu’ndan (CGT) ayrılıyor ve 1991 yılında kuruluyor. Kendisini işverenlerden, siyasi partilerden ve hükümetten bağımsız bir sendika olarak niteleyen CTA, yalnızca resmi işgücü piyasasındaki işçilerin hakları için değil kamusal hizmetlerden konut hakkına kadar birçok alanda mücadele eden ve bu sebeple diğer toplumsal hareketlerle teması olan ve hatta enformel sektör ile işsizler arasında üye sayısı oldukça yüksek olan bir sendika. Dolayısıyla, FRENAPO da başta CTA ve diğer sendikalar ve emek örgütleri olmak üzere, işsiz hareketlerinden köylü ve yerli halklar hareketlerine; insan hakları örgütlerinden siyasi partiler ve sanatçılara, dini liderlere ve sporculara ve hatta küçük ve orta ölçekli bazı işveren ve çiftçi örgütlerine kadar geniş bir halk kesimini içererek; kendisini sadece “formel” işçi haklarıyla sınırlamıyor ve hareketi daha geniş bir zemine yayarak “vatandaşlık hakları” kapsamında örgütlüyor.
Aslına bakılırsa, FRENAPO ittifakının talepleri oldukça sade. Ülkede görülen ciddi gelir dağılımı adaletsizliğinin yoksulluk ve aşırı yoksulluğa sebep olduğunu belirten hareket, bu sorunun çözümü için ülke kaynaklarının yeterli olduğunu iddia ediyor ve bu iddialarını hareketin iktisatçıları tarafından yapılan bilimsel hesaplamalar ile destekleyerek; taleplerini işsizler, çocuklar ve yaşlılara yönelik olarak 3 ana başlık halinde kamuoyu ile paylaşıyor. “Her işsize temel gelir desteği verilmesi ve mesleki eğitim-öğretim programı düzenlenmesi”, “18 yaş altı her çocuk için aylık temel gelir desteği verilmesi” ve “65 yaş üstü vatandaşlara asgari emekli maaşına eşit temel gelir desteği sağlanması” olarak belirlenen taleplerin her biri, ülkedeki yoksulluk ve aşırı yoksulluk sınırları göz önünde bulundurularak hesaplanıyor. Bu hesaplamalar sonucu ortaya çıkan yıllık 9.700 milyon Arjantin Doları ihtiyacının, genel olarak sermaye sahiplerine yönelik uygulanan vergilendirme sisteminin yeniden yapılandırılmasıyla elde edilmesi tavsiyesinde bulunuluyor. Dolayısıyla FRENAPO’nun amacı, yoksulları krizin faturasını ödemekten kurtarmak ve sorumluluğun büyük kısmını sermayenin omuzlarına bırakmak olmuştur. Bu anlamda, bilimsel verilerle desteklenen somut talepler sunan bu kampanya, “şikâyet etme” sınırını aşan; kapsamlı ve dönüştürücü bir öneriler bütünü olarak değerlendirilebilir.
Bu doğrultuda hareket, öncelikle, Arjantin Anayasasının gerektirdiği üzere, taleplerinin karşılanması için hükümeti bağlayıcı bir referandum düzenlemeye çağırıyor; fakat aldıkları olumsuz yanıt sonrasında ülkedeki ekonomik yıkımı ifşa etmek amacıyla kendi referandumunu düzenleme kararı alıyor. 2001 yılında yapılan Referanduma kadar geçen yaklaşık 1 yıllık süreçte, FRENAPO üyeleri Buenos Aires’ten başlayarak ülkenin birçok yerinde kampanya örgütlemesine girişiyor ve bu esnada, kendileri tarafından örgütlenmiş olmayan diğer eylemlere, grevlere ve gösterilere de katılıyorlar.
FRENAPO, yapı olarak oldukça “esnek” bir örgütlenme oluşturmayı amaçlıyor. Hareket, asıl olarak, “teknik” işlerden sorumlu olan bir Ulusal Koordinasyon Komitesi’nin dışında, ülkenin her yerinde oluşturulan “yerel” komiteler tarafından örgütleniyor. Bu anlamda, yerellerdeki tüm propaganda ve koordinasyon “bağımsız” şekilde yürütülüp; sayısı tahmini olarak 100’ü geçen yerel örgütlenmeler sayesinde, hareketin ülkenin her yerinde, yerellerin kendi ihtiyaçlarına ve işleyişlerine göre yayılması sağlanıyor. Buradaki “esnek olmayan” tek husus ise kampanyanın asıl amacına riayet etmek oluyor.
14 Aralık 2001 yılında gerçekleştirilen FRENAPO Referandumu, toplam 4 gün sürüyor. Ülke çapında 20.000’den fazla sandıkta elde edilen sonuçlara göre, 3 milyonu aşkın kişi destek oyu kullanıyor. Resmi olmayan bir Referandumda böylesine yüksek oranda oy kullanılmış olması, halkın ülke ekonomisinden memnun olmadığını göstermesi ve neo-liberal ekonomi politikalarının ifşa edilmesi açısından oldukça başarılı olmuştur. Öyle ki, 4 gün süren seçimler esnasında her seçim sandığı bir tartışma, eylem ve propaganda meydanına dönüşmüştür.
Fakat FRENAPO’nun kampanya ve nihayetinde Referandum sonuçlarıyla elde ettiği siyasi güce rağmen, Referandum sonrasına dair herhangi bir planının olmaması; yani bir adım sonrasında ne yapılacağına dair bir hazırlığın bulunmaması, hareketin en büyük zaafı oluyor; Referandum’un hemen ardından patlak veren siyasi süreçte hareket, muhalefetin liderliğini üstlenebilme şansını kaçırıyor. Sadece bu noktaya odaklanıldığında, büyük özveri ve çalışmayla örgütlenen bir mücadelenin daha yenilgiyle sonlanmış olduğu düşünülebilir. Oysa ki, sonrasında Arjantin’de meydana gelen gelişmelere bakıldığında, FRENAPO hareketinin Referandum sonrası dönemi oldukça etkilediği görülüyor.
Öncelikle, halk referandumu sonrası, cumhurbaşkanını istifaya çağıran ve ekonomik değişim talep eden birçok gösteri düzenleniyor ve maalesef bu gösterilerde onlarca insan devlet şiddeti sebebiyle hayatını kaybediyor. Mevcut cumhurbaşkanının istifa etmesi sonrasındaki birkaç hafta içinde ülkede 5 ayrı cumhurbaşkanı göreve geliyor. Ve yaşanan devalüasyonla birlikte büyük bir ekonomik istikrarsızlık dönemine girilerek; işsizlik ve yoksulluk oranları 2002 yılı boyunca artış gösteriyor. Bu noktada, 2003’te iktidara gelen hükümet, FRENAPO’nun sunduğu önerilerin kötü bir taklidini geliştirerek, İşsiz Hane Reisleri Programını (Plan Jefes y Jefas de Hogar Desocupados) uyguluyor. Zira, hükümetin burada ailelere sunduğu maddi destek, FRENAPO’nun talep ettiği rakamın ancak üçte birine denk geliyor.
2003 yılında iktidara gelen merkez-sol hükümet de FRENAPO’nun sunduğu talepleri dikkate almıyor. Ve bu dönemde işgücü piyasalarında sağlanan göreli iyileşme de uzun sürmüyor. Ancak bundan sonra hükümet farklı bir yola başvurma seçeneği deneyerek; sosyal politikalarda değişiklik yapmaya yöneliyor. Bu noktada, hükümetin başvurduğu çözümlerde FRENAPO’nun etkisi hissediliyor. Öyle ki uygulamaya konulan Asignación Universal por Hijo’nun (Geniş Kapsamlı Çocuk Ödeneği), milyonlarca çocuğa ulaşarak Arjantin tarihinin en büyük sosyal programı olduğu ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra, 1994 yılında özelleştirilen emeklilik sistemi kamulaştırılıyor; emeklilik maaşına erişim konusunda 65 yaş üzeri vatandaşlara kolaylık sağlayacak mekanizmalar geliştiriliyor. Bu iki uygulama, FRENAPO’nun talepleriyle tam olarak örtüşmemesine rağmen, hareketin hükümet politikaları üzerindeki büyük etkisini göstermektedir.
Kaleme alınan makalede, Arjantin’deki FRENAPO deneyiminin neo-liberalizme karşı verilen mücadelelerin en önemlilerinden biri olduğu söylenmektedir. Eksiklikleri de göz ardı edilmeden yapılan değerlendirmede, FRENAPO’nun varlığının bile bir ders niteliğinde olduğu ifade edilmekte; bu kapsamda hareketin kendine özgü örgütlenme ve işleyiş yapısına vurgu yapılmaktadır. Bugünün Türkiye’sinden 90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başına denk gelen bir dönem aralığında Arjantin’e baktığımızda, yoksulluğa karşı en geniş mutabakatı oluşturmayı başaran bir süreç olarak değerlendirilebileceğimiz FRENAPO hareketinin, sahip olduğu özgün yapı ve ilerleyen süreçlerde ülkedeki ekonomik politikalar üzerinde yarattığı etki sayesinde, benzer koşulları deneyimleyen bütün dünya yoksulları için bir ihtimali gerçekleştirmeyi mümkün kılma potansiyeli taşıdığı söylenebilir.
Türkiye, aralarında bulunan binlerce kilometreye, farklı tarihsel geçmişe, toplumsal ve kültürel farklılıklara rağmen, ekonomik ve buna bağlı diğer boyutlar bağlamında Arjantin ile büyük benzerlikler göstermektedir. Türkiye’nin yakın siyasi geçmişi tıpkı Arjantin gibi askeri darbelerle şekillenmiş; özellikle 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye sol/sosyalist ve sendikal mücadele, tıpkı Arjantin’in ’76 darbesinde olduğu gibi büyük bir yıkımdan geçmiştir. Bu dönem öncesinde oldukça güçlü olan emek hareketi, sendikaların kapatılması, sendikacıların öldürülmesi, kaybedilmesi, vs. ile büyük hasar almıştır. Cuntacılar tarafından kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak için örgütlenen Mayıs Meydanı Anneleri (Madres de la Plaza de Mayo) ile Cumartesi Anneleri, iki ülkenin en acı fakat en sembolik benzerliği olarak nitelendirilebilir.
Arjantin ve Türkiye arasındaki benzerlikler darbeler tarihiyle sınırlı değildir. Türkiye de tıpkı Arjantin gibi, bir askeri darbe sonrasında neo-liberal politikaların hızla uygulamaya konulduğu başta gelen ülkelerden biri olmuştur. Bu sürecin 1980 yılında, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal tarafından uygulamaya başlanan “meşhur” 24 Ocak Kararlarıyla başladığı söylenebilir. Fakat, asıl olarak ithal ikamecilikten vazgeçiş; ihracata dayalı politikaların benimsenmesi, serbestleşme ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi uygulamalarının hız kazandığı bu dönem, 1994, 1999 ve 2001 yıllarında doğurduğu ekonomik kriz istikrarsızlıkları açısından (Bedirhanoğlu, 2009:6) Arjantin ile benzerlik göstermektedir.
Ve bugün… Adı ekonomik krizler ve yoksullukla anılmaktan bir türlü kurtulamayan Türkiye, özellikle COVİD-19 pandemisi sonrasındaki dönemi düşündüğümüzde çok büyük bir ekonomik buhranın içinde. DİSK’in (2024) yayınladığı istihdam raporuna göre, Türkiye’nin Temmuz 2024 yılı geniş tanımlı işsizlik oranı 26.5; geniş tanımlı işsiz sayısı ise 10.7 milyondur. Türkiye bu rakamlara göre, OECD ülkeleri içerisinde en yüksek işsizliğe sahip 4. ülke ve oran olarak da AB ortalamasının 2 kat üzerindedir. Bu işsizlik rakamlarının yanında, Ocak 2025 için Ankara’da yaşayan 4 kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenmesi için gereken aylık gıda harcaması (açlık sınırı), 22.131.TL’dir. Yani 2025 yılı için 22.104,67 TL olarak belirlenen asgari ücretten fazla! Bir ailenin gıda dışındaki giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık, vb. gibi ihtiyaçlarının tümü anlamına gelen yoksulluk sınırı ise 72.088,14 TL (TÜRK-İŞ: 2025). Yani asgari ücretin 3 katının da üzerinde! Üstelik bu ülkede çalışanların neredeyse %50’si asgari ücret almakta. Bu anlamda asgari ücret, hızla ülkedeki ortalama ücret olma yolunda ilerliyor. Dahası, kayıt dışı çalışanların %83,5’i asgari ücrete dahi erişemezken, 2005 yılında 31 cumhuriyet altını satın alınabilen asgari ücretle, 2023 yılı itibariyle 11.8 altın alınabiliyor (DİSKAR:2023).
Bu noktada tabi ki enflasyon oranlarından bahsetmek gerekiyor. Buna göre, devletin resmi istatistik kurumu TÜİK ‘e göre Aralık 2024’te yıllık enflasyon %44,38 iken bağımsız araştırmacılardan oluşan ENAG’a göre ise bu rakam %83,40’tır (BBC, 2025). Bu durumun yoksul emekçi halkın mutfağındaki yansıması ise çok daha ağır. DİSKAR’ın (2024) araştırmasında, TÜİK tarafından Mayıs 2024’te 70,14 olarak açıklanan gıda enflasyonun hissedilen enflasyonu yansıtmadığı belirtilerek; gerçek gıda enflasyonunun emeklilerden en yoksul %20’lik gelir gruplarına uzanan bir skalada, %80 ile %110,1 arasında değişiklik gösterdiği ifade edilmektedir.
Bütün bu sayısal verilerin ciddiyeti, bu şekilde “kâğıt üzerine” döküldüğünde gerekli etkiyi yaratamayabilir. Fakat bu ülkenin çocuklarının derin yoksulluk sebebiyle besin değerinden yoksun, sadece tok hissettiren, karbonhidrata dayalı ucuz ve doyurucu besinleri tüketmek ve her 4 çocuktan birinin yoksulluk sebebiyle okula aç gitmek zorunda kalması (TTB, 2025); 79 yaşında çalışmak zorunda olan bir işçinin İstanbul’da bir binanın çatısında tadilat yaparken hayatını kaybetmesi (ArtıGerçek, 2023), İzmir’de çaresiz genç bir kadının odun yakarak ısıtmaya çalıştığı barakadan bozma bir evde, yaşları 1 ile 5 arasında değişen 5 çocuğunun yanarak ölmesi (Bianet, 2024) benzeri durumların bu ülkenin gerçekliği olduğu düşünüldüğünde, mevzu çok fazla yakıcıdır. Ve bütün ülkeyi saran bu yoksulluk yangını sönmek zorundadır!
Yakın siyasal geçmişi düşünüldüğünde, Türkiye’nin ideolojisi sınıf mücadelesine yaslanan bir mirasın sahibi olduğu söylenebilir. Bugün, bu ideoloji çerçevesinde hareket eden birçok sol hareket/örgüt/parti vs. var olmasına rağmen bu yapılar, “örgütlenme” kavramının özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında ısrarla ve sistematik bir biçimde yok edilmeye çalışılan meşruiyeti ve tartışılıyor ola gelen başka birçok sebepten ötürü siyasete yön verememekte ve dolayısıyla da toplumsal dönüşümün öznesi olma noktasında etkin olamamaktadır. İşte tam da bu noktada FRENAPO örneğinden faydalanılabilir.
Bugün ITUC, ETUC, EPSU gibi önde gelen uluslararası sendika konfederasyonlarının ve bağlı sendikalarının ILO önderliğinde yürütülen ve asıl olarak, emek alanının devlet, işveren ve sendikalar ortaklığından (!) oluşan üç “uzlaş(a)maz” tarafından düzenlenmesi anlamına gelen bir kapitalist sistem sürdürücülüğü aracı olduğu iddia edilebilecek “sosyal diyalog” kavramı etrafında faaliyet yürüttüğü (EPSU: 2025; ETUC: 2022; ILO: 2002; ILO, ITUC: 2017;) düşünüldüğünde, Türkiye’deki birçok sendikanın, özellikle kapitalist sistem karşısındaki konumlanışlarının getirdiği ideolojik tutum ve pratik bağlamında, bu sistemin çizdiği sınırları aşan çok daha ileri mücadeleler örgütleme becerisine sahip olduğu söylenebilir.
Bunun en iyi göstergesi, bugün her türlü baskı altında yeni ve bağımsız sendikal hareketlerin ortaya çıkabiliyor oluşu ve geçmişin militan sendikacılık mirasını bugün dahi terk etmeyen sendikaların varlığıdır. Buradaki en önemli nokta, bahsedilen bu sendikaların, örgütlü oldukları işçiler, işçi yerleşimleri ve daha da önemlisi büyük bir halk kitlesi arasında sahip oldukları meşruiyettir. Öyle ki bahsedilen sendikalar tarafından örgütlenen her mücadele, sadece örgütlenme alanında etkin olmamakta; hem lokal hem de genel Türkiye kamuoyunda kendisini ispat etmekte ve harekete ihtiyaç duyduğu meşruiyeti ve inandırıcılığı kazandırmaktadır.
Örneğin Bağımsız Maden İş Sendikası… Tüzüğünde kendisini sermayeden, devletten, siyasi parti ve örgütlerden bağımsız; bürokratikleşmeye karşı mücadele eden demokratik ve bağımsız bir sınıf ve kitle örgütü olarak tanımlayan Sendika, Soma’daki Fernas Madenciliğe ait kömür madeninde kendilerine üye oldukları gerekçesiyle işçilerin işten çıkarılması, düşük ücretler ve madendeki işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin hiçe sayan çalışma koşullarına karşı 2024 yılı yaz ayları sonlarında eylemlerine başlamış ve karşılarına çıkan her türlü baskıya rağmen taleplerini kabul ettirerek Türkiye işçi sınıfı tarihine bir başarı ve mücadele örneği olarak geçmiştir. Bir diğer örnek ise Tarım İşçileri Sendikası’dır. Yine kendisini “bağımsız” olarak nitelendiren sendika, ismini asıl olarak 2024 senesinde İzmir Bergama’da Agrobay Seracılık işçilerinin direnişiyle duyurmuştur. Sendikalarında örgütlenen tarım işçilerinin işten çıkarılmasına ve kötü çalışma koşulları ile düşük ücretlere karşı yaz aylarında mücadele başlatan bu sendika da karşılaştığı bütün baskılara rağmen şirkete geri adım attırmış ve taleplerinin önemli bir kısmını elde etmiştir. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Oldukça “kuralsız” bir alan olan özel öğretim kurumlarında çalışan eğitim emekçilerinin örgütlenmesi ve haklarının korunması amacıyla faaliyet yürütmekte olan Sendikanın şu anki üye sayısın 11 bin civarındadır. Türkiye’de başta sendikal alandaki örgütlenmede uzun süredir devam eden geriye gidiş ve genel anlamda “örgütlenmeye” bakıştaki mesafelenme durumu ile özel eğitim alanındaki “kuralsızlık” ve “güvencesizlik”in yaratabileceği engeller göz önünde bulundurulduğunda, Sendikanın örgütlenme anlamında oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Sendika üyesi öğretmenlerin 2024 yılı yaz aylarında yükselttiği “Taban Maaş Kampanyası” büyük yankı uyandırmıştır. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikasının başlattığı örgütlenme ve ısrarcı direniş, hem sendikal harekete açtığı yeni alan hem de yarattığı örnek açısından büyük önem taşımaktadır. Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) de buraya dahil edilmelidir. Şanlıurfa’daki Özak Tekstil Fabrikasındaki işçilerin, şirketle iş birliği yaptığını iddia ettikleri mevcut sendikadan 2023 yılının kış aylarında istifa edip Bir-Tek-Sen’e üye olmaları sonucunda karşılaştıkları taciz, tehdit, baskı ve işten atmalara karşı başlattıkları direniş, tüm baskıya rağmen taleplerinin bir kısmını karşılatmayı başarmıştır. Eylemlerinden dolayı Genel Başkanları bir süre tutuklu kalmış olan sendika, bir şehri direniş alanına çevirmesi açısından dillendirilmeye değer lokal bir örnektir.
Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD-Sen) de bu sendikaların arasında yer almalıdır. Sendika, yakın geçmişte CarrefourSa, Amazon, Migros gibi bilinen markaların depo işçilerini örgütleyerek elde ettiği kazanımlar ile gündeme gelmiştir. Bu sendikaların yanına, tıpkı bunlar gibi oldukça güvencesiz ve bu sebeple sendikal örgütlenmenin büyük zorluklarla başarılabildiği bir alan olan ve dahası işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından büyük tehlikeler barındıran inşaat sektöründe örgütlü İnşaat İşçileri Sendikasını (İnşaat-İş) da koymak gerekmektedir. Sendika, özellikle, yapımı oldukça tartışmalı olan İstanbul Üçüncü Havalimanının 2018 yılındaki inşası esnasında işçi sağlığı ve güvenliği için verdiği mücadeleyle kamuoyunda ismini duyurmuştur.
Yakın zamanın en dikkat çekici sendikal örgütlenmelerinden biri de “emekliler” arasında olmuştur. Örgütlenmeleri genel olarak birkaç sendikada yoğunlaşmış olan emeklilerin sesi, özellikle 2024 yılında ana muhalefet partisinin çağrısıyla düzenlenen “Büyük Emekli Mitinginde” duyulmuştur. Bu yılın hükümet tarafından “Emekliler Yılı” olarak ilan edilmesi; fakat bunun karşılığında maaşlarında yapılan gülünç artış, emekli sendikacılığını “militan” seviyelere taşımıştır.
Bu bağımsız sendikaların yanı sıra, Türkiye’nin birçok noktasında direnişte olan “bildiğimiz” büyük konfederasyonlara bağlı görece daha “ufak” sendikalar bulunmaktadır. Gemi inşa sanayisi ve büyük firmaların depolarında çalışan işçilerin örgütlendiği ve bu sektörlerdeki ağır çalışma koşulları, iş kazaları ve cinayetleri ile düşük ücretlere karşı mücadele eden DİSK’e bağlı Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, Ardiyecilik ve Antrepoculuk İşçileri Sendikası (Limter-İş), yine aynı amaçlarla inşaat şantiyelerinde örgütlü olan Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol İşçileri Sendikası (Dev Yapı-İş), sağlık alanındaki Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası (Dev Sağlık-İş) ve enerji alanında örgütlü Elektrik, Gaz, Su, Baraj Çalışanları Sendikası (Enerji-Sen) özellikle örgütlü oldukları işyerlerinde başarıyla yürüttükleri irili ufaklı direnişler ve kazanımlar ile bu sendikaların başında gelmektedir.
Elbette ki Türkiye’de yakın geçmişte gördüğümüz işçi mücadeleleri sadece yukarıda sayılan bazısı “bağımsız” bazısı ise küçük ama etkili sendikalardan ibaret değil. Bulundukları ideolojik ve pratik konum farklı bağlamlarda tartışılır olan DİSK ve TÜRK-İŞ konfederasyonlarına bağlı olan bazı sendikaların, bağlı oldukları bu Konfederasyonların önünde bir ideolojik tutum ve pratik sergilediklerini kabul etmemiz gerekmektedir. DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş) bunların başında gelmektedir. Tarihsel olarak da büyük birikim sahibi olan bu sendika, 2024 yılında grev yasaklarıyla gündeme gelmiş; sendikanın aralık ayında ilan ettiği grev “milli güvenliğe aykırı” olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Fakat sendika, grev yasağını “tanımadığını” açıklayarak, fiili olarak grevi sürdürmüş ve bazı işletmelerde süren grevler kazanımla sonuçlanmıştır. Türkiye’nin bir diğer büyük işçi konfederasyonu TÜRK-İŞ’e bağlı Türkiye Gıda ve Yardımcı İşçileri Sendikası (Tek Gıda-İş) da bu kapsamda sayılmalıdır. Sendikanın yine 2024 yılında Çatalca’daki Polonez fabrikasında kendilerine üye oldukları gerekçesiyle işçilerin işten çıkarılması sonrasında Temmuz ayında başlattığı direniş, aylarca sürmüş; büyük baskı ve şiddetle bastırılmaya çalışılan mücadele, işçilerin tüm taleplerinin kabul edilmesiyle sonlandırılarak başarıya ulaşmıştır.
Ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)… ve bağlı sendikaları. Tarihsel olarak, militan bir kamu çalışanları sendikacılığı anlayışıyla; hem de “Kamu çalışanları sendika kuramaz!” denilen bir dönemde fiili-meşru mücadele ile “sokakta” kurulan KESK, 90’lı yıllardan beri Türkiye’de emek mücadelesinden ekolojik sorunlara, kadın mücadelesinden anadilde eğitim hakkına kadar toplumu ilgilendiren birçok alanda söz söylemektedir. Kendi iç tartışmaları ve günümüz siyasi atmosferi sebebiyle hem niteliksel hem de niceliksel olarak eskiye nazaran güç kaybetmiş olsa da KESK ve bağlı sendikaları -özellikle de Eğitim-Sen-, bugün hala ülkede ses getiren bir potansiyele sahiptir. Öyle ki, KESK’e bağlı sendikalar özellikle taşra il ve ilçelerinde toplumsal muhalefetin önderliğini hala sürdürmektedir. Bu anlamda KESK’in hala bir direniş sığınağı olduğu söylenebilir.
FRENAPO kampanyasına geri dönecek olursak… İsimleri anılan bu sendikalar ve belki de aralarına eklenebilecek daha başkaları, ülkede emek alanındaki antidemokratik uygulamalar ile artan birçok engele rağmen, bir örgütlenme dinamizmi yaratmayı başarabilmiştir. Genellikle lokal alanlarda gerçekleştirilen bu örgütlenmelerin yürüttüğü hak mücadelesinin, sadece örgütlenme bölgelerinde değil; toplumun büyük kesiminde yankı bulduğu ve emek mücadelesinin meşruiyetini yükselttiği açıktır. Bu açıdan, son zamanlarda emek alanında bu dinamizmi yaratabilmiş olan bu sendikalar, Arjantin örneğinde olduğu gibi, tam da toplumsal muhalefetin yükseldiği bu dönemde, dönüştürücü bir özne olma rolünü üstlenerek, Türkiye’nin en yakıcı meselelerinden biri olan yoksulluğa karşı ekonomik temelli bir kampanyayı, bir yerlerde yapılmış olanı tekrarlamak olarak değil ama kendi ihtiyacına göre güncelleyerek, örgütleme inisiyatifi alabilir. Ve böylesi bir örgütlenmeyi, acilen harekete geçirilmesi gereken bir program olarak, Türkiye sendikal hareketinin önüne koymayı başarabilir. Bu açıdan, “geçinememek” gerçeğini merkeze koyan tek ve sade bir başlık altında, başka hiçbir tartışmayı bu başlığa dahil etmeden; bu başlıkta mücadele etmeyi kim nerede ve ne şekilde yapmayı kabul ediyorsa sorumluluğu ona vererek başlatabilir. Dikte etmeden, yerellerdeki örgütlenmeleri yerellere bırakarak; bu başlıkta hareket etmeyi kabul eden herkesle bir araya gelerek bir adım atılabilir. Bu adım, geçinemeyenlerin tarafında olan bilim insanlarının bilimsel verileriyle desteklenecek gerçekçi taleplerle hayata geçirilebilir. Tamamen tabana yayılan ve belirli bir süreç aralığında tüm samimiyetiyle ve özveriyle örgütlenecek bir hareketin, toplu sözleşme pazarlıklarına sıkışmış bürokratik sendikal yapılanmaları etkileyerek, onları “meydana” çıkmaya ve “üretimden gelen güçlerini” kullanmaya zorlama etkisi de olabilir. Kısacası böylesi bir örgütlenme, barındırdığı potansiyel ile ekonomik ve sendikal alanda dönüştürücü bir etki yaratma ihtimali taşımaktadır.
Bir ihtimaller ve temenniler bütünü olarak algılanabilecek bu son kısım, herkesin aklında olan “ne yapmalı?” sorusuna aranan mütevazi bir çözüm yolu olarak değerlendirilmelidir. Ve dahası… Işıklı’nın (2003) da belirttiği üzere, sendikal mücadele demokrasinin korunması ve gerçekleştirilmesi açısından çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu açıdan, halkın yoksulluğuna çözüm bulmak için sendikaların başı çekmesiyle yükseltilecek toplumsal bir hareket, bugün Türkiye sokaklarında gerçek demokrasi ve hukuk talebini haykıran milyonların mücadelesine omuz verecektir. Türkiye’deki sendikalar, bu tarihsel rolü üstlenerek, ülkedeki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümün mimarı olma sorumluluğunu almalı; “samimi” ve “gerçekçi” bir yolun ön açıcısı olmalıdır.
* Bu yazının yazımı esnasında, yazıda bahsi geçen bazı sendikalarında dahil olduğu ortak açıklamada benzer bir çağrıda bulunulmuştur. (Kaynak: https://sendika.org/2025/03/sendikalardan-ortak-aciklama-sokaklara-tasan-ofkenin-arkasinda-guvencesiz-onur-kirici-bir-yasamin-sikili-yumruklari-var-723328)
Kaynaklar:
ArtıGerçek (2023). “Avcılar’da İş Cinayeti: 79 Yaşındaki İşçi, Çatıda Ölü Bulundu”. [Online] Erişim: https://artigercek.com/emek/avcilarda-is-cinayeti-79-yasindaki-isci-catida-olu-bulundu-274339h [10.04.2025]
BBC (2025). “Aralık Enflasyonu TÜİK’e Göre Yıllık Yüzde 44,38, ENAG’a Göre Yüzde 83,40”. [Online]. Erişim: https://www.bbc.com/turkce/articles/c2ld89llz12o [09.04.2025].
Bedirhanoğlu, P. (2009). “Türkiye’de Neo-liberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”. Uzgel, İ. ve Duru, B. (der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, Phoenix Yayınevi, 39-64.
Bianet (2024). “İzmir’de Beş Çocuk Yanarak Öldü. Risk Altında 200 Bin Aile Var”. [Online]. Erişim: https://bianet.org/haber/izmirde-bes-cocuk-yanarak-oldu-risk-altinda-200-bin-aile-var-301870 [10.04.2025].
Campos, L.E. (2015). “The National Front Against Poverty: The Struggle for Income Redistribution”. Global Labour Journal, 6(3), p: 351-365.
DİSK-AR (2023). “Asgari Ücret Araştırması 2024”. İstanbul.
DİSK-AR (2024). “İşsizlik ve İstihdamın Görünümü”. İstanbul.
DİSK-AR (2024). “Resmi Enflasyon Yüzde 75’i Aştı”. [Online]. Erişim: https://disk.org.tr/2024/06/disk-ar-resmi-enflasyon-yuzde-75i-asti/ [09.04.2025].
EPSU (2025). “Cross-Sectoral Social Partners Sign Pact for Social Dialogue”. [Online]. Erişim: https://www.epsu.org/article/cross-sectoral-social-partners-sign-pact-social-dialogue [11.04.2025].
ETUC (2022). “European Social Dialogue Work Programme 2022-2024”. Brüksel.
ILO (2002). “Social Dialogue: Finding a Common Voice”. Cenevre.
ILO & TUDCN-RSCD (2017). “Social Dialogue as a Driver and Governance Instrument for Sustainable Development”. ILO-ITUC Issue Paper. Brüksel.
Işıklı, A. (2003). “Cumhuriyetin 80. Yılında Türk Sendikacılığı”. Panel Konuşması.
TTB (2025). “Derinleşen Yoksulluk Çocuk Sağlığını Bozuyor”. [Online]. Erişim: https://www.tipdunyasi.dr.tr/2024/01/derinlesen-yoksulluk-cocuk-sagligini-bozuyor/ [08.04.2025].
TÜRK-İŞ (2025). “Ocak 2025 Açlık ve Yoksulluk Sınırı”. [Online]. Erişim: https://www.turkis.org.tr/turk-is-ocak-2025-aclik-ve-yoksulluk-siniri/ [08.04.2025].
Williams, M. (2015). “Transformative Unionism and Innovative Campaigns Challenging Inequality”. Global Labour Journal, 6(3), p: 253-266.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.