“Güçlü bir halk direnişi ortaya çıkmışken bir önceki yılın hatalarına ve hatalı önderliklerine tekrar prim verilmemelidir. Bu yıl 1 Mayıs’ta halkın talepleri etrafında şekillenmesi mümkün olan güçlü bir eylemliliğin örülmesi yurt çapında mümkündür. Bu bağlamda devrimci güçler farklarını bir engel olmaktan çıkarıp, kitle hareketinden çekinmeyip, süreci devrimci biçimde örgütlemenin adımlarını hızlıca atmaya başlamalıdır”
“1 Mayıs 2025’e giderken sosyalist hareket ne düşünüyor?” dosyamız kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Devrimci Hareket Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ediz Kankur ile. Kankur; 19 Mart sürecinin CHP’nin normalleşme, DEM’in “süreç tokalaşmasının niteliksizleştirici etkisi” üzerine geldiğini ve bu vakte kadar sandıkla iş yapılabileceğine dair beklentinin de devam ettiğini ifade etti. Gezi sürecinde ilk tetiklenme noktasının ağaç katliamı olmasına rağmen gerçekte direnişin AKP’nin 10 yıllık saldırılarına-hak gasplarına karşı olduğunu söyleyen Kankur bugün de tetiklenme noktasının halkın irade gaspına yönelik tepkisi olsa da bununla sınırlı kalmadığını ve bu hamlelerin bizzat emperyalizm eliyle gerçekleştiğini belirtti.
Emperyalist sistem içindeki gerilimleri, çatışmaları ve bunların yansımalarını “3. Dünya Savaşı” olarak nitelendiren Kankur, savaşın ilk iki büyük savaştan farklı enstürmanlarla yürütülüyor olmasının olgunun sınıfsal özünü değiştirmediğini de ekledi. Faşizmin mücadelede el düşürerek veya el sıkarak geriletilemeyeceğini söyleyen Kankur, mücadelenin sınıfsal gereğinin yapılması gerektiğini ifade etti. Kankur, 19 Mart’ta başlayan sürecin kazanıma dönüşmesi için ilk koşulun doğru okuma, ikinci koşulun ise direnişin iradesinin düzen içi sese bırakılmaması olduğunu belirtti. Çeşitliliğin, farklarını değil güç ve imkanlarını öne çıkardığı birleşik mücadele zemininin yapabilme ve sonuç alma kapasitesini arttıracağını söyleyen Kankur, 1 Mayıs örgütlenme sürecine dair ise “devrimci güçler farklarını bir engel olmaktan çıkarıp, kitle hareketinden çekinmeyip, süreci devrimci biçimde örgütlemenin adımlarını hızlıca atmaya başlamalıdır” dedi.
Bu atmosferde 1 Mayıs’a giderken karşı karşıya olduğumuz manzaraya ilişkin değerlendirmeniz nedir? Eylemlerin ve katılanların nitelikleri ışığında sosyalistler bu süreçte ne yapmalı, nasıl bir tutum almalı?
Aylar önce bıçağın kemikte olduğunu söylemiş ve en geniş bağlamlı muhalefet, itiraz ortaklaşması için çağrıda bulunmuştuk. Sonrasında dünya ve ülke tablosunu “açık emperyalizm ve açık faşizm” olarak tanımlamıştık.
“ABD seçimlerinde Elon Musk, Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg dahil ülke milyarderlerinin yaklaşık 2 milyar dolar harcayarak Trump’ın seçimi kazanmasını sağladığı bilgisiyle beraber bugün ABD’nin dünya ölçeğinde dayattığı politikalar düşünüldüğünde, seçimlerin giderek anlamsız hale geldiğini görmek zor olmayacaktır”
Biz bu uyarıyı yaptığımızda Özgür Özel’in normalleşmesinin, DEM’in süreç tokalaşmasının niteliksizleştirici etkisi, kimilerinin hala sandıkla iş yapabileceğine dair beklentileri devam ediyordu.
Gazze’de ABD ve İsrail, ateşkesi yarıda kesip yok etme ve soykırım saldırılarını tekrar başlattı. ABD ve ortakları Yemen’i bir kez daha ateşle sınmaya karar verdi. Alevi katliamının en sıcak anında SDG’nin HTŞ ile mutabakat imzalaması, Alevi katliamını, sanıldığı veya iddia edildiği gibi durdurmadı. Devamında da Colani’nin 5 yıllık “tek adam anayasası” devreye girdi. Emperyalizmin aparatı HTŞ bir taraftan Alevi katliamını sürdürürken diğer taraftan Lübnan’la üçüncü sınıf bir yalanla/senaryoyla gerilim zemini oluşturdu.
Ve 19 Mart sabahı ülke, anlamak istemeyenlere de sıranın geldiğini gösteren gelişmelerle uyandı. Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde evine gelen yüzlerce polis tarafından “suç örgütü lideri” iddiasıyla gözaltına alındığı, bu çerçevede tasarlandığı anlaşılan ve yüzlerce kişiyi kapsayan gözaltıların sürdüğü haberi basına düştü.
Dünya ölçeğinde bir kez daha savaş kavramının küresel ekonomi politik içinde öne çıktığı, birinci başlık haline geldiği bir süreçten geçiyoruz. Dünyada savaş ikliminin ülkede darbe ikliminin hâkim olduğu bu koşullarda artık hemen hiçbir olgu söz konusu iklimden bağımsız düşünülemez. Gündelik hayatta bir yığın şey yaşanıyor. Kayyumlar atanıyor. Mitingler, grevler yasaklanıyor. Ücretler düşürülüyor, emekçilerin yaşamı daraltılıyor. Burjuva siyasette aktörler aynılaşırken küçücük farklar bile cezalandırılıyor. Sermayenin hakimiyeti hayatın her alanında varlığını gösteriyor. Saray rejimi bu hakimiyetin önüne çıkan her engelde rolünü oynuyor. Yargı, muhalif potansiyelin etkisizleştirilmesinde bir silah gibi kullanılıyor. İşte bu yaşananların hiçbiri dünya düzeninden/denkleminden bağımsız değildir.
Bugünkü savaşın niteliği ve kapsamı konusu, belirli bağlamlar içinde 11 Eylül 2001’e de Suriye işgalinin başladığı 2011’e de gitmeyi gerektirebilir ancak Marksistler için en önemli kıstas 1945 sonrasında oluşan dengelerin/düzenin değişmesi, tekelleşmenin aldığı boyut ve hegemonya mücadelesidir. Özetle süreç, hegemonya ve paylaşım savaşı üzerinden okunabildiğinde nitelik de kapsam da değişir. Gazze’de savaşın seyrinden ateşkes süreçlerine, benzer şekilde Hizbullah’la savaştan ateşkese ve hemen sonrasında Suriye’deki HTŞ operasyonuna ABD’nin karar vermiş olmasına kadar gelişmeler zinciri, meselenin küresel boyutuna dair yeterli veri sunuyor.
1945 sonrası düzenin kurallarını koyan da kurumlaşmayı sağlayan da ABD’dir; bugün o kuralları ve kurumları tanımayan da ABD’dir. Daha önce de her türlü kuralsızlık devredeydi ama gizli olarak yapılıyordu. Darbeler, uyuşturucu ticareti, suikastlar, sabotajlar vb. gizli olarak yapılıyordu. Bunu açık yapan İsrail’di. Şimdi bir İsrailleşme ve İsrailleri çoğaltma söz konusu.
Trump, Netanyahu gibi konuşuyor. Erdoğan Trump gibi konuşuyor. Trump Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama kararı çıkardığı Netanyahu’yu, Erdoğan İBB’ye operasyon düzenliyor. Trump UCM’yi tanımadığını söyleyip yaptırım kararı alıyor. Erdoğan Anayasa Mahkemesi’ni tanımadığını söyleyip yapısına müdahale ediyor, hatta kapatılmasından bile söz ediyor.
Bu, açık emperyalizmdir. Dün, işgal dahil gizli yapılan pek çok şey bugün açıktan yapılıyor. ABD ya bizzat kendisi ya da “İsrailleri/taşeronları” eliyle hemen tüm kıtalara müdahale etmektedir. Afrika’da Ruanda İsrail rolünü oynarken Azerbaycan Kafkasların İsrail’i olarak işlev görüyor.
Sermaye dünya çapında sermayenin tam ve kesin hakimiyeti konuşuyor. Sermayeyi, sermayenin ne olduğunu anlamadan ne emperyalizmi ne de faşizmi anlayamaz, dünyada ve ülkelerde olup biteni açıklayamayız. Şu anda dünyada iki olgu kesişmiş ve birbirini potansiyalize eder durumdadır; birincisi neoliberalizmdir, ikincisi paylaşım savaşıdır. Neoliberalizm zaten sermayenin tam ve kesin hakimiyeti demektir. Paylaşım savaşları, sermayenin gemi azıya aldığı dönemdir; adı üzerinde paylaşım savaşı, hiçbir kural vb. ile sınırlanmak istemez.
Bu bağlamda Türkiye’ye gelirsek; 24 Ocak kararlarının darbe eşliğinde devreye sokulması sonrasında 20 yıl boyunca yapısal uyum yasalarıyla, OHAL vb. uygulamalarla ülke biçimlendirilmiş olmasına rağmen, 2000’in başında yine müdahaleye ihtiyaç duyulmuş, önce 3’lü koalisyon dağıtılmış sonra da AKP iktidara getirilmiştir. AKP’nin ülkeyi tepeden tırnağa emperyalizm eliyle yeniden biçimlendirmesi (yeniden sömürgeleştirilme) sonrasında özellikle 2016 darbe girişimi sonrasında ülke hızla bir darbe iklimine sokulmuştur. Önce OHAL ilan edilmiş, hızla pek çok yasa çıkarılmış ve sonrasında 2017’de darbe iklimi, kesintisiz darbe kurumsallaştırılmıştır.
Birçok açıdan ama özellikle emperyalizm ve tekelci sermayenin hakimiyeti açısından, süreklilik kazanan mekanizmaları ile 12 Eylül’ü aşan bir süreç geliştirilmiştir. “Türk tipi başkanlık” olarak da tanımlanan işleyiş, bugün gelinen aşamada, Trump’ın tüm dünya için ilan ettiği ölçüsüz, kuralsız savaşın lokal biçimlerindendir. Trump, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni, uluslararası yasa ve kuralları tanımamakta, ABD egemenlerinin çıkarı gereği bir darbeci gibi davranmaktadır. Erdoğan da Anayasa Mahkemesi’ni tanımamakta; seçimleri, Meclis’i ve gerektiğinde mevcut yasaları, hak ve kazanımları yok sayarak anlamsızlaştıran bir tek adam olarak rolünü oynamaktadır.
Bu resmi, çeşitlendirip büyütebiliriz. Önemli olan karşımıza çıkan fotoğrafla yetinmemek, olguyu bir bütün halinde görebilmektir. Anımsanacak olursa 2013 Gezi sürecinde, ilk kıvılcım, tetiklenme noktası Gezi parkı, ağaç katliamı olsa da gerçekte direniş, AKP’nin 10 yıllık saldırıları, hak gaspları, zulmü vb. karşısında halkın topyekûn tepkisini ifade ediyordu. Bugün de evet, kayyumlar, tutuklamalar vb. yöntemlerle halkın iradesine, tercihlerine darbe yapılıyor, yargı bir sopa gibi kullanılıyor; ancak aynı zamanda bunun bizzat emperyalizm eliyle/desteğiyle gerçekleştirildiği de unutulmamalıdır.
Emperyalizmin/sermayenin özel yetkili partisi AKP, 22 yıldır saldırmadığı, mağdur etmediği, hak ve imkân kaybına uğratmadığı, bir avuç egemen ve onlarla çıkar bağı içinde olan azınlık dışında hiç kimse kalmamıştır. Süreç, kurumsallaşarak kalıcı bir darbeye dönüşmüştür. Bu, açık faşizmdir. Bu tanımlar, tehdidin de direniş potansiyelinin de niteliğini görebilmek açısından önemlidir. AKP, 19 Mart İmamoğlu operasyonuna kazara veya hesapsızlık sonucu gelmiş değildir. Tersine bu, sınıfsal niteliğinin kaçınılmaz sonucudur; tek adam rejimi nasıl ki tek adamın keyfiyeti ile açıklanamazsa devamında döşenen taşlar, çelişmelerin keskinleşmesi ve faşizmin derinleşmesi de dünya ölçeğinde sermayenin saldırganlığının yeni sömürge Türkiye’ye izdüşümüdür.
Başından beri söylediğimiz gibi bu sürecin, Erdoğan’ın şahsi ikbaline kadar daraltılarak değerlendirilmesi, olup biteni de muhtemel gelişme ve riskleri de anlamayı güçleştirir. Benzer şekilde gelişen tepkiler de potansiyel ittifaklar da yanlış değerlendirilir. Meseleyi burjuvazinin iki başkan adayı arasında olan ve bizi ilgilendirmeyen bir mücadele olarak görmek veya hala olaylara bu sığlıkta bakanların olması sol adına üzücü. Dünya hiç olmadığı denli küçülmüş, politikalar hiç olmadığı denli küreselleşmiş ve ayrışmalar/saldırılar buna göre yaşanıyorken ne yazık ki hala olup biteni Erdoğan-İmamoğlu didişmesi, iki aday arası mücadele sınırlılığında görenler var. “Kimileri faşizm diyor. Faşizm sermaye sınıfının ihtiyaçlarının, emek-sermaye arasındaki mücadelenin şiddetlenmesinin ürünüdür. Bugün ‘faşizm’in koşulları (şimdilik) yok” diyecek kadar ufkunu ve sınıfsal aklını yitirenler var.
Bu süreçte düşülebilecek temel önemdeki yanılgılardan biri Türkiye’de faşizmin olmadığı ancak totaliter bir rejime doğru bir sürüklenmenin yaşandığı değerlendirmesidir. Bunun az sayılmayacak sayıdaki çeşitli versiyonlarıyla karşı karşıyayız. Bu, konudan bağımsız, soyut bir tartışma değildir. THKP-C’nin tutarlı/bütünlüklü ideolojik politik hattı, sömürge tipi faşizmin sürekliliğinden bahseder. Burada bir “gelme,” bir “sürüklenme” değil bir kurumsallaşma söz konudur. Genelde Demokratik Halk Devrimi’nin özelde faşizme karşı mücadelenin niteliği ve ittifaklar üzerinde doğrudan etkide bulunur.
Tekrar ve ısrarla söylüyoruz; yaşanan 3. Paylaşım Savaşı’dır. Bu savaşın ilk iki büyük savaştan farklı enstrümanlarla yürütülüyor olması olgunun sınıfsal özünü değiştirmiyor. Gazze’de Lübnan’da Suriye’de Irak’ta Yemen’de Kızıldeniz’de yaşananlar; Grönland’ın, Kuzey Kutbu’nun, Panama Kanalı’nın savaş ve gerilim sebebi olması, söz konusu hegemonya ve paylaşım savaşının çeşitli bağlamlardaki cepheleridir. Ülkemizde kayyum, faşizmin habercisi veya “ayak sesi” değil bizzat kendisidir. Bugüne kadar tecrübe edilen, çalışılan, planlanan ve gerektiğinde darbeler eşliğinde uygulanan tekelci sermaye egemenliğinin 21. yüzyıl versiyonudur.
Bu, otoriterleşme veya totaliterleşme değil kelimenin gerçek anlamıyla faşizmdir; açık faşizmdir.
Bir kez daha görülüyor ve gösteriliyor ki emperyalizm/faşizm/zorbalık, mücadelede el düşürerek veya el sıkarak ne geriletilebilir ve de hesapları bozulabilir. Sık sık söylediğimiz gibi dünyadaki paylaşım ve hegemonya savaşı, sermayenin gemi azıya alan hesap ve saldırganlığı, daha çok emperyalizm, daha çok faşizmdir; bu da daha çok kuralsızlık, seçimsizlik, hak gaspı, imkân gaspı, savaş ve işgal demektir.
Oyun oynama, oyalanma, topu taca atma, rakibine öykünerek veya onunla normalleşerek onu yenme yanılgısı bitti. Artık ya mücadelenin sınıfsal gereği yapılacak ya da bedel ödenecek.
Gezi direnişi birçok açıdan öğretici dersler bıraktı. Halklar için öyle çok öğretici ve güven vericiydi ki hayatında hiçbir eyleme katılmamış gençler, anne ve babalar sokaktaydı; örgütlü olan örgütsüz olanla, çalışma yaşamında olan toplumun işsiz dahil diğer kesimleriyle fiilen, sokakta, aynı amaçla yoldaşlaştı. Birleşik mücadeleden, ittifaklardan, forumlardan ve meclislerden yani halkın kendi sözünü söylemesinden, karar sahibi olmasından ne anlaşılması gerektiği somutlandı. Halkın umudunu ve özgüvenini büyüten bu öğretici pratik, iktidarı çok korkuttu; öylesine korkuttu ki bir taraftan adım adım bu birikimin, deneyim ve kazanımların tasfiyesi için ne gerekiyorsa yapıldı, diğer taraftan bugün hala Gezi gözaltılarına ve tutuklamalarına başvuruluyor.
Bugün 19 Mart’ta başlayan sürecin kazanıma dönüşmesi ve devamlılığı için doğru okuma birinci koşuldur. İtiraz halklaştığı andan itibaren artık mesele “İmamoğlu meselesi” değil, sokakta direnişin dilinde de görüldüğü gibi halkların özgürleşme meselesidir. İkinci koşul da sokakta büyüyüp çeşitlenen direnişin iradesinin, koordinasyon ve pusulasının mikrofondan konuşan düzen içi sese bırakılmamasıdır.
19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması sonrasında yükselen sokak protestoları, benzer süreçlerde olduğu gibi hızla, AKP’nin 22 yıllık tüm uygulamalarına/saldırılarına karşı birleşik bir eylemliliğe dönüştü. Böyle anlarda nedenin de hedefin de taktik ve ittifakların da doğru tanımı, başarının olmazsa olmaz koşuludur. Bu da sürecin doğru okunmasını ve doğru bir önderliği gerektirir. Mahir “Rotası yanlış olan bir ordunun, rotayı çizen genel kurmayının tutarlı olmasına imkân var mı?” diye sorar. Bu nedenle taktiksel olanla stratejik olan, konjonktürel olanla çizgisel olan karıştırılmamalıdır.
Bazı tarihsel anlar vardır, onlarca yıl alabilecek gelişmeler kısa bir ana sığar. Öğreticilikten deneyime; örgütlülüğü, niteliği ve toplumsal bilinci büyütmeye kadar pek çok alanda değişim yaşanır; tabii ki bunun sonuçları da rotaya ve önderliğe bağlıdır.
Böylesi süreçlerde kitle hareketliliğinin düşmesi sonrasında “normale” dönülmüş gibi görünse de artık Gezi’de olduğu gibi yaşananların öncesi ve sonrası diye bir tanımlama vardır. İşte 30 Mart Kızıldere böyle bir tarihsel andır. Öncesi ve sonrası arasında önemli bir fark vardır. Bu farkın sadece kayıpla anılması, büyük bir yanılgı olur.
Gezi sürecinde yaşanan pratik, oluşan öğreticilik, sloganlardan bilince ve meclislere/forumlara kadar kazanılanlar, ortaya çıkan sonuçların kalıcılığı bugün de işlev görüyor. Kitleler “bu daha başlangıç” diyor; her yeri direniş alanı ilan ediyor, farklı parçalar bir bütün farklı güçler bir bileşke kuvvet oluşturuyor; yan yana gelme ve birleşik güç oluşturma konusundaki ezberlenmiş engeller aşılıyor; aşılmaz sanılan barikatlar aşılıyor.
Gezi’de nedenin yalnızca “ağaç” olmaması gibi bugün de neden yalnızca İmamoğlu’nun tutsaklığı değil. Bu sürecin nereye ve nasıl evrileceği, eylem içinde geliştirilecek Gezi’den devralınmış iradeye, yöntem ve araçlara bağlıdır. Halklaşmış pratiklerin sınıflar mücadelesi tarihi boyunca gösterdiği gibi çeşitliliğin, farklarını değil güç ve imkanlarını öne çıkardığı birleşik mücadele zemini, ortaya bir sinerji çıkarır, yapabilme ve sonuç alma kapasitesi artar. Halk isyanının geliştiği zeminlerde yasalar değil meşruiyet geçerlidir; ülkenin dört bir yanında gençliğin pratiğinde görüldüğü gibi miğferin, copun, gazın değil, haklılığın ve kararlılığın hükmü geçerlidir.
Farklı zamanlarda yıllar içinde sağlanamayacak yoldaşlaşma, örgütlülük ve uyum, böylesi direnişlerde en mükemmel biçimini alır. Bu süreç, bu fırsat, bu sinerji yanlış yönlendirmelerle boşa harcanmamalı, kendi koordinasyonunu oluşturmalı, kendine has araçlarla ve doğru seçilmiş/ortaklaşmış hedeflerle yolunu açarak ilerlemelidir. Şimdi, mücadele zamanıdır; küçük hesapların değil, birleşik bir güçle ve kolektif iradeyle geleceği kazanma zamanıdır.
Elbette zor bir süreçten geçiyoruz, elbette bugünden yarına büyük kazanımlar beklemiyoruz; ama kitlelerin hakları için milyonlar halinde sokağa çıkmasını da hafife alamayız. Burada rol yine YOL göstericilerin bütünlüklü mirasına göre alınmalıdır. Mesele kişiselleştirilip “İmamoğlu meselesi” olarak daraltılmadığında görülecektir ki sosyal medyadaki paylaşımları yüzünden gözaltına alınan da diploma meselesi karşısında kendi geleceğini risk altında gören öğrenci de ülkede hakkın, hukukun ve adaletin kalmadığını söyleyen de cumhuriyetten laikliğe kadar demokratik devrim kapsamına giren sorunlarda yaşanan gerileme ve gasplar karşısında öfkelenen de; iş konusunda da ekmek konusunda da özgürlük konusunda da kendini geleceksizlik içinde hissedip sokağa çıkan da bugün aynı saftadır. Bu saflaşma yanlış değil, konjonktürel nitelikleriyle doğru ve gereklidir; Mahir’in devrim tanımının Leninizm perspektifli kesintisizliğine giden basamaklar toplamı aynı zamanda bunu da anlatır.
1 Mayıs nasıl örgütlenmeli, ne hedeflenmeli?
Bu bağlamda 1 Mayıs süreci bütün bu kapsayıcılık ekseninde, halkın 19 Mart sonrası ortaya çıkan direnişinin güçleneceği biçimde örgütlenmelidir. Güçlü bir halk direnişi ortaya çıkmışken bir önceki yılın hatalarına ve hatalı önderliklerine tekrar prim verilmemelidir. Bu yıl 1 Mayıs’ta halkın talepleri etrafında şekillenmesi mümkün olan güçlü bir eylemliliğin örülmesi yurt çapında mümkündür. Bu bağlamda devrimci güçler farklarını bir engel olmaktan çıkarıp, kitle hareketinden çekinmeyip, süreci devrimci biçimde örgütlemenin adımlarını hızlıca atmaya başlamalıdır.