Açlık sınırı asgari ücretin üzerinde, keza yoksulluk sınırı da. 2021 yılı Eylül ayına kadar da bu makas kısmen açılıyor. Ancak 2021 yılında gündelik hayatımızda doların yükselmesi ve yüksek enflasyon olarak gördüğümüz süreçte asgari ücret eğrisi ne kadar yükselse de açlık ve özellikle yoksulluk sınırı ile makas net bir biçimde açılıyor. Peki, neden bu durum sokağa yansımıyor?
Son on yılda sömürge tipi faşizmin Başkanlık rejimi olarak şekillendiği sürecin (bütüne rengini de veren) alt halkaları şunlardır: İsyan bastırma, OHAL, salgın yönetimi ve şimdi de yoksulluk yönetimi.
31 Mayıs 2013 Gezi olayları ve Haziran isyanı (ve 6-8 Ekim isyanı) iktidarı deviren bir sürece gitmese de zora sokmuş ve oligarşi içindeki çatışmaları derinleştirmişti. Bu sürecin en önemli yansıması 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin yüzde 13,12 oy alması ve AKP’nin parlamentoda çoğunluğu kaybetmesiydi. Bu sonuç ‘temel politik duruşunu AKP karşıtlığı üzerinden yapan’ sosyalist hareket içinde hayati bir yanılsamaya yol açmıştı. Ancak HDP’nin 5 Haziran mitingine bomba atılması, Suruç Katliamı, 10 Ekim Katliamı, takiben Sur, Cizre ve Nusaybin direnişlerinin devletin şiddetli saldırılarına maruz kalması ‘Başkanlık Rejimi’nin yapılandırılmasındaki temel ayakları oluşturdu. İsyan bastırma yani işçi sınıfına, halka ve sosyalistlere karşı bir savaş. İsyan bastırma, bugüne gelen süreçte de olası direniş ve eylemleri daha başlamadan kuşatıp bitirme saldırısı olarak devam etti. Diğer bir sonucu da AKP karşıtlığı üzerinden var olan sosyalist hareketin ‘bütününün’ parlamentarist bir çizgiye kanalize olmasına yol açtı. (Bu durum ‘zamanın ruhu’ diye teorize edildi. Geldiğimiz noktada bu kanalize olma ve çözülme süreci olgunlaştı.)
OHAL sürecinde de (2016-2018) bir yandan oligarşi içinde ciddi bir tasfiye gerçekleşirken diğer yandan işçi sınıfının geriye kalan örgütlülüğü dağıtıldı. OHAL koşulları öne sürülerek geleneksel sendikal merkezlerin çekirdeğini oluşturan işkollarında (maden, metal, kimya, enerji vd.) güvencesiz çalışma koşulları derinleştirildi (üretim zorlaması, işsizlik baskısı, her düzeyde sendikal eylemin yasaklanması). Geleneksel sendikal hareket tamamen etkisizleştirildi (işkolunda çekim merkezi olamaması, örgütlü olduğu işyerlerindeki hak kayıpları, TİS farkının belirsizleştirilmesi). Diğer yandan binlerce kamu çalışanının (memurun) bu süreçte ihracı, emekli edilmesi ve sürgüne yollanması da bu saldırının işçi sınıfı içindeki diğer ayağını oluşturdu. OHAL işçi sınıfının en örgütlü kesimini hedef aldı.
İşçi sınıfına saldırının bir adı da salgın yönetimi oldu. Akut olarak salgın sonucu ölümlerin yaşandığı 25 ayda bir yandan ‘hayat eve sığar’ denirken diğer yandan işçi sınıfına ‘hastanede ol’, ‘şantiyede ol’, ‘fabrikada ol’ denildi, işçiler açlık tehdidiyle zorla çalıştırıldı ve yüzlerce işçi COVID-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Diğer yandan ölenlerin yüzde 90’ı da bir evvelki işçi kuşağı olan emekli işçilerdi. Yani salgın yönetiminde virüs ve işsizlik cenderesinde Türkiye tarihinin en büyük ‘işçi kırımı’ meydana geldi. Bu süreçte uluslararası işbölümünde daha fazla yer almak için sektörel ağırlıklar düzenlendi, lojistik ağlar geliştirildi, fabrikalarda geceli gündüzlü kuralsız bir çalışma hayata geçirildi ve yeni çalışma biçimleri (evden çalışma gibi) yaygınlaştırıldı. OHAL döneminde dağıtılan geleneksel sendikal hareket bu dönemde üyelerini dahi koruyamadı.
Mayıs ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri sürecindeki yazılarımda genel olarak (ve ayrıntılı olarak siyasi sohbetlerimizde) yukarıda özetlediğim süreci ele almıştım. Erdoğan’a özellikle sanayi işçileri ve Anadolu’dan yüksek oy çıkacağını belirtmiş ve hatta seçimin ilk turda Erdoğan lehine biteceğini düşünmüştüm. Yanılmışım, seçim ikinci tura kaldı, rejim beklediğim kadar kendisini tahkim edememişti. Ancak yaptığımız uyarı (‘yoksulluk edebiyatı’ ve ‘Erdoğan karşıtlığı’ üzerinden anket şirketlerinin ve sosyal medya merkezli politika yapan alt orta sınıfa dayalı sosyalist önderliğin oluşturduğu ‘hava’ya kapılmanın seçim sonrası hayal kırıklığına yol açacağı) isabetli oldu. Yerel seçimlerde de birçok il ve ilçede Cumhur İttifakı/AKP’nin elindeki belediye sayılarını gözle görülür bir şekilde artacağını düşünüyorum. Tabi şimdi de genel seçimlerde oluşturulan ‘hava’ üç-beş hesabı yaparak özellikle kent merkezlerindeki ilçeler (Kadıköy gibi ve artı deprem bölgesinde Hatay, Defne) üzerinden yürütülüyor. Sömürge tipi faşizm gaza basmış bir kamyon misali giderken siyaseti ‘seçim merkezli’ yapmak neler getiri(yo)r, neler götürü(yo)r önümüzdeki süreçte daha net olarak göreceğiz.
Erdoğan/Cumhur İttifakı ‘yoksulluğun ekonomik ve sosyal boyutunun yönetimi’ni nasıl hayata geçiriyor sorusunu (yani işçiler nasıl geçiniyor ve neden Erdoğan’a oy veriyor) gözlemlerime ve bazı verilere dayanarak açıklamaya çalışacağım:
Karşındakinin gücünü abartmamak gerektiği gibi gücünü hafife almamak da gerekir. EYT, ücretsiz doğalgaz, borçlu ailelerin istikrar arayışı, yüksek enflasyona rağmen işsizliğin önlenmesi, asgari ücret üzerinden verilen artış vaatleri ve bu dönemde belli yan gelirler (kara bir ekonominin oluşması), yoksullaşmanın gerçekliğine rağmen konut sahibi olma (banka kredilerinin zaman içinde erimesi, müteahhite verilen arsalar-evler karşılığı alınan daire rantları), bir tüketim ekonomisinin oluşturulması vd. yani muazzam bir sermaye büyümesinin 20 yılda oluşturulan kılcal damarlar kanalıyla halka damlatılması…[1]
Tabloyu oluştururken 2000’li yıllardaki sınıflar mücadelesinin zirve noktası ve Başkanlık Rejimi’ne geçiş sürecinin başlangıcı olması bakımından zamanı 2013 yılından itibaren aldım. Mart ve Eylül ayları ise reel gelirin en iyi anlaşılacağı aylardı. (Ücretin erimesi, kış ayının zirvesi ve okul zamanı) Diğer yandan o dönem sadece Türk-İş’in açlık ve yoksulluk sınırı raporları mevcuttu. Bu raporların bir tercih sebebi de en azından TÜİK verileri ile değil, alan araştırması ile (pazar ve market gezerek) hazırlanması.[2]
Tablodan da görüldüğü gibi açlık sınırı asgari ücretin üzerinde, keza yoksulluk sınırı da. 2021 yılı Eylül ayına kadar da bu makas kısmen açılıyor. Ancak 2021 yılında gündelik hayatımızda doların yükselmesi ve yüksek enflasyon olarak gördüğümüz süreçte asgari ücret eğrisi ne kadar yükselse de açlık ve özellikle yoksulluk sınırı ile makas net bir biçimde açılıyor. Peki, neden bu durum sokağa yansımıyor?
Sendikaların hazırladığı bu raporlarda açlık sınırı şu şekilde belirleniyor. Üniversite hastanelerinden bir diyetisyen ya da halk sağlığı uzmanı; yetişkin bir erkeğin, yetişkin bir kadının, lise çağında bir oğlan çocuğunun ve ortaokul çağında bir kız çocuğunun (yaşları raporlara göre değişiklik gösterdiği için okul çağlarını belirttim) ‘mevsimsel olarak sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenebilmesi için gerekli besini’ belirliyor. Bunun karşılığı olan ürünlerin fiyatı da açlık sınırını veriyor. Ancak unutmamamız gereken bu raporlarda açıklanan sınır ‘ideal’ olanı belirtiyor.
Oysa işçi ailelerinin açlık sınırı (parasal olarak) daha önce yapılan araştırmalarda[3] da gözüktüğü üzere ideal olanın yüzde 20 civarı altındadır. Yani işçi aileleri sağlıklı, yeterli ve dengeli olarak beslenmez ama karnı doyar. Ne ile doyar? Yemekler yağlı yapılır, ekmek yenir, çocuklar noodle yer, pilav yenir, market market pazar pazar gezilir, en ucuz ürünler alınır vs. Özellikle ekmekte ülke çapında tek fiyat uygulamasına geçilmesi, zammın ertelenmesi ya da askıda ekmek uygulaması ana karın doyurucu besin için uygulanan politikadır. Bu faşist rejimlerin karakteristik bir politikasıdır.
Diğer yandan özellikle devlet desteği ve yönlendirmesi ile tarikatlar eliyle gıda yardımları düzenli olarak yapılmaktadır. Tarikat yardımları sadece bir şehre ya da rejimin oy deposu olarak gördüğü yerlere değil ülkemizin her yanında yaygın bir uygulamadır. Örneğin Aydın ili Efeler ilçesinde bir tarikat sosyal medyada gıda malzemesi götürdüğü evlerde, kapıya bıraktığı gıda poşetlerinin fotoğraflarını sosyal medyada şu ibare ile paylaşıyor: “Bunlar 2 aile deprem bölgesinden gelen 2 ailenin eşleri vefat etmiş, 3 aile borç batağında, 1 ailenin eşi iş kazası geçirmiş, 1 aile yetim ninesi ile kalıyor ve ihtiyaç sahibi ailelerdir.”
Birçok işçi ailesinin de karnının tam doymadığını unutmayalım. Ama sorulması gereken soru şu: Karnının doyması yeterli mi? Yani açlık-tokluk böyle bir şey mi? İşçi ailelerindeki bu algıyı nasıl kıracağız? İşçiler et, süt, yumurta, mevsimlik sebze-meyve vs. yiyemedikleri için ve diğer yandan çalışma cenderesi altında sağlıklarını kaybediyor? Bu durum iş kazalarına daha fazla maruz kalmalarına neden oluyor. Çocuklarımızda obezite ya da büyüme geriliği sorunları yoğunlaşıyor. Bu noktada belli talepler sunulabilir: Temel besin maddelerine zam yapılmaması. Okullarda her gün süt, mevsimlik meyve, kuruyemiş vb. gıdaların verilmesi. İşyerlerinde işçilere verilen yemeklerin sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenmeye uygun olması vb…
Sendikaların hazırladığı bu tip raporlarda yoksulluk sınırı şu şekilde belirleniyor. Yine yukarıda belirtilen 4 kişilik bir ailenin gıda, giyim, barınma (kira, su, elektrik, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve sosyal hayat gibi ‘temel yaşamsal ihtiyaçlar’ belirlenir. Tabi bu yine ideal olan sınırdır. Oysa;
1- ‘Türkiye ne ölü ne sağ olan bir işçi cumhuriyetidir. 2009 yılında 7 milyon 216 bin 465 ücretli çalışan varken işçi sayısı yüzde 100’den fazla artışla Şubat 2022 itibarıyla 14 milyon 515 bin 554’e ulaşmış durumda. İşçileşme hızı yüzde 100’leri geçerken aynı dönemde nüfus artışı ise yüzde 18’lerde seyretti. Nüfus artış hızından daha yüksek işçileşme hızı söz konusu. İşçileşme hızı özellikle 2018 yılı sonrası daha da hızlandı.
Yani esasında 15-65 yaş işgücü nüfusu diye söyledikleri hedefi hayata geçiriyorlar. Bu noktada her evden 2, 3, 4 kişi çalışmaya başlıyor. Geçmiş yıllarda geleneksel aile yapısı büyükşehirlerde çözülürken bu çözülme özellikle pandemi ile beraber tersine dönüyor. Aynı evde oturan, aynı apartmanda oturan, yakın oturan ailelerin sayısı ve dayanışması artıyor. Aileler tekrar kalabalıklaşıyor ve ücret geliri ‘haneye giren ücret’ diye tabir edilen olguya, bir gelirler toplamına dönüşüyor. Artık işçi ailelerini düşünürken bir ailenin geliri değil bu çoklu gelir, ona bağlı olarak gıda, barınma, bakım (yaşlı bakımı ve buna bağlı devlet desteği, yaşlıların çocuklara bakması) destek, dayanışma düşünülmeli.
Buradaki kırılması gereken unsur ise şu. Hayatımız tamamen metalaşmış durumda ve adeta çalışmak için yaşıyoruz. “Nasıl gidiyor hayat? Aynı, bildiğin gibi” diyalogları işte bu yüzden hayatımızın tamamını kapsamaya başlıyor. Burada sistem açısından en tehlikeli kesim ise 15-30 yaş arasındaki, asgari ücret seviyesine ve sürekli çalışmaya mahkûm (tüketim ekonomisi ve süreklileşen borçlanma), ev sahibi olma olasılığı son derece düşük ve hatta evlenme, çocuğu olma hayali bile kuramayan ‘genç işçi sınıfı’.
2- Ücret politikası da işçi sınıfını bölen bir unsur. Yüksek asgari ücret uygulaması ile işçilerin büyük bir çoğunluğu 17-25 bin lira arasında çalışmaya başladı. Özellikle geçmiş yıllarda asgari ücretin çok üzerinde maaşı olan beyaz yakalılar ve TİS yapan sendikalı işçilerin maaşı ile asgari ücret arasındaki makas azaldı. Diğer yandan ise son iki yıldır yapılan zamlarla memurlar ile işçiler arasındaki maaş makası açıldı. Bu politikalar sonucu, bir yandan beyaz yakalı ve sendikalı işçilerde hoşnutsuzluklar çoğaldı, diğer yandan işçiler ile memurlar arasındaki bölünme derinleşti.
3- 1999 yılı sonrası kademeli olarak başlayan ve 2008 yılı sonrası oturan mezarda emeklilik politikaları, inşaat ve tarım gibi işkollarında çalışan işçilerin emekli olamaması ve düşük emekli maaşları büyük bir sorun. Ancak devletin geçen yıl 1999 evveli sigortalı olanlara dönük yaş sınırını kaldırması (elbette ki EYT eylemlerinin etkisi büyüktü) çok eleştirilse de rejime önemli bir destek oluşturuldu. Örneğin prim günlerini doldurmalarına rağmen 3-5-10 yıl sonra emekli maaşı almayı zihnen kabullenen binlerce insan hâlihazırda çalışırken (artı girdi çıktı yapıp ikramiye alıp) emekli maaşı almaya başladı. Bu durum küçümsenmemeli. Hemen herkesin ailesinde (dar ya da geniş anlamda) bir EYT’li var. Yani bu politika sadece emekli olanı değil bir bütün olarak toplumu etkiledi.
Yine emeklilere bir seferliğine verilen 5000 TL çok küçümsendi. Ancak zaten minimumda yaşayan emekliler için bu miktar kışlık faturalarını karşılıyor ve asgari bir karşılık buluyor. (Tüm işçi aileleri için bir yıllık 25 metreküp ücretsiz doğalgaz verilmesi de bu kapsamda düşünülmeli) Emeklilerin bu verilen paraya olumlu yaklaşımı ise sosyal medya kişilikleri, siyasetçileri tarafından ‘satılmışlık’ olarak damgalanıyor. Emeklilerimiz nasıl ve neler yaşıyor bilmiyorsunuz? 20-30 yıllık kıyafet giyen, kışın tasarruf etmek için kombiyi yakmayan, en ucuz market ürünlerini tüketen bu mütevazı insanlar kısa vadeli de olsa önünü görmek istiyor. Ayrıca yukarıda artık geniş ailelerin tekrar yaygınlaştığını belirtmiştim. Emeklilerin de gelirleri ailelerdeki çoklu gelirin bir parçası unutmayalım.
Önemli bir sıkıntıya da dikkat çekmek gerekiyor. Yaşlılara, emeklilere karşı genç işçilerin tepkisi. Örneğin bazı metal ve tekstil fabrikalarında çalışanların yüzde 30’u EYT’li. Özellikle işçilerin ücret mücadelesinde emekli aylığı alan işçilerle genç işçiler arasında çıkar çatışmalarına şahit oluyoruz. Başka bir örnek olarak da genç işçilere sirayet eden faşizan ruh hali. Yaşlıların seyahat etme hakkına en çok karşı çıkanlar, onları ‘bedavacılar’ diye etiketleyen genç işçiler. Bu ruh hali tekil değil ve dönem dönem alevleniyor.
4- Tam da bu dönemde yoksullaşmanın gerçekliğine rağmen konut sahibi olma oranı arttı. Tamam, iktidarın yandaşları ‘deveyi havuduyla yuttu’ ama geçmiş yıllarda İstanbul’a göç etmiş işçi aileleri kentsel dönüşüm sürecinde müteahite verilen arsalar-evler karşılığı alınan daire rantlarına sahip oldu. Yine banka kredilerinin zaman içinde erimesi orta yaş kuşağındaki işçi ailelerinin ev sahibi olmasına yol açtı. (Benzer bir durum araba alım satımında da meydana geldi.)
Barınma sorunundan en çok etkilenen işçi kesimleri ise, kirada oturan, kent merkezinde genelde yalnız yaşayan beyaz yakalılar ile tek ücret gelirine sahip işçi aileleri oldu. Devlet bu noktada yüzde 25 kira artış sınırı getirirken de barınma sorununu kiracı ile küçük mülk sahibi olan ev sahibi arasına sıkıştırdı. TOKİ’nin ücretsiz ya da uygun konut yapması veya tonla boş dairesi olan gayrimenkul zenginlerinin, inşaat şirketlerinin mülklerine el konulması gibi talepler akla gelmedi bile… (Kentsel dönüşüm sonucu birçok işçi ailesinin dairelerini satıp daha uygun olan kent çeperine veya Anadolu şehirlerine taşınması yeni bir kentsel yaşamı da beraberinde getirdi. Ayrıca bu dönüşüm kentsel ve ekolojik bir yoksullaşmayı da getirdi, unutmamak lazım.)
5- İşçi aileleri için sosyal yaşam, internet paketleri ile izlenen TV, maç, dizi ve sosyal medya, evde sarılan tütün ve yapılan içki, tarikat ilişkileri, çalışma temposuna dayanmak ve bu hayatı unutmaya yarayan uyarıcı ve uyuşturucular. Sosyal yaşam mekânsal olarak izole edilmekte, işçiler işyeri ve ev arasına, işçi ailelerinin fertleri ise sanal dünya ile hane içine sıkıştırılmakta. Başka bir sosyal yaşam yok…
Söylenecek çok husus verilecek çok örnek var ama yazı kapsamında bu mümkün değil, meramımı umarım anlatabilmişimdir. Bu noktadan sonra yoksulluk yönetimine dair üç hususa değinip bazı önerilerde bulunacağım.
Birinci olarak, 2021 yılının Eylül ayından itibaren dünyada ilk üç sırada yer alan bir enflasyon ve aşırı bir yoksullaşma yaşıyoruz. Burada devlet açısından kritik husus şu. 2018 yılındaki krizde böyle bir enflasyon tablosu oluşmamışken işsizliğin artması sonucu toplumsal bir tepki oluşmuştu. Bunun sonucu olarak yerel seçimlerde AKP İstanbul ve Ankara’yı kaybetmişti. Yine süreçten rahatsız olan sermaye gruplarının desteği ile İyi Parti hızlı bir çıkış yakalamıştı. Son üç yıldır asgari ücretle de olsa ‘iş var’ politikası hoşnutsuzluğu önleyen en önemli etken oldu.
İkinci olarak, emek hareketi ve sosyalist harekete hâkim durumda olan parlamentarist çizgi işçi sınıfının en ezilen, en düşük ücret alan, en dışlanan kesimlerini merkezine almıyor. Bu duruma direniş çizgisinin zayıflığı da eklenince (AKP’nin de sağında olan) siyasi gericilik proleterleşen kesimlere nüfuz edebildi. Göçmen ve Kürt işçilere karşı ‘Türklük’, kadın işçi hakları karşısında ‘erkeklik’, çocuk/genç işçilere karşı ‘kıdemli olmak’ gibi sınıf içi düşmanlaştırıcı politikalar işçileşen kitlelerde karşılığını buldu.
Üçüncü olarak MHP’de somutlaşan milliyetçilik. Savunma sanayiindeki uçak-füze-fırkateyn ve benzerlerinin bu ekibe yaraması ve ordu-polis içindeki gücü. Yeniden Refah Partisi’nin katılımı ile tarikatların birliğinin sağlanması. Ayrıca bu partinin pandemi döneminde ‘aşı karşıtlığı’ üzerinden geleneksel muhafazakâr kitle içinde bir taban bulması diğer yandan tarikatlar ve Hak-İş’e bağlı bazı sendikalar üzerinden özellikle sanayi işçileri içinde örgütlenmesi. Hüda-Par üzerinden (özellikle Filistin süreci ile hızlanan) Kürt halkı üzerinde bir gedik açılması. (Zafer Partisi de zaten başlı başına en uçtan bir ırkçılık göstergesi.)
Yani işçileştirilen kitleler kendi içinde bölünüp düşmanlaştırılıyor, Türk-İslam sentezi ile kuşatılıyor, reaksiyoner milliyetçilik türevleri ile de ayrıştırılıyor. Zor ve rızaya dayalı bir yönetim, sembolü de Cumhur İttifakı’nın Reis’i Erdoğan. (Arjantin’de Milei’nin seçilmesine de kendi ülke dinamiklerine bakarak şaşırmamak lazım)
İster bir konfederasyon içinde olsun ister bağımsız olsun, sendikaların ve benzeri işçi örgütlerinin ‘direniş çizgisinde’ bir araya gelmesi ve sınıfın bağımsız politikalarını hayata geçiren bir merkez oluşturması,
İşçi mahallelerinde bu örgütlülüğün devamının getirilmesi, mahallelerimizi çürüten mafya, uyuşturucu ve güçsüz nüfus kesimlerine karşı meydana gelen şiddete karşı ‘adaletin sağlanması’, tarikat ilişkilerinin çözülmesinin sağlanması ve dayanışma ilişkilerinin geliştirilmesi,
Mutlaka ve mutlaka direniş çizgisini benimseyen gençlik örgütlerinin alanlarının özerkliğinin bilincinde olarak ama işçileşen gençlik kesimlerini kapsayan bir anlayışla harekete geçmesi gerekir.
Tabii ki sorunun çözümü için yapılması gereken belli. 2013’te Haziran İsyanı bir gerçeği açığa çıkarmıştı. İsyan vardı ama devrimci örgüt yoktu. Geçmiş yıllara ve bugüne verebileceğimiz özeleştiri de bu iradeyi gösterebilmemizle mümkündür.
Dipnotlar
[1] Mahir’in emaneti sandığa sığmaz!, 19 Mayıs 2023.
https://sendika.org/2023/05/mahirin-emaneti-sandiga-sigmaz-685230
[2] Tabloya güncel durumu belirtmek için 2024 yılı Ocak ayı bilgilerini de ekledim. Gidişat Mart 2024’te de açlık sınırının asgari ücretin üzerine çıkacağı yönünde.
[3] İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin “Asgaride yaşayanlar” dosyası
https://www.isigmeclisi.org/asgari-ucret
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.