Takındığım siyasi duruşum nedeniyle bütün bu ceza ve uygulamalara maruz kalacaktım. Keza ben orada, verilen cezalar dışında “Bu vatan haini terörist, 30 yıl hapis yatmış ama hâlâ uslanmamış” denilerek teşhir edilip, hedef gösterilecektim
Bunun iki temel nedeni var:
Birincisi benim ideolojik-siyasi görüşlerimden ötürüdür. Altmış beş yıllık yaşamımın denilebilir ki üçte ikilik kısmı bu devlet ve sistemiyle mücadelede geçmişti. Bu sürenin toplamda dört buçuk ayı işkenceli sorgularda, otuz yılı ise hapishanede ve yine işkence ve baskılar altında geçmişti. İki kez idam cezasıyla yargılanmış ve bu ceza ağır müebbet ceza olarak onaylanmıştı. Bunun yıl olarak karşılığı otuz altı yıldı.
12 Eylül Askeri Darbesi koşullarında hapishaneler askeriyeye bağlıydı. Faşist ve sömürücü bir devlete ve sisteme karşı mücadele yürütmüş olduğundan ötürü alıkonan biz siyasi tutsaklara asker muamelesi yapılmak istenirdi. Buna uygun olarak da zorla İstiklal Marşı söylettirilmeye, asker ve komutanlara selam verdirtmeye ve “komutanım” dedirtmeye, yemeğe otururken dua ettirilmeye ve yemekten sonra da minnet ifade ettirilmeye çalışılırdı. Erkek tutsakların saçları zorla sıfır numara kestirilir ve asker ve komutanlar karşısında, askeri bir duruş olarak, hazır olda durmaya zorlanılırdı. Keza zorla yat-kalk-sürün türü askeri eğitimler yaptırılmaya çalışılırdı. Yüksek volümlü hoparlörlerden İstiklal Marşı ve diğer ırkçı-faşist marşlar dinletilirdi. Bunlara uymayanlar akla hayale gelmeyecek türden işkence ve baskılara maruz kalırdı. Bu baskılara karşı belki de yüzlerce kez açlık grevleri ve birçok kez de ölüm oruçları gerçekleştirmek zorunda kaldı sol-sosyalist ve komünist tutsaklar. Ve bu döngü yıllarca devam etti.
İşte yıllarca bütün bu zorlama ve tamamen irade kırmaya ve biat ettirmeye yönelik uygulama ve dayatmalara karşı, kan ve can bedeli direnmiş bir sol-sosyalist ve komünist olarak ben, elbette ki sırf “her Türk vatandaşı askerlik yapmakla mükelleftir” kanunu gereği, gidip de yıkmak için mücadele yürüttüğüm bir devlete asker olarak hizmet etmem, edemem de. Çünkü bu benim kendimi ve ideallerimi inkâr etmem olur. Kaldı ki ben etnik köken olarak Türk de değil, Kürt ulusuna mensubum. Dolayısıyla da beni etnik kökenimle dahi kabul etmeyip, zorla Türk sayan böylesi ilhakçı bir zorbalığı da kabul etmem anlamına gelirdi.
Öte yandan aile kökeni olarak, Türk Devleti ve ordusunun bizlere empoze etmeye çalıştığı Sünni İslam mensubu değil, bunların “sapkın” ve “lanetli” saydığı, bizden yedi kişiyi katledenin cennete gideceğinin söylenegeldiği bir inanç olan Kızılbaş/Alevi mensubuydum. Ve ama kendim ise ta çocukluğumdan itibaren ateisttim. İşte böylesi birine zorla, kendi dini kural, dua ve ritüelleri dayatılacaktı “askeri mecburiyet” olarak.
Ve bütün bunlara uymamam halinde de hem askeri disiplinsizlikten hücre cezalarına çarptırılacak ve askerlik süresi de her seferinde, verilen cezalar miktarında uzatılacak ve hem de milliyetçi-dinci faşist ve gerici yobaz asker ve komutanların fiziki ve psikolojik şiddetine maruz bırakılacaktım. “Komünist ve dinsiz” yaftasıyla ekstradan toplumdan tecrit edilecektim. Ve keza bu iki sıfattan ötürü “katli vacip” sayılmış olacağımdan; bir yobazın veya milliyetçi bir faşistin hışmına uğrayarak katledilecektim. Diğer tüm vakalarda olduğu gibi; “kaza süsü” verilecek veya “intihar etti” denilerek, faili meçhuller listesine eklenecektim.
Kaldı ki sadece ideolojik-siyasi inanç ve görüşlerimden ötürü hedefe konmuş olmayacaktım. Çünkü devlet beni, “devlete baş kaldırmış ve devletin askeri ve polisiyle silahlı çatışmalara girmiş ve onlarcasını öldürmüş azılı bir terörist” olarak ifşa ettiğinden ve de askeri kışlada da bunu yapmaya devam edeceğinden; o kesimler nazarında, ayrıca özel olarak yok edilmesi gereken biri olacaktım büyük olasılıkla…
Askerlik yapmak istemeyişimin ikinci nedeniyse; bu devletin eli kanlı tarihsel siciliydi. Bu sicil, önceli Osmanlı İmparatorluğu da dahil, yüzbinlerce masum insanın kanıyla lekeliydi… Hangi birini saysak acaba? Onbinlerce Şeyh Bedreddin müridini mi, Suhte Hareketi ve Celali İsyanları adı altında katledilen binlercesini mi, 1840’lı yıllarda Hakkari’de katledilen binlerce Nasturi’yi mi, 1862 de Zeytun’da katledilen yine bir o kadar masum köylüleri mi, 1800’lü yılların sonlarına doğru 100 bin civarındaki Hamidiye katliamlarını mı, yine aynı dönemlerde Sason, Diyarbakır ve Erzurum’da katledilen binlercesini mi, Ermenilere uygulanan o korkunç soykırımı mı, keza aynı süreçlerde art arda gerçekleştirilen Rum ve Süryani katliamlarını mı, Cumhuriyet döneminde katledilen onbinlerle ifade edilen Kürt katliamlarını mı, 40-50 bin arası, kendi aile bireylerimin de aralarında olduğu en masum Kızılbaş Dersimliyi mi, Maraş, Sivas, Çorum ve Erzincan’da katledilen yüzlerce Alevi’yi mi, katledilen yüzlerce hak arayıcısı direnişçi işçi ve köylüyü mü, idam edilen, sokaklarda kurşunlanarak ve keza işkenceyle katledilen binlerce solcu devrimciyi mi, kaçakçı diyerek sınır boylarında katledilen Kürtleri mi, canlı bombalarla katledilen yüzlerce halktan insanı mı?
Saymakla bitmeyecek kadar kabarık, kanlı bir sicile sahip olan bu devlete kendi irademle hiçbir hizmette bulunmam. Buna zorlanmam halinde de buna uymayı reddederim. Çünkü bu, benim açımdan en başta bir insanlık onuru ve sorumluluğu gereğidir. Öte yandan ben, bu devleti yıkmak için yürütülen mücadelenin bir neferi olarak, ona askerlik hizmeti yapmayı, kendimi ve ideallerimi yadsımak olarak addederim. Yani özetle bu benim için bir prensip sorunudur.
Bakış açım bu olduğu için, hapisten çıktıktan sonra, uzun süre hapiste kalanlara verilen askerlikten men raporu almak istedim ancak bu rapor verilmedi. Raporu askerlik şubesine götürüp, askerlik yoklaması işlemlerini sonuçlandırmam halinde de doğrudan askere alınacağım uyarısı yapıldığı için, askerlik şubesine bir daha gitmedim. Birkaç kez asker ve polis tarafından yapılan kimlik kontrolüne denk geldim ve her seferinde: “Üç ikaz yapılacak, uymadığın takdirde, hakkında yakalama kararı çıkarılacak ve doğrudan askeri kışlaya gönderileceksin” şeklinde uyarıldım.
Sonuç olarak: “Askerlik vazifeni yapmakla yükümlüsün” çağrı ve buyruğuna uymadım. Ülkede kalmam halindeyse, bir şekilde zorlan alıp götüreceklerdi…
İltica talebinde bulunduğum İsviçre Göç Sekreterliği (Staatssekretariat für Migration-SEM) ise, iltica talebi gerekçelerinden biri olan bu gerekçemi şöylesi bir argümanla, reddetti: Askerlik hizmetine karşı duyulan hoşnutsuzluk veya firar nedeniyle uygulanan cezalar LASİ Madde 3 kapsamıyla ilgili değildir. Ayrıca, Türkiye’de askeri yükümlülüklere uymama nedeniyle verilen cezalar siyasi bir boyut taşımaz.
SEM’in bu yorumu, her şeyden önce; “neden-sonuç diyalektiği” denkleminde, sübjektiftir. Çünkü benim özgül durumumu dışta bırakarak, “normal-sıradan bir kişi” somutunda söz konusu olabilecek disiplin cezaları kategorisini baz alarak yorumluyor. Oysa ben orada alenen “Bu devlete şu nedenlerden ötürü askerlik yapmayı reddediyorum. Buraya zorla getirildim ve hiçbir disiplin kuralınıza ve rutinlerinize uymayacağım” dediğim durumda, orada bana uygulanacak her türden ceza, tabiatı gereği, siyasi olacaktı. Çünkü takındığım siyasi duruşum nedeniyle bütün bu ceza ve uygulamalara maruz kalacaktım. Keza ben orada, verilen cezalar dışında “Bu vatan haini terörist, 30 yıl hapis yatmış ama hâlâ uslanmamış” denilerek teşhir edilip, hedef gösterilecektim vs.
İltica talebime ilişkin yapılan her iki mülakatta da “Askere alınmam halinde, can güvenliğim asla olmayacak” dediğimde, “Ama bu dediklerin sadece birer olasılık. Bize somut kanıtlar sunmalısın” itirazıyla karşılandım maalesef ki. Bir mahkeme heyeti veya bir yargıç, söz konusu can güvenliği riskiyse, bunu bu şekilde hafife alamaz, buna hakkı da yok. Ama maalesef ki böylesi bir yaklaşımla karşılaştım. “Somut kanıt” olarak cesedimi mi sizlere sunmalıyım yani, başka nasıl bir somut kanıtı olabilir ki bu durumun?
Aslında SEM tarafından bana karşı geliştirilen tüm bu zorlama gerekçelendirmelerle iltica talebimi kabul etmeyerek, geri gönderme tutumunun ardında, mülteci kampında dayatılan faşizan kışla disiplinine karşı, kitlesel bir itirazı örgütlemiş olmaktan sorumlu tutulmam yatıyor. Oysa yaptığımız son derece barışçıl, demokratik bir tepkiydi. Dayatılan “Yeni Yaşam Tarzı”na neden karşı olduğumuzu içeren bir mektup yazıp, kampta kalanların tamamına yakınının imzalı onayıyla kamp yönetimine teslim edip, makul bir çözüm getirilinceye kadar dayatılan hiçbir kurala uymayacağımızı beyan etmemizden ötürü, bu organizasyonu benim yaptığımı ileri sürülerek, özel olarak hedef seçildim.
Bunun kısa bir süre sonrası, sivil polisler kampa gelerek beni “merkeze” davet ettiler. “Merkez” dedikleri sivil bir büroda, bir tercümanla birlikte bekleyen ve kendisini “Kanton Devlet Güvenlik Birimi Komiseri” olarak tanıtan görevli, aynen şunları söyledi: “Sen silahlı eğitim almış bir militansın, İsviçre Devleti açısından ne derece tehlikeli olup olmadığını anlamamız için, geçmişine ilişkin seni sorgulamak istiyoruz.”
Avukat talebimin reddedilmesi üzerine, sorguyu kabul etmedim. Cezalandırmak için kamptan sürgün edildim ve yasal olmayan bir şekilde bir ay deport kampında tutuldum. Olayın yaşandığı kampa da hâlâ girişim yasak… İltica talebim ise “Türkiye’de yaşamanda bir risk yok; ülkene dönebilirsin” denilerek reddedildi. Federal mahkemeye yaptığımız itiraz ise hâlâ sonuçlanmış değil. Federal mahkeme kısa bir süre önce; “Deliller yeterince incelenmemiş” gerekçesiyle, dosyayı tekrardan SEM’e gönderme kararı aldığını bildirdi…
İşte bütün mevzu, güya “doğrudan demokrasi” ile yönetildiği söylenen bir ülkede doğrudan demokrasinin vazgeçilmezi sayılan referandum formatında, sıradan demokratik bir tepkiyle de olsa, kurulu sistemlerine kitlesel bir itirazı organize ettiğini varsaydıkları benim, İsviçre Devleti için ne derece risk oluşturup oluşturmayacağımdı. Riskli görülmüş olmalıyım ki ileri sürdüğüm her gerekçemi geçersiz saymak için yoğun bir efor harcandı.
Rahatlıkla anlaşılacağı gibi bu, hukuki değil; kesinlikle siyasi bir tutumdur. Geri gönderemeyecekleri anlaşıldığından, zamana yayarak yıldırma taktiği uygulanıyor. Yani resmen yaşamımızın azımsanmayacak bir kesiti böylece çalınmış oluyor. Sırf bu keyfi tutumdan ötürü bunalıma giren ve dayanamayıp intihara kalkışan yığınca insana tanıklık yapmaktayım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.