Hukuksuzluk karşısında kaç işyerinde işi aksatabiliyoruz, önemli nakil hatlarından kaçında kısa bir süreliğine de olsa trafik durdurup sermaye çevrimini akamete uğratabiliyoruz, kaç kent merkezinde hayatın olağan akışını sekteye uğratan buluşmalar gerçekleştirebiliyoruz diye sormak zorundayız. Bunu da hayıflanmak için değil, bu kapasiteyi geliştirebilecek bir pratik hattın oluşmasına hizmet etmek için düşünmeliyiz
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci ihlal kararına da uyulmamasına hükmetti. Elbette ki karar siyasi ve elbette ki iktidar içi gerilimin bir tür yansıması. Zaten bu rejim biçiminde bu düzeyde bir dava için farklı bir karar türü, örneğin hukuki normlara dayanan bir karar türü olamaz. Bahçeli en son 14 Kasım’da Anayasa Mahkemesi için “Ya kapatılmalı ya da yeniden yapılandırılmalıdır.” demişti. Aynı konuşmasında “Bize göre Yargıtay 3. Ceza Dairesi görevinin gereğini eksiksiz yapmıştır.” diyerek kendi pozisyonunu da tarif etmişti.
Yaşanan olay bir yanıyla AKP ve MHP arasında ortaya çıkmış gerilimin[1] yansımasıdır. Can Atalay kararı üzerinden MHP şimdilik Anayasa Mahkemesi’ni köşeye sıkıştırmış, yıpratmış ve kendi ilişki ağlarının yoğunlukta olduğu Yargıtay 3. Ceza Dairesini etkili bir konuma yükseltmiştir. Yargıtay kararında geçen Pakistan örneğiyle[2] de AKP’ye aba altından sopa gösterilmekte, AYM kararlarının siyasi iktidara karşı bir tehdit unsuru olduğu ima edilmektedir. Yani iktidar içi güç ilişkileri yargıya, mahkeme kararlarına kadar birçok noktayı şekillendirmektedir. Bir kez daha altını çizelim, güç ilişkileri şekillendirmektedir.
Maalesef sosyalistler bu siyasal düzleme bir güç olarak müdahale edemiyor. Tepkilerimiz kararın hukuki olmadığını dillendirmekten ibaret. İçinde bolca “Tanımıyoruz” ve “Kabul etmiyoruz” ifadeleri geçen açıklamalar, kabul etmek gerekir ki gerçek bir altüst edici müdahaleye yol açmadığı için retorikten ibaret kalıyor. Karara karşı direniş çağrıları yapılıyor ama nasıl hayata geçirileceği konusunda net ve inandırıcı bir yol haritası çizilemiyor. Çünkü muhtemelen güç-süzlüğümüzden kaynaklı olarak siyaseti etik değerlerle yorumluyoruz. Hukukun nasıl işlemediğini, AYM kararının nasıl olup da tanınmadığını aklımız almıyor. Ancak siyaset ne etik değerlerle ne de akılla icra ediliyor. Muhakkak ki devrimcilerin siyaset anlayışında etik değerlere ve akla olabildiğince geniş yer açılmalıdır. Ancak burayla sınırlandırıldığı ve gerçek güç ilişkilerini altüst edebilecek bir karşı güç ilişkisi inşa edilmediğinde pek de etkili olmuyor.
Gücün kaynağı noktasında kitleselliğimiz veya zayıflığımızın niceliksel verilerle ele alınmaması gerektiğini de görmüş oluyoruz. Bu satırlardaki niyet bir siyasal çevreye eleştiri yöneltmek değil, sosyalistlerin hayatın olağan akışını ters yüz edebilecek herhangi bir toplumsallığa sahip olmadığının bir kez daha ortaya çıkmış olmasının muhasebesini yapmaktır. Çünkü siyasete etki edebilecek bir güç olabilmek ancak böylesi bir caydırıcılık kapasitesine sahip olmakla mümkündür. Hukuksuzluk karşısında kaç işyerinde işi aksatabiliyoruz, önemli nakil hatlarından kaçında kısa bir süreliğine de olsa trafik durdurup sermaye çevrimini akamete uğratabiliyoruz, kaç kent merkezinde hayatın olağan akışını sekteye uğratan buluşmalar gerçekleştirebiliyoruz diye sormak zorundayız. Bunu da hayıflanmak için değil, bu kapasiteyi geliştirebilecek bir pratik hattın oluşmasına hizmet etmek için düşünmeliyiz.
Bir kez daha gördük ki, basit bir hukuki kararın işlemesi bile halkın örgütlü ve caydırıcı gücüyle mümkün. Çok defa mahkemelerden arkadaşlarımızı aldıysak zaman zaman bu gücü etkin bir biçimde hayata geçirebildiğimiz içindir. Uzun zamandır kararların iktidar keyfiyetine veya kendi iç gerilimlerine göre şekillenmesi gerçekliğiyle karşı karşıyaysak halkın örgütlü ve bloke edici bir gücünü inşa edememiş olmamızla alakalıdır.
Son olarak, bugün Can Atalay için uygulanmayan hukuk, hali hazırda en temel haklarını kullanamayan işçiler için de, eğer mücadele etmezlerse, uygulanmıyor. Yarın bir konut bölgesi bilimsel veriler olmadan riskli alan ilan edilip ahalinin evine barkına bizzat iktidar tarafından çökülmeye çalışıldığında halk, barınma hakkına sahip çıkmazsa da uygulanmayacak. Hukuk kararlarının halkın lehine uygulanmasının tek koşulu, takipçi olan bir halk örgütlülüğünün varlığıdır. Dolayısıyla bir gün herkese lazım olacak hukukun tek garantisi ancak caydırıcı bir mücadele kapasitesini hayata geçirebilen bir halk örgütlülüğü ve onu seferber edebilecek devrimcilerin öncülüğüdür.
[1] 28 Mayıs seçimleri sonrasında kabine içerisinde en simgesel değişikliklerden biri olan Süleyman Soylu yerine Ali Yerlikaya’nın İçişleri Bakanlığı’na getirilmesi, akabinde güvenlik bürokrasisi içerisinde gerçekleşen değişiklikler, adı Süleyman Soylu ve MHP’yle anılan mafyatik ilişki ağlarına yönelik operasyonlar Cumhur İttifakı içerisindeki güç dengelerini MHP aleyhine dönüştürürken konunun Tayyip Erdoğan tarafından %50+1 meselesine getirilmesi “AKP, MHP’yi sırtından atıyor mu?” yorumlarını ortaya çıkarmıştı. Bu durum bizzat Bahçeli’nin “Kimsenin sırtına binmedik, hiç kimseyi de sırtımıza bindirmedik” çıkışıyla şimdilik kesildi. Görünen o ki yerel seçimlere kadar da belli bir mutabakatla ittifak devam edecek. Ancak bu ilişkinin gerilim hatları taşımadığı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla MHP kanadı da hamlelerini özellikle yargı alanında peş peşe yapıyor.
[2] Yargıtay kararındaki ilgili kısım: “2022 yılında Pakistan’da Meclis’te çoğunluğu ele geçiren muhalefet tarafından güvensizlik oylaması yapılarak, seçilmiş ve meşru Başbakan İmran Han değiştirilmek istenmiş; bunun üzerine siyaseti dizayn etme çabasının bir ürünü olarak Pakistan Anayasa Mahkemesi, Başbakan İmran Han tarafından alınan Meclis’in feshi ve erken seçim kararını yok saymak suretiyle güvensizlik oylamasının yapılmasına karar vermiştir. Siyasi krize neden olan bu karar sonucu yapılan güvensizlik oylamasında İmran Han, Pakistan’da görevden alınan ilk başbakan olmuştur. Böylece Pakistan’da Meclis çoğunluğunu ele geçiren muhalefetin, Anayasa Mahkemesi kararı sayesinde yaptığı güvensizlik oylaması ile İmran Han’ın başbakanlığı düşürülmüştür.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.