‘90’ları ‘70’lere benzetmemizin apaçık delilleri var. 1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de piyasacılık kesin zaferini ilan etme çabasındayken ve halk magazinle, arabesk/popla, yasal merkez partilerle, zenginleşme vaatleriyle uyutulmaya çalışılırken bir karşı direnç noktası belirmeye başlıyordu. Ülkede burjuva siyasal düzenin iç kutuplaşmasındaki ivmelenme, ekonomik ve politik istikrarsızlık, tıpkı ‘70’lerde olduğu gibi -o zamanki kadar gür olmasa da- bir halk reaksiyonu yarattı
12 Eylül’ün yıldönümlerinde darbeye dair yazılar yazmak alışılageldiktir. Kendinden sonraki süreci inşa ve devleti reorganize eden 12 Eylül, etkilerini hâlâ sürdürürken, yalnızca bir hafıza arkeolojisi olarak değil, yaşayan bir şey olarak da ilgi alanımız olmalıdır.
Malum, 12 Eylül genel olarak solun ezilmesi ve Kürt halkına yönelik işkence üzerinden ele alınıyor. Ardında bıraktığı travmatik tahribat ve fizikî görünürlük açısından bu ele alış doğaldır da. Ancak bunlar, askeri faşist cuntanın amaç ve sonuçlarının sadece birer veçhesidir.
Ne ki, ülkemizde nostaljinin cazip bir nesne -öyle ki beş on sene öncesi bile ‘ne güzel yıllardı’ diye anılabiliyor- olması, ideo-politik gerileyiş ve yenilgi kültürünün muhalif kesimde hâkim hâle gelmesi sağlıklı bir değerlendirmeyi zorlaştırmaktadır. Böylece 12 Eylül öncesi devrimcilerin de ya kandırılmış masum çocuklar ya da kana susamış psikopatlar olarak hafızalarda yer edinmesi de şaşırtıcı olmuyor. Sinemadan romana Türkiye kültür dünyasında devrimci imgesi bu iki karikatürü pek aşamamıştır örneğin.
Aynı şekilde darbeyi gerçekleştiren askerler de ya salt kurtarıcılar yahut basit katiller olarak sunulurlar. İşin ekonomi-politik tarafı, yapılan işin sınıfsal bagajı, bu askerlerin suç ortakları ve sonraki sivil iktidarların mahiyeti pek kurcalanmaz ya da akla gelmez, bilince çıkarılmaz.
Bu yazı bir 12 Eylül yazısı değil ama onun meyvesi olan ‘90’lara dair kalem oynatma derdinde bir yazı olacak. Elbette okur, 12 Eylül’ün artçısı olan ‘90’ları yazmanın bir 12 Eylül deşifrasyonu olduğunu da unutmamalı.
Çoğu kişi için 12 Eylül, en geç ‘83’te Özal’ın iktidara gelmesiyle sona ermiş bir olgudur. Hâlbuki ’83 seçimleri, her ne kadar askerî yönetim tam olarak istediğini alamamışsa da tamamen cuntanın dizayn ettiği bir seçimdi. Üstelik cunta lideri Kenan Evren de ‘89’a dek devlet başkanlığını sürdürmüştür. Bu erk de öyle sembolik bir güç ihtiva etmiyordu, zira cunta, yönetim yetkisinin bir kısmını sivillere devretmeden önce zaten kendi paralel ve üst iktidarını hem yasal hem de psikolojik olarak inşa etmişti. Üstelik Özal da ta ’80 öncesinden, neoliberal 24 Ocak kararlarından o güne zaten cuntanın sivil ikiziydi. 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak kararlarının uygulanması da zemin bulmakta çok zorlanacaktı. Halka karşı böyle bir savaş ilanı ancak faşizmle mümkün olabilirdi o zamanki koşullarda. Dolayısıyla Özal, kendi siyasal varlığını cuntaya borçlu olan bir siyasi figürdü.
Basit okuma hatasına düşmeyelim, Özal’ın askerlerin sıradan bir kuklası olduğunu iddia etmiyoruz elbette. Ancak mevcudiyetini ona borçlu olan ve karşısındaki kudretin farkında olan biri olarak sınırlarının bilincindeydi. Bununla birlikte özgül bir gücü ve ağırlığı da vardı. Hatta diktatöryal eğilimleri de.[1] Cumhurbaşkanı olduğunda dahi, bu pozisyonun kendisine biçtiği dar elbiseyi hep yırtmak istedi. Sembolik bir konumda değil, “icraatçı cumhurbaşkanı” konumunda fiili bir rejim örmeye çabaladı. İşçiler de sloganlarında direkt onu hedef alarak bu “icraatçılığa” yanıt vermişlerdi. Özal başaramadı ama onu ve Menderes’i rol model alan Erdoğan önce fiili olarak, sonrasındaysa yasal değişiklikle bu amaca ulaşmış oldu.
Özal’la militer erkin ilişkisini ABD-TC ilişkisi gibi değerlendirebiliriz. Nasıl ki Türkiye emperyalizmin sıradan bir peyki değilse, onun kendine özgü bir kudreti varsa, Özal da cuntacılara karşı öyleydi. Lâkin eninde sonunda her ikisi de bağımlı güçlerdir.
‘80’leri takiben ‘90’larda neoliberal saldırı boyutlanıp, toplumsal çürüme, apolitizm, popülizm, sınıf atlamacalık su yüzüne çıkarken, buna karşı alttan alta bir kıpırdanma da örgütlenmekteydi. Kürdistan’da zaten ‘84’te başlayan silahlı mücadele ‘80’lerin sonu ve ‘90’ların başında boyutlanıp ülkenin en önemli meselesi hâline gelmişti. Ancak toplumsal muhalefetin diğer odak ve görünümlerinde de apaçık bir gelişme trendi başlamıştı. Bu iki paralel olgu birbirine çok sınırlı değebildi. Bunun öznel ve nesnel birçok sebebi olsa da (şovenizm, ayrı ülkesellik, devrimci yapıların yeterli güce ulaşmaması[2], devletin sert baskısı, PKK’nin ideolojik yönelimleri) Türkiye’de toplumsal muhalefetin dramatik bir biçimde geri çekilmesi de, Kürt hareketinin kendi sınırlarına çarpması da temel olarak buraya bağlanabilir.
‘90’ları ‘70’lere benzetmemizin apaçık delilleri var. 1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de piyasacılık kesin zaferini ilan etme çabasındayken ve halk magazinle, arabesk/popla, yasal merkez partilerle, zenginleşme vaatleriyle uyutulmaya çalışılırken bir karşı direnç noktası belirmeye başlıyordu. Ülkede burjuva siyasal düzenin iç kutuplaşmasındaki ivmelenme, ekonomik ve politik istikrarsızlık, tıpkı ‘70’lerde olduğu gibi -o zamanki kadar gür olmasa da- bir halk reaksiyonu yarattı.
‘90’ların devrimci çıkışını, ülkede devrimci hareketin üçüncü ve son yükselişi ve ‘70’ler kadar güçlü değilse de etkileyici bir sıçrama olarak değerlendiriyoruz. 12 Eylül, kendi düzenini dizayn ederken, bir 8-9 senelik boşlukla kendi muhalefetini de tetiklemiş oldu. Zira ülkede halk saflarında politik bilincin hâlen diri olduğu kesimler ve savaşta ısrar eden, potansiyel sahibi devrimci örgütler vardı. Sınıflar arenasının dünyanın Türkiye’sinde bir kez de böyle bir mücadeleye şahit olması kaçınılmazdı.
Öğrenci, işçi ve memur kesiminde kaynamalar, hareketlenmeler ‘80’lerin sonlarında ortaya çıkıp ‘90’larda ciddi bir taban ve güce ulaştı. Sadece Kürt halk hareketi değil, genel halk muhalefeti de ülkede gündem belirlemeye başlamıştı.
Bazı eski devrimci örgütlerde yasallaşma sancıları yaşanırken, birkaç devrimci örgüt hem kentte hem kırda silahlı mücadelenin olanaklarını yeniden aramaya başlamıştı. Bu örgütler içinde de Devrimci Sol, üç dört yıllık askeri ve kitle/militan kazanma açısından başarılı bir kent gerillası pratiği ortaya koyabilmişti.[3]
Legalizm ve reformizmle birlikte, ondan daha güçlü bir biçimde militan bir damar, yıkılan Berlin duvarlarına karşın iradesini ve kudretini koruyor, güçlendiriyordu. Bu durumu Türkiye devrimci hareketinin dünya solu içindeki özgün konumunu teslim etmek için işaretlemek son derece elzemdir.
1995 Gazi ayaklanması, 1996 ve 1997 1 Mayısları devrimci örgütlerin, başta Parti-Cephe olmak üzere[4] ama MLKP’nin de etkileyici yükselişini unutmadan, kentli yoksul halk içinde yeniden ne denli ivmelendiğini açık bir biçimde gözler önüne sermişti.
Öyle veya böyle bir karşı hegemonik odak, cılız da olsa halk içinde yeşermişti. İşçi, memur, öğrenci eylemlerinin yanında seksen öncesine göre tek eksiklik -TİKKO’nun sınırlı alanı dışında- örgütlenmenin bir köylü ayağının bulunmayışıdır. Devrimcilik artık neredeyse sadece kır kökenli, çoğunluğu Alevi kentli yoksullarla birlikte anılan bir olgu hâline gelmiştir. Aşılamayan bu biçimin de bir yerden sonra kendini tüketeceği de sürpriz olmasa gerek.
Yine de o dönemde tıpkı seksen öncesi gibi sürekli eylemlerin gündemde olması -bu kez sivil faşistlere değil doğrudan emniyet güçlerine-, Devrimci Sol’un Bağcılar’da 1000 kişiyle korsan koyması gibi 12 Eylül öncesinde bile zar zor yapılabilecek işler gündelik, sıradan haberler arasındaydı. Öğrenci Koordinasyonu, TÖDEF, Öğrenci Platformu gibi son derece kitlesel gençlik örgütleriyle, meşru/militan bir çerçevede hareket eden -bu açıdan o yıllardaki işçi hareketinin çok önündeydi- bir memur hareketi dönemle ’80 öncesi arasında bir bağ(lam) kuran diğer karakteristiklerdir. Sırf birçok protesto ve işgal eylemiyle uzun süre gündemde olan devrimci gençlik hareketi dahi hacimli ve ciddi bir çalışmayı hak ediyor. Türkiye’nin ‘90’larındaki mücadele hak ettiği siyasal, tarihsel, sosyolojik ilgiyi görmeyi beklemekte.
Okura tuhaf gelebilir ama bana göre, anca çocukluğumda Okmeydanı’nda ucundan kıyısından tanık olabildiğim ‘90’lar devrimciliği gerek kurmay, gerek militan, gerekse kitle düzeyinde ‘70’ler devrimciliğinden daha nitelikli bir harekettir. ‘70’lerin hareketi nicelik olarak düşük yoğunluklu sivil bir iç savaşın tarafı olabilecek güçteyse de kendisinin artçısı olan ‘90’lar devrimciliğinden nitelik olarak geridir.
Her iki hareketin de önder güçleri aynıdır fakat ikincisinde artık daha az kitleye karşın daha donanımlı, tecrübeli, kendini entelektüel anlamda da daha geliştirmiş bir malzeme var. Ne ki her ikisi de yenilmiş olsun. Bir kuşağın yenilgisinde nitelik belirleyici olmuşken, diğer kuşağın budanmasında belli bir sınırdan sonra sıçrayamayan ve kaçınılmaz olarak geri düşen nicelik belirleyici olmuştur.
‘90’larda burjuvazi “Gecekondulardan gelip gırtlağımızı kesecekler”, siyasetçiler “Televole izleyen komünist olur” şeklinde dehşetle beyanlar verseler de, kampüslerde, varoşlarda güçlü bir rüzgâr yakalanmış olsa da kazananlar kaygılananlar oldu. Kaygıya sebebiyet veren devrimcilerin kadro birikimi güçlü devletin ağır baskısını 2000’e iki kala kaldıramamaya başladı. Cezaevi direnişlerinden 96’da sonuç alınsa da bu zafer sürekli bir kazanımı getirmedi. Hapishanelere sıkışmaya ve kitlelerden izole olmaya başlayan solun yalnızlaşmasında ilk perde açılmış oldu. Halk muhalefetindeki devrimci heyecan sönümlendi, düzen içi çözümler ve bireycilik salgını güç kazanmaya başladı. Özellikle İslami hareket (Refah Partisi) çarpık bir düzen restorasyoncusu söylemle solun doğal hâkimiyet alanlarına sızmada başarılı oldu. Politik bilinçlenme, örgütlenme iradesi, sınırlarını aşamayıp, ketlenince toplumsal yozlaşma derinleşti. Devrimciliğin yeşerme ve olgunlaşma havzaları böylece kurutulmuştur. Karagümrük gibi semtlerde dahi belli bir kuvvete erişen devrimci hareket şimdi Gazi’de, Okmeydanı’nda, Armutlu’da bile görünmezleşmiştir. -Son durumdaki silinme hâli 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan/Soylu konseptinin özel başarısıdır. Bunun bir benzeri Kürt hareketi nezdinde de yaşandı. Tabii çok daha halklaşmış bir hareket olduğu için daha sınırlı düzeyde. Ama yine de yıkıcı.-
Türkiye devrimci hareketinin üçüncü yükseliş dönemi ya da benim diğer adlandırmamla “Küçük ‘70’ler” kendi 12 Eylül’ünü 19 Aralık 2000’de yaşandı. Üstelik bizzat Ecevit’in itirafıyla katliamın gerekçesi salt siyasi yani devrimcilerin içeride hâkim olması ya da ölüm oruçlarını bitirmek değildi. Emperyalizmce dayatılan ekonomik programı uygulayabilmek için devrimcileri bitirmek şarttı. Tıpkı 12 Eylül 1980’de olduğu gibi. Böylece hem yeni hak gasplarına karşı halk örgütsüzleştirildi hem de 2001 ekonomik krizi devrimcilik sorunu olmadan karşılandı. Önce 28 Şubat’la başlayan, sonra Öcalan’ın yakalanması, takiben 19 Aralık’la devam eden siyasetin yeniden dizayn edilmesi gündemi 2002’de halkın gözünde birer paçavraya dönüşmüş diğer düzen partilerini hezimete uğratan AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle taçlandı. Barajı geçen ikinci parti CHP’yle de o günden bugüne halkı oyalayan bir yumuşak siyasi kutuplaşmayla siyasette ihtiyaç duyulan devinim bir şekilde karşılanmış oldu. Kendi kudretinden çok muhalefetin basiretsizliğiyle, oligarşi içi savaşta nice badireyi atlatarak bugünlere gelen Erdoğan/AKP, artık her anlamda iktidarın tek sahibidir. Devlette klikler arası bir savaş söz konusu değildir. Burjuva muhalefet de her hâli ve söylemiyle, Kemal Paşa ve İsmet Paşa dönemlerinden sonra kendi mutlak tek parti/adam iktidarını -daha zor şartlarda- tesis eden Erdoğanizmin tamamen ideolojik etki alanı içinden konuşan figüranlar olmaktan başka anlam ihtiva etmiyorlar bugün.
Çıkış için en son ‘90’larda denenen halk muhalefeti çabasına dönüp bakmak gerektiğinin en sârih gözüktüğü günlerdeyiz. Her “12 Eylül”ün bir karşı devrimci saldırısı oldu. Ama 2000’ler saldırısının yanıtsız kalmasının, devrimciliğin, solun giderek güçten düşmesinin, düzen siyasetinin hatta tek bir anlayışın biteviye hegemonik hâle gelmesinin sosyal psikolojik sebepleri ve ideolojik öncülleri daha dikkatli irdelenip, çözümlenmeli bugün.
Bu mütevazı yazının da devrimcilerin ‘90’ları üzerine bir giriş yazısı olarak okunmasını dilerim.
[1] İttihat Terakki, Mustafa Kemal/İsmet Paşa, Menderes/DP, Özal, Erdoğan. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük vaadiyle güçlü biçimde iktidara gelenlerin diktatöryal eğilimleri tesadüf değil, imparatorluk vârisi devletteki iki çizgi mücadelesinin bir sonucudur.
[2] 77-80 devrimciliği elbette kitlesel manada değil ama nitelik açısından zaman zaman abartılıyor. İdeolojik anlamda çok gelişmemiş ve örgütlediği halkı da bu açıdan çok geliştirememiş, askeri manada da son derece cılız bir hareket söz konusudur. Üstelik bu hareket kendi içinde de sert bir çatışmanın içindeydi. Savaş tecrübesi de sivil faşistlerle mücadeleden ibaretti hemen hemen, devletle çatışma tecrübesi yüksek sayılmazdı. Hâl böyleyken ’80 öncesinde Ecevit’in, sonrasında Evren’in direkt tehdit olarak nitelendirdiği muazzam bir kitlesel güce sahip Devrimci Yol’un da diğer kitlesel yapılar TDKP, TKP, Kurtuluş, Devrimci Sol’un da yetkin bir direniş örememesi sürpriz olarak görülmemeli. Ancak 12 Eylül paşalarının devrimcilerden ve -yönetimi zaten büyük ölçüde TKP’den CHP’ye geçtiği hâlde- özellikle DİSK’ten çok korktuğu anlaşılıyor. Paşalar hava saldırısı yetkisi alacak kadar güçlü bir halk ve işçi direnişi beklemişler. Bu da cuntanın devrimci örgütlerin niteliğine dair aslında pek de bilgi sahibi olmadığını gösteriyor.
[3] O dönemki gazetelerden emniyet teşkilatının Devrimci Sol’un eylemlerini önleyememesi sebebiyle girdiği moral bozukluğu takip edilebilir. Bugün hâlâ Amerika’nın Selefîlerle birlikte devamcılarının başına para ödülü koyduğu Devrimci Sol’un o zamanki silahlı kampanyası ancak Amerika’nın doğrudan profesyonel/operasyonel yardımlarıyla bastırılabildi.
PKK’nin ve Devrimci Sol’un silahlı çıkışlarına dair gazete haberlerinin diline dair yapılacak bir inceleme de araştırmacıyı bugünle mukayese edildiğinde ilgi çekici sonuçlara götürecektir. Devlet “terörle mücadele”de resmî dilini zamanla oturtmuş ve başarıyla dayatmıştır.
[4] Okurun darbe döneminden sonra güçlenen iki örgütün, yani PKK ve Devrimci Sol’un cezaevi direnişindeki ısrarlarının paralelliğine dikkat buyurmasını isterim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.