İşçi sınıfının komünist özneleşmesinden bahsedecek olursak, sınıf parçalanmıştır ve bağlı olarak ortak bir sınıf hareketinin inşasının günümüze özgü zorlukları vardır, hatta kaçınılmaz olarak farklı komünist özneleşmeler yaşanacaktır ve dolayısıyla komünist özne de zamanımıza özgü bir ittifak olarak kendisini gerçekleştirebilecektir
İttifak olgusu, kapitalizm karşıtı güçlerin içinde bulunduğumuz dönemde farklı seviyelerde ve çeşitli hedeflere dönük, uzun ya da kısa farklı zamanları kapsayan ama kendisini sürekli dayatan uğraşısı olacak. Üstünde yoğunlaşmak, cüretle denemek, yanılgılardan asla yılmadan tam tersine onlardan gerekli dersleri çıkarma yoluyla sürekli beslenip yenilenerek İttifak konusunda yetkinleşmek gerekiyor.
Anti-kapitalist mücadele, kapitalizmin içinde olduğumuz döneminde farklı zeminlerden beslenip ivmeleniyor.
Emek-sermaye uzlaşmaz zıtlığı komünist hareketi ivmelendirirken, geçici olmaktan çıkıp kalıcılaşarak çürüme-çöpleşmeye zorlanan işsizlik gerçeği ve işsizler, ekolojik yıkımın ürettiği felaketler, hegemonya boşluğunun yarattığı ve yeryüzünün sürekli daha geniş coğrafyasına yayılan sürekli savaş gerçekliği, kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin sermaye tarafından sürekli derinleştirilip zenginleştirilmesi, kapitalizmin sosyalist sistemin 90’lardaki çözülüşünden sonra yeryüzüne hızla yayılırken karşılaştığı komünal toplumsal miraslara vahşice saldırıp piyasanın boyunduruğuna sokma çabaları….vd. farklı anti-kapitalist hareketleri ivmelendiriyor.
İşte, yıkılmayıp sürdüren kapitalizmin içinde barındırdığı yıkıcı yapısal dinamiklerinin ürettiği günümüzdeki farklı toplumsal gerilimler ve bu gerilimlerden çıkış arayışı içinde kapitalizm karşıtı olmaya yazgılı farklı toplumsal hareketler!
Kapitalizm karşıtı güçler oldukça farklı alanlara yayılmış durumda, farklı yapısallıklar taşıyorlar, farklı dillere, örgütlenme ve mücadele biçimlerine sahipler! Açık değil mi, ittifak çözüm gücüdür. Elbette her güç kendine yoğunlaşacak, kendisini gerçekleştirmeye ve en yetkin haline bürünerek kendi hedefine ulaşmaya çalışacaktır. Ancak, hepsinin karşısındaki ortak düşman kapitalizm olduğuna göre onu aşabilmek için ortaklaşmak da gerekiyor. Hem ayrı hem de ortak olmayı becerebilmek gerekiyor.
O arada bahsettiğimiz faklı antikapitalist hareketler de farklı bileşenlerden oluşuyor ve bağlı olarak o alanlarda yaşanacak toplumsal ve politik özneleşmeler de özgün ittifak biçimine ihtiyaç duyacaktır. Hatta bir kısmının kendi alanında antikapitalist olmayan ama aynı soruna odaklanan güçlerle de uygun ilişkiler kurması gerekecek, bu durum da kendine özgü ittifak sürecini gereksinecektir.
İşçi sınıfının komünist özneleşmesinden bahsedecek olursak, sınıf parçalanmıştır ve bağlı olarak ortak bir sınıf hareketinin inşasının günümüze özgü zorlukları vardır, hatta kaçınılmaz olarak farklı komünist özneleşmeler yaşanacaktır ve dolayısıyla komünist özne de zamanımıza özgü bir ittifak olarak kendisini gerçekleştirebilecektir.
Sınıfın işçi olma ve işsizlik arasında gidip gelen enformel alandaki bölüğü ile nispeten kalıcı bir işe sahip olan sözgelimi metal ya da petrol işçisinin veya hizmet iş kolunda çalışan işçinin, yeni işçileşen eskinin ayrıcalıklı kesimleri olan öğretmenler, mühendisler, doktorların ya da günümüze özgü üretim sürecinin zirvesinde konumlanan bilgi-işlemcilerin…vd. sermayeye karşı mücadele ederken farklı duruşlara sahip olacakları açık değil mi? Hatta bir adım daha atarsak, sermayeye karşı mücadelede aynı zeminde ortaklaşmakla birlikte, söz konusu farklı sınıf öbeklerinin güncel düzeyde farklı hatta kimi zaman birbiriyle çelişen ihtiyaçları olduğu açık değil mi?
Elbette istenir olan bütün bu farklı sınıf hallerinin ortak bir sınıf özneleşmesinde örgütlenmesidir. Böyle bir gerçekleşmenin oldukça zor olduğu açık olmakla birlikte işçi sınıfının siyasal öncülüğüne talip olan güçlerin böylesi bir “mükemmellik” konumunu hedeflemesi meşrudur. Peki, gerçekte, mesela sınıfın en dipteki en yoksul ve en öfkeli bölüğüyle en tepedeki evi arabası olan ve daha az risk almaya eğilimli olan bölüğünü bir arada toplamak ne kadar mümkündür? Velev ki başardık, o durumda bile kendisini farklı sınıf bölüklerinin, sözgelimi beyaz yakalıların ihtiyaçlarına odaklanarak kuran özgün sınıf hareketleri ne olacaktır, sınıfın bütün hallerini uygun bir ortaklaşmaya kavuşturmayı becerebilme yetkinliğine ulaşan özne, kendi dışındaki ve kendisini sadece sınıfın bir bölüğünün ihtiyaçları üzerinden kuran sınıf siyasetlerini dışlayacak mıdır?
İşte, günümüzdeki komünist özne, artık sadece bir “parti” olarak değil, farklı antikapitalist hareketlerin komünizan olanlarını ve farklı sınıf hallerini de kapsamalı, kendisini içinde farklı komünist ya da komünizan hareketlerin sürekli hareket ettiği bir “Alan’ın” içinde konumlanarak inşa etmelidir.
Sözün özü, günümüzde ittifak eskiden olduğu gibi sadece güçleri birleştirmek için yapılması gereken uygun/rasyonel bir tutum değil, onu aşan bir nesnelliğe sahiptir. İyi dilekle değil, sistemle savaşma iradesine sahip ve savaştığı alanın ve dayandığı toplumsal gerçekliğin gerçek durumunu kavrayan siyasal güçlerin başka türlü olmayacağının bilinciyle kararlıca hayata geçirmesi gereken bir siyasal yapıdır. İttifak, kapitalizme karşı mücadele söz konusu olduğunda, bir sistem karşıtı Alan’dır, içinde farklı güç alanlarını barındırır, onların hem kendileri olmalarını teşvik eder hem de ortaklaşmalarının önünü açar, birbirini dışlayan bu iki süreci aynı anda gerçekleştirir.
Demokrasi, ülkemizde, hem kopuştuğu hem de sürdürdüğü Osmanlının artığı çarpık Cumhuriyet’in despotik yapısına halkın dayattığı ve ağır bedeller ödeyerek kazandığı demokratik haklardan ötesine geçemedi. TC, halkın kazanımlarının ve sistemin işleyişinin hukuki kurallara tabi oluşunun Anayasal güvenceye sahip olduğu burjuva-demokrat bir devlet sistemi olarak değil, kapitalizmin gelişiminin önünde engel olduğu ve çözülerek dağılma sürecinde olduğu için kopuşmak zorunda olduğu Osmanlı’dan devraldığı despotik devlet yapısını kapitalizmin gelişiminin önünü açan bir özel restorasyondan geçiren bir kurucu inisiyatifin damgasını yedi. O damga önce Kemalizmin Batı’ya öykünen despotik modernizminin şimdi de Erdoğanizmin, ırkçı/dinbaz modernizminin biçimine bürünerek hükmünü sürdürüyor.
Kurucu iradenin öncü taşıyıcısı M. Kemal Osmanlı ordusunun içinde kişiliğini oluşturmuş, o süreçte Osmanlı egemenlik sisteminin yapısal kodlarını içselleştirmiş bir subaydı. Elbette kurucu irade kişiye indirgenemez, zaten M. Kemal de çözülüp dağılmakta olan devleti “kurtarmak” isteyen Osmanlı ordusunun subaylarının sivrilmiş temsilcisiydi. Yola “koruma” eğitimini aldıkları “devleti kurtarmak” kutsal göreviyle çıkılmış, çözülüşün engellenemeyeceğinin anlaşıldığı neredeyse on yıllar süren bir sürecin sonunda, çözülüşün “kontrollü” olması sağlanmış ve oluşan yeni momentte yeni bir devletin kuruluşunun kaçınılmaz hale gelmesiyle Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Başka bir açıdan bakarsak, zayıf Anadolu burjuvazisi kendisinin öncülüğünü yapamadığı kapitalist bir yeni devlet kurma sürecini yürüten M. Kemal/ordu öncülüğünü kabul etmiş, kendi büyümesinin önünü açan Cumhuriyet’e kuruluş sürecinde “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmesiyle “destekçi” olmuştur. Desteğinin karşılığını daha sonraları İş Bankası “fideliğinde” pamuklara sarılarak korunduğu sermaye birikim sürecinde almıştır.
Ortada sert çarpışmalarla aşılacak bir imparatorluk yoktur; tersine zayıftır, çözülmektedir ve zaten öncü kurucu güçler açısından önceleri “aşma” değil, “kurtarma” iradesi söz konusudur. Sürecin akışında “aşma” zorunlu hale gelmiştir. Öyle ki, eğer o “aşma” gerçekleşmeseydi Osmanlı coğrafyası tümüyle emperyalist işgale uğrayacak, açık sömürge haline sokulacaktı.
Başka bir açıdan bakacak olursak, başlangıçtaki “kurtarma” görev bilinci sonuca ulaşmış, Osmanlı döneminin siyasal, askeri ve ekonomik egemenleri kendi egemenliklerini (elbette başta padişahlık ve komprador burjuvazi olmak üzere) kimi elenmelerle sürdürmüş, ana yapının restore edilerek sürekliliği ancak eskiyi benimseyerek “aşma”- eskiden “kopuş” eylemiyle sağlanabilmiştir.
İtalya’da kapitalizmin kuruluş sürecini anlatan Lampedusa’nın Leopar romanının girişine yazar bir söz koymuş: “Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz.” İşte, aynen böyle oldu! Evet, kapitalizm İtalya ve Türkiye’de çok farklı yollarla gelişti ama bu “söz” aynen Türkiye için de geçerlidir. Padişahın yerini M. Kemal ve onun içinde çıkıp geldiği ordu kurumu aldı. TC kurucu Anayasal sisteminde ordu özel ve imtiyazlı bir oligarşik egemen konumdadır. Osmanlı devletinin despotik yapısallığı kapitalist bir restorasyona uğratılarak yeniden-üretilmiştir.
Ordu öncülüğünde kurulan Cumhuriyet rejimi altında eski rejimin egemen ekonomik zümreleri olan tefeci-bezirgan/toprak ağalarının en irileriyle Osmanlı ordusunun öncü subaylarından oluşan kurucuları tarafından ortama dayatılan İş Bankası, kapitalizmin inşa sürecinde o dönem öne çıkan finans-kapitalin “fideliği” olmuştur. Serbest rekabetçi dönem yaşanmadan doğrudan tekelci finans-kapital kapitalist inşanın egemen zümresi olmuş, ordu öncülüğündeki siyasal güç alanı kendi küresel ve yerel meşruiyetini bu zümrenin birikiminin koşullarını oluşturarak sağlamıştır.
Modern gerici finans kapitalle antika gerici tefeci bezirgan toprak ağası ittifakının düzenlediği siyasal alanın net ve açık bir gerici-despotik yapıda olacağı açık değil midir? İşte, Türkiye işçi sınıfının ve bütün ezilenlerin son yüzyılda var olabilme mücadelesi hep bu kahrolası yapıyla savaş içinde geçmiş, bu gerici-despotik yapıda açılan gedikler demokratik haklar düzeyinden ileri gitmeyi başaramamıştır.
Mesela laiklikmiş, nasıl yani, toprak reformundan şeytan görmüş gibi kaçıp gericiliğin en sağlam zemini olan tefeci bezirgan toprak ağalarını iktidarın zirvesine ortak alarak mı? O zaman yüzeydeki hamlelerin zeminden yapılan girdilerle sürekli engelleneceği, biçimsizleştirileceği ve eninde sonunda şimdi olduğu gibi geriye itileceği açık değil midir? Laiklik, işçi sınıfının ve halkçı-demokratik toplumsal güçlerinin ülkedeki bütün gerici-despotik yapıları tasfiye girişimi sürecinde adım adım inşa edilecektir.
Demokrasi mücadelesi başta işçi sınıfı olmak üzere bütün toplumsal güçler açısından ortaklaşılan bir alandır. Elbette her güç sürece kendi durduğu yerden kendi ihtiyaçlarını esas alarak yakınlaşacaktır. Mevcut sisteme karşı mücadelede ortaklaşılırken geleceğin nasıl bir yapıda inşa edileceği konusunda farklılıklar yaşanacak, mücadele süreci içinde hangi gücün belirleyici olacağı ya da hangi “melez” yapının şekilleneceği ortaya çıkacaktır. Demokratik Cumhuriyet, mevcut gerici-despotik yapının tasfiyesinde ortaklaşanların ortak hedefidir, onun hangi yapıda oluşacağı mücadelenin akışı içinde belirlenecektir.
Sözün özü, ittifak olgusu ve onun hangi güçlerle nasıl yapılanacağı demokrasi mücadelesinin belirleyici momentlerinden birisidir.
Kürt halk hareketi sömürgeci egemenlik sistemi tarafından tehlikeli bir açmaza itiliyor. Tasfiye edilmek istendi, olmadı; engellenmek ya da zayıflatılmak istendi, olmadı; bir zamandır ise, tasfiye hep cepte tutulmakla birlikte, o hedefe ulaşabilmek için sürekli kendisini tekrar eden bir özel dönemin içinde ne ileri ne geri gitmeden yerinde saymaya hapsedilmek isteniyor.
İşte bu özel dönem sonucunda, süreklileşmiş ve neredeyse toplumsal yaşamın her alanına yayılmış şiddetten kayyumlarla halkın iradesinin hiçleştirilmesine ya da uyuşturucu ve fuhuş bağımlılığının kışkırtılmasına dek yayılan farklı politikalarla Kürt halkının yorulacağı, belli oranlarda çürüyeceği ve nihayetinde sömürgeci egemenliğin restore edilmiş halini kabul edecek bir kıvama geleceği hedeflenmektedir.
Hatta mümkünse, böylesi bir “çözümün” aynı zamanda egemenlik sisteminin bölgesel alt-emperyalist konumlanma hedefine ulaşmasına tayin edici katkıda bulunacağı hesaplanıyor olmalıdır. Barzani ailesinin önderliğindeki KDP’nin tutumu örnek olarak parlatılıyor.
Elbette açıktır ki, KÖH de aynı durumu, “pat hali” olarak görmekte, bu konuma ulaşmanın bir gerilla hareketi açısından kazanım olduğunu ve burada kalındığı ölçüde egemenlik sisteminin iç dengelerinin bozulduğunu ve süreç devam ettikçe daha fazlasıyla bozulacağını, siyasi, askeri, toplumsal ve ekonomik açıdan yıprandığını, bir “kırılma” momenti olasılığının güçlendiğini, o momentte hızla inisiyatif alabilecek yetkinlikte olduklarını düşünüyor olmalıdır.
Taraflar kendi açılarından haklıdırlar.
İşte, bu “uçurumun kenarında dans etme” düzeyinde tehlikeli bir yoğunlukta yaşanan olağanüstü gergin durum, başka alanlar hakkında değerlendirme yapmanın o alanların kendi öznelerine düşeceğini belirmek kaydıyla, yasal alanda konumlanan ve bağlı olarak en geniş yığınları seferber edebilme açısından en geniş olanaklara sahip olan HDP’ye hamle yapıp mevcut statükoyu aşarak Kürt halkının özgürlük yürüyüşünü başka ve daha üst bir konuma yerleştirme görevini yüklüyor.
Bu noktada iki açıdan zaaflar söz konusudur: Halklaşma ve İttifaklar yetkinlik!
İttifak kurmak, ittifaklarla etki alanını yaymak ve ulaşmak istediği değişik hedeflere yürürken ek güç kazanmak Kürt halk hareketinin içinde bulunduğu nesnelliğin dayattığı zorunluluktur.
4 devlete ve bu devletlerin arkasındaki büyük devletlere karşı mücadele gerçekliği, Kürt halkının özgürce var olabilmek için üstlenmek zorunda olduğu bir yönelimdir. Bu yönelim, bu devletlerin aralarındaki çıkar çatışmalarından faydalanarak kendisine alan açabilmek için “stratejik” düzeyde karşı saflarda olduğu (döneme göre değişen) bazı devletlerle (kendi bağımsız stratejik duruşunu koruyarak) “taktik” ittifaklar kurmayı talep eder.
Bugün Kürt hareketi, İran, Irak ve Suriye devletleriyle “çatışmasızlık” düzeyinde “taktik ittifak” kuruyor. Bildiğimiz gibi, yakın dönemde yürütülen “Barış süreci” esnasında Türkiye ile bir “taktik ittifak” arayışı içindeydi. Rusya ve Avrupa ile, bu devletlerin coğrafyalarında yaşayan Kürtlerin içinde siyasal çalışma yapma ve 4 devlete dağılan Kürdistan coğrafyasında kendisinin askeri ve politik olarak var olmasına “göz yumma” temelinde bir “taktik ittifak” içindedir.
Kürt hareketi açısından, ABD ile Suriye coğrafyasında bir askeri “taktik ittifak” söz konusudur. ABD Rojava yönetiminin Kandil’le kopuşmasını ve sonra Barzani ile ittifak içine girip Irak-Suriye’deki Kürdistan coğrafyasında kendisine bağımlı bir Kürdistan kurulmasının arayışı içindedir. Son dönemde Irak Kürdistanı/Başur’da YNK’nin de bu ittifaka fiilen girdiğini, ama aynı zamanda Kandil’le de “taktik ittifak” içinde olduğunu görüyoruz. Bu sürecin de arkasında ABD’nin olduğu bir sır değil.
Bu karmaşık ilişkilerin içinde konumlanmak olağanüstü risk taşıyor, ama her tarafından askeri-politik saldırılarla tasfiye edilemeye zorlanan Kürt önderliğinin ayakta kalabilmek ve aslında nefes alabilmek için böylesi bir farklı düzeylerdeki “taktik” ittifaklara zorunlu olarak girdiğini tahmin edebiliriz. Bütün ittifaklar her an tersine dönebilir, bugün “taktik” olarak “dost” olan herhangi bir güç yarın hızla aslında “stratejik” olarak” düşman” olduğu gerçekliğini dayatabilir.
Bu ittifaklar, bazı ahmakların sandığı gibi bir yanılgı ya da emperyalizme doğru çözülme değildir. Neredeyse her yönden ve her an tasfiyeye zorlanırken ayakta kalabilmek için zorunluluğun dayattığı istenmeyen ittifakların kurulduğu ve Orta-Doğu cangılında neredeyse yarım asırdır ayakta duranların olası tehlikelerin bilincini taşıdığı açıktır. Kadıköy’de çay içerek masa başında yapılan bir “emperyalizmle mücadele” değil, bağımsız durunca tek bir derin nefes almanın bile kazanç olduğu Orta-Doğu cangılında alan tutup genişletebilmenin “faturası” söz konusudur.
Açıktır ki, gerçek ve kalıcı ittifak, bölge devletlerinin baskısı altındaki Türk, Arap ve Farsi halklarla yapılacaktır. Bu yönelim, öylesi bir iyi niyetli politik yönelim olarak değil, hem Kürt halkı hem de diğer halklar açısından tarih ve coğrafyanın dayattığı zorunluluktur, kaderler birbiriyle ayrılmazcasına kaynaşmıştır, iyi ki de öyledir!
Farklı düzeylerden çıkıp gelen ittifak talebi, tekrar vurgulayalım, günümüzün ve aslında çağımızın belirleyici örgütlenme biçimidir. Bu durum aynı zamanda “parti” biçiminin yeterli olmadığı, mücadelenin ancak içinde partinin de olduğu farklı örgütlenme biçimlerinin toplandığı özgün bir “Alan” örgütlenmesinin içinde konumlanırsa “kendisi” olabileceği, o Alan’ın da aslında bir ittifak örgütlenmesi olabileceği gerçeğini açığa çıkarır.
Kürt halk hareketinin HDK önerisi özgün bir Alan örgütlenmesiydi. Toplumsal hegemonya mücadelesi veren toplumsal güçler ve siyasal alanda hareket eden siyasi güçler, farklı örgütlenme ve mücadele biçimleriyle HDK Alan’ının içinde konumlanacaktı. Bu farklı öznelerin birbirleriyle nasıl ortaklaşacağı keşfedilmesi gereken bir “yeni” durumdu. HDP ise, HDK içinde kendisini konumlandıracak diğer siyasal özneler gibi, HDK içinde konumlanmak ve kendisine verilen görevleri yerine getirmekle birlikte, esas olarak Kürt halk hareketinin Meclis’teki temsilcisi olacaktı. HDK esas, HDP taliydi.
Bu duruş, halkın özneleşmesini öne alan, halkın özneleşmesi sürecini belirleyici gören ve Meclis’deki faaliyeti halkın özneleşmesinin hizmetinde olmaya zorlayan bir bilincin ürünüydü. Alışılan değil alışılmayan hatta bilinmeyen ve keşfedilmesi gereken bir devrimci süreci yürütmeyi gereksiniyordu.
Peki, alışılan neydi?
Siyaset Meclis’te yapılır, siyasetçilerin en iyileri parlamenter olur! Siyasal mücadelede esas olan seçimlerde en çok oyu alarak Meclis’te çoğunluğu sağlamak, olmuyorsa seçimlerde mümkün olan en güçlü katılımı sağlayarak güçlü bir muhalefet olabilmektir. Demokrasi, halkın oyuyla seçilip halkın temsilcisi olma hakkı kazanan parlamenterlerin arasındaki güç mücadelesidir. Hangisi daha zeki, güçlü ve parlaksa o parlamenter öne çıkar, parti başkanı seçilir hatta iktidarın zirvesine yerleşip ülkenin lideri olur. Halk sokağa bu Meclis’teki mücadelenin gereksinimleri üzerinden Meclis’teki partiler tarafından çağrılır, görevini yaptıktan sonra evine geri döner.
Alışılmayan ise, siyasal mücadeleyi günümüzde miadını doldurmuş söz konusu temsili demokrasiye sıkıştırmayan, onu sadece mücadele alanlarından birisine indirgeyen, tekniğin sağladığı imkanlardan da faydalanarak halkın siyasal mücadeleye sürekli ve doğrudan katılımının sağlandığı bir demokratik sürecin imkanlarını keşfedip, uygulamaktır. Burada esas olan halktır, mücadele edip sözünü söyledikçe özneleşen, siyasal kurumsallaşmaları ve kişileri kendine tabi kılacak bir iktidar olma bilincine ve gücüne yükselen halktır.
İşte HDK tam da bu yönde bir arayış, denemeydi.
Peki ne oldu; alışılagelen yeni olanı boğdu; HDP HDK’yi kuşatıp yuttu!
Böylece, temsili demokrasinin “yüce” organı Meclis’teki mücadelenin esas alınmasının önü açılıyor, HDK/halk köreltilirken HDP/parlamenterler güçlendiriliyor, halk değil halkın temsilcileri öne çıkınca halk siyasal sürece yabancılaşıyor, kendisini seyirci konumuna yerleştiriyor, halk esas olarak Meclis’teki faaliyeti destekleyen bir konuma sürükleniyordu. Sonuçta onca teröre rağmen her fırsatta on binlercesiyle dalga dalga sokakları dolduran halk siyasal süreçlere katılımını kerte kerte seyreltti, günümüzde de günlük yaşamın zorluklarıyla boğuşup ayakta kalmaya çalıştığı bir konuma sürüklendi.
Günümüzde HDP binaları seçim sürecinde bile çekim gücü olamamakta, parti faaliyetleri esas olarak parti bürokratları tarafından yürütülmekte, o bürokratlar da çoğunlukla geçim derdi içinde boğulan yoksullardan değil, o türden ezici baskıları kısmen ya da tümüyle aşmış, eğitim almış, iyi konuşan, ustaca dengeler kurabilen yurtsever aydınlar, esnaflar ve iş insanlarından oluşuyor. Yoksul halk siyasal süreçlere katılımını seçim döneminde oy atmaya çekmiş durumda. Ve zaten, koparılan onca “yenilgi” çığlıklarına rağmen diyebiliriz ki, onca baskıya ve hileye rağmen HDP bölgedeki halk desteğini korumaktadır. Kayıplar daha çok zaten az oy aldığı “orta” bölgelerden ya da kapitalizmin içerme ve tersinden yoksullaştırma süreçleriyle sürekli baskılanan Batı’daki Kürtlerden yaşanmıştır ve herhangi bir olumlu hamleyle yeniden kazanılabilir.
Süreci tersinden yürütmeye çalışma açmazının başka bir zaafı da Meclis’i merkezine alan siyasal faaliyetin Anayasal bir demokrasi olmayan ve var olan kimi demokratik kazanımların dahi sürekli ateş altında tutulduğu Türkiye’de yürütülmeye çalışılıyor olmasıdır.
Şayet demokratik bir ülkede olsaydık bile, kapitalizmin çok yönlü krizlerle sarsıldığı ve en gelişmiş anayasal-demokratik kurumlaşmanın olduğu ülkelerde de demokrasinin tasfiye edilmeye çalışıldığı günümüzde sonuç yaratamayacak ve son tahlilde demokrasinin tasfiyesi sürecinin “asma yaprağı” olmaya yazgılı olacak olan temsili demokrasiyi temel alan demokratik bir muhalefetin sonuç alma şansı çok düşükken; hele bizimki gibi zaten en ufak demokratik kırıntıyı bile düşman gören bir egemenlik sistemi içinde çırpınan bir ülkede Meclis’i temel alan mücadelenin her kazanımının her an hiçleştirilebileceği açık değil midir?
Nitekim, Demirtaş, Kışanak ve Güven başta olmak üzere öne çıkıp önderleşen bütün Kürt siyasal aktörler hukuk dışı yollarla hapse atılıp zulme uğratılmakta, partiler bir bahane bulunup kapatılıvermekte, seçimlerde hile yapılarak önceden hedeflenen sonuçlar utanmazca resmi sonuç olarak ilan edilmektedir. Böylesi saldırıları engellemenin tek yolu örgütlenmiş halkın varlığıdır. Halk seyirci kaldığı sürece saldırılar artarak sürecektir.
O zaman, şimdi yapılması gereken, abartılan seçim yenilgisi söyleminin yarattığı havadan ve değişim talebinin herkes tarafından talep ediliyor olmasından da faydalanarak, halkın özneleşeceği özel bir siyasal Alan oluşturmanın yeniden öne çıkartılmasıdır. Halkın siyasal mücadele içinde özneleşerek kendisini sisteme dayatması mevcut açmazdan çıkışın tek yoludur. O durumda, Meclis’te şimdi aşağılanarak itilip kakılan faaliyet de ağırlık kazanacaktır.
Peki, yeniden HDK mi? Hayır, o moment kaçırılmıştır; HDK şimdi HDP’nin cephe örgütü olarak rol oynayabilir ve eskiden olduğu gibi HDP tarafından yutulmayıp da kendisini özgürce ifade etmesi sağlanırsa olumlu sonuçlar da yaratabilir.
Ancak, ülkenin olağanüstü politik atmosferinde HDP’nin sadece kendisine, kendi etrafını toplayarak kendisini güçlendirmeye odaklanması kendisini kendi eliyle boğması sonucunu yaratacaktır. Tam tersine, mevcut gücüne ve muazzam deneyleri arkasına alan politik kapasitesine dayanarak ülkedeki tüm sosyalist ve demokrat siyasal güçleri ve toplumsal güçleri/hareketleri ortak bir Alan’da toplama göreviyle yüz yüzedir.
Geçmişin HDK hamlesi günümüzde daha genişlemiş ve derinleşmiş hali olarak yeniden üretilip pratikleştirilmelidir. İmkanlar vardır, yeter ki her şeyi basite ve alışılagelen rutin süreçlere indirgeyip durumu idare eden tutuma savrulunmasın ve halkın özneleşmesine hizmet edecek bir pratiğe boylu boyunca girme cesareti gösterilebilsin!
Emek ve Özgürlük İttifakı işte tam da böyle bir mücadele alanının inşası için uygun bir ilk adımdır. Kuruluş sürecinde ve seçim döneminde yaşananlar İttifakı yıpratmış olsa da, zemin ve ilk program taslağı halen geçerlidir. Yeter ki zaaflarla oynayarak İttifakı dağıtma çabası içinde olanlarla sınır çizilip yola devam edilsin.
İttifakın kuruluş süreci yoğun bir sempati ve beklenti yarattı. Ancak açıktır ki ittifak henüz kendisinden beklenen duruşu inşa edemedi.
İlkin, “mücadele” ittifakı olunacağı açıkça belirtilmesine rağmen, bu ön-belirlenim sessizce yok sayıldı ve seçim döneminde olunmasının da itmesiyle bir “seçim” ittifakı olmak öne çıkarıldı. Burada, ortak mücadele konusunda isteksiz olan HDP, TİP ve EMEP belirleyici oldu. Neden böyle davrandıklarının sahici bir açıklaması henüz yapılmadı, zaten içi boş söylemlerden ötesi yapılamaz da! Hiçbir engel olmamasına ve üstelik deprem sürecinde ittifak güçleri dayanışma faaliyetinde önde olmalarına rağmen, adeta itinayla ve sessizce ortaklaşarak bu üç güç ittifakın mücadele içinde kendisini inşa etmesinin önünü kapayıp, süreci masa başı toplantılarına sıkıştırdılar.
Sebep açıktır, üç güç de kendi durduğu yerden ve kendisini merkeze alarak sürece bakmış ve bu sorumsuz ve dar görüşlü duruşlarını fiili durumlar yaratarak ittifaka dayatmışlardır. Herkesin kendisini önemsemesi ve inisiyatifini güçlendirmeye çalışmasına hiçbir itirazımız olmaz, tabii ki her iddialı siyasi güç öyle davranacaktır. Sorun, kendisini güçlendirme ile ittifakı inşa etme süreçlerini tam bir siyasal ahmaklıkla birbirine rakipmiş gibi görme, birbirini destekleyecek bir konuma yerleştirme basiretini gösterememektir.
Öte yandan, madem ittifak seçim odaklı bir konuma sıkıştırılıyor, öyleyse bari o konuda bir başarı gösterilsin! Hayır, o noktada da aynı 3 güç aynı sebeplerle seçim sürecinde ittifakı zayıflatan tutumlar geliştirdiler. EMEP son ana dek seçimlere kendi adıyla girme iddiasıyla ittifakın etki gücünü darbeledi ve ancak son gün karar verebildi.
TİP, uygun olan HDP listesinden seçime girmek olmasına ve HDP bu konuda rasyonel öneriler yapmasına rağmen, kendi adıyla seçimlere girmekte ısrar etti ve zaten sonuçta da bu tavrını koruyarak ittifaka ağır zarar verdi. Bize rakamlar verilmesin; rakamlar değil, “asabiyet” önemlidir, o bozulmuştur.
HDP ise, TİP’in kararını değiştirmeyeceği netçe belli olmasına rağmen, sanki Allah’ın emriymiş gibi “81 ilde seçime girmekten asla taviz vermem” tutumunda ısrar etti. Evet, hatalı tutum geliştiren TİP’tir ama onca siyasal tecrübeye sahip HDP böylesi olumsuz iç gerilimlerin vereceği hasarı önceden görüp uygun tavizler verebilirdi, vermedi. Ne kazanıldı, 81 ilde seçime girildi de ne oldu?
İttifak şayet özellikle deprem sürecinde ortaklaşabilseydi ve bu ortaklaşma diğer mücadele alanlarına yayılabilseydi, açıktır ki burada yaşanan derinleşme, halklaşma ve olgunlaşma seçim sürecine de yansıyacak, çekim gücü artan ittifak özellikle Sol Parti ve Halkevleri’ne doğru bir biçimde genişlemenin yolunu bulacak, herhangi bir zaaf yaşanmadan seçimlere İttifak olarak girilecekti. İttifak böylesi moralli bir ortaklaşmayla seçim sürecinde yer alsaydı bu duruş CHP’yi ve bağlı olarak da Millet İttifakı’nın duruşunu da etkileyecek, seçimleri hileyle kazanmayı önceden planlayan devlet fraksiyonlarını gerginliğe sokarak hesaplarını bozabilecek, hileler önlenebilecek, seçim sonuçlarının da farklı olmasının önünü açacaktı. O durumda ittifakın oyunun yüzde 13-15 arasına yerleşmesi normal olacaktı. Yapılan hatalar önemlidir ama hızla aşılması için koşullar uygundur.
Öncelikle TİP’i tebrik etmek gerekiyor. Sosyalist hareketin içine sıkıştığı dar alandan çıkarak halkın içinde tutunabildiler. Bu konuma özel bir rastlantı ya da şans sonucu değil, hedefleyerek ve hedefe nasıl ulaşacaklarını hassasça planlayıp uygulayarak ulaştılar. Önceden görme, planlama, yoğunlaşma, ustalık ve beceri söz konusudur. Henüz öncülleri olan HTKP içindeyken, TİP yönelimini ve yüzde 3-5 arası bir yaygınlığa ulaşmayı planladıklarının canlı şahidiyim.
Üstelik, gelenekleri olarak içinden çıktıkları Behice Boran-Yalçın Küçük çizgisinin savunduğu “sosyalist devrim” stratejisinin uzak hatta karşısında olduğu “halkçılık” ve “demokratik mücadele” yönelimlerini kendi yordamlarınca uygulama becerisini göstererek hedeflerine ulaştılar. Aynı geleneğin diğer devamcıları TKP ve TKH aslında geleneği sürdürme konusunda deyim yerindeyse daha tutarlı ya da dogmatik bir duruş içindeler ve bağlı olarak kendileriyle/örgütlü güçleriyle sınırlı kapalı bir alanda sıkışmak, ancak kazandıkları üye sayısı oranında o alanı büyüterek “güçlenme” açmazı içindeler.
Bu başarıda ne yazık ki erken kaybettiğimiz Metin Çulhaoğlu’nun özel payı vardır. Çulhaoğlu, 70’lerin sonunda yaşanan Behice Boran’la Yalçın Küçük’ün ayrışmasında Küçük’le birlikte davranma, Küçük’ün 80’lerde ulusalcılığa savrulmasından sonra ondan ayrışıp Gelenek dergisi etrafındaki toplanmaya önderlik etme, sonra Gelenek’in şimdi TKP’de somutlaşan hattının “dar” ve “kapalı” yapısından kopuşup ÖDP deneyiminde yeralma serüveninden de anlaşılacağı üzere bir “arayış” içindedir. O, TİP’in hattını benimsemekte ama onu benimseyerek aşma isteği taşımaktadır. ÖDP eski Dev Yol ve Kurtuluş geleneklerinin karşılıklı hamleleriyle dağıtıldıktan sonra, Çulhaoğlu terk ettiği Gelenek eğiliminin o dönem konumlandığı TKP’ye geri döndü. Ancak sonradan yapıp ettiklerinden öyle anlaşılıyor ki, Çulhaoğlu gittiği gibi değil, ÖDP deneyiminden epey dersler çıkarıp zenginleşerek TKP’ye gelmiştir.
Şimdiki TİP önderliğinin TKP’den kopuşması ve dolayısıyla TİP, Gezi isyanının ürünüdür. TKP’nin Gezi’deki duruşu, isyanı “beğenmiyor” ve isyana boylu boyunca girip zaaflarını aşmasına destek olmak yerine zaaflarını gerekçe göstererek kendi “steril” alanında kendisini “korumayı” esas alıyordu. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “baston yutmuş sosyalizm” geleneğini sürdürüyorlardı. Etliye sütlüye karışmadan steril bir alanda/mesela parti binalarında ya da dergi sayfalarında komünizm nutku çekmek, ülkenin neredeyse bütün sokaklarını kaplayan Gezi isyanının riskini yüklenip ateşinde yanmaktan daha çekici gelmiş olmalıdır.
Sonradan TİP’e dönüşecek HTKP kopuşması, TKP’nin Gezi isyanındaki tutumunun parti içinde özellikle genç unsurlarda yarattığı rahatsızlığın ürünüdür. Çulhaoğlu da ÖDP deneyinden edindiği tecrübeyle doldurduğu bilinciyle, TKP’nin gayet tutarlı olarak sürdürdüğü “steril” konumlanma tutumuna isyan eden partideki gençlerin isyanına destek verip katıldı.
İşte, TİP’in doğuş serüveni aslında bugün olduğu konuma doğru sancılı ve dolambaçlı bir yolun ürünüdür. Arayış süreklidir, ısrarlıdır, zaman zaman duraksasa ya da geleneğinin kendisini geriye çeken gücünün etkisi altında kalsa da (ki aynı “geriye çekme” bugün de sürüyor!) hem geleneğini sürdürme ama hem de onun içine kapalı ve dar duruşundan kopuşarak halklaşma arayışı TİP’te somutlaşmıştır.
TİP’in TKP’den en önemli farklarından birisi de Kürt halkının özgürlük mücadelesine yaklaşımıdır. Geleneğin Kürt hareketine uzak hatta karşı duruşundan sancılı bir kopuş yaşanmış, sonunda Kürt halkına dost bir konuma yerleşilmiştir. Bu dosluk Emek ve Özgürlük İttifakı’nda yer alarak bir üst seviyeye çıktı. Burada, TİP’in henüz HTKP iken arayışını görüp değerlendirerek, bu arayışa değer veren ve önünü açmak için Meclis’e girmesini sağlayan Kürt halk hareketinin sürece katkısını da belirtmeliyiz.
TİP, içinde yer almakla birlikte ittifaka tek yönlü olarak kendisini merkeze alan bir duruşla katılmaktadır. Geleneğinden onu benimseyip aşarak kopuşma eğilimi ittifaka katılmakta somutlaşırken, bahsettiğimiz “geleneğin geri çekme” tutumu da böylesi bir duruşu ivmelendiriyor. Öyle görünüyor ki, geleneğiyle olan gerilimli ilişkisi TİP’in geleceğinde hep olacaktır.
TİP, ittifakın seçim odaklı olmasında da açık bir tutum aldı. Zaten EMEP ve HDP’de “gizli” olarak böyle bir tutum içinde olduğu için, ittifakın “mücadele” içinde olgunlaşamaması ve bileşenlerinin toplamı olarak değil, kendisi olarak meşruiyet kazanamaması tam da böylesi bir ortak bilinçli tutumun ürünüdür.
Daha sonra, seçimlere katılım sürecinde de yine TİP ortaklaşma yerine seçime kendisi olarak girme konusunda ısrarlı olmuştur. Görüşmeler süreci içinde TİP geri adım atarak, kendisinin özel olarak güçlü olduğunu düşündüğü iller ve HDP’nin çok az destek alabildiği kimi illerle sınırlı bir katılım seçeneğini sunsa da HDP “81 il” tutumundan asla vazgeçmeyeceğini bildirerek sınır çizdi.
Sonuçta, TİP’li yoldaşlarımız aldıkları oyları ve kendilerinin HDP lehine seçimlerden çekildikleri yerlerde de HDP’nin oylarının azaldığını ve dolayısıyla kendilerini haklı olduklarını iddia etseler de göremedikleri yakıcı ve belirleyici olgu, yaşanan tartışmaların gerek Kürt halkında gerekse Türkiyeli demokratlarda yarattığı moral bozucu durumdur.
TİP sadece ittifakımızın asabiyetini bozmadı, farkındalar mı bilinmez ama kendi asabiyetlerini de bozdular. TİP’e yönelen kitleler büyük çoğunluğuyla daha çok sol Kemalizmin etkisi altında, dolayısıyla kısmen “ulusalcı” etkilenim içinde olan ve Kürt halkına düşmanlıkla bilinçleri dolu olan aydınlar, beyaz yakalılardır. TİP, Kürt hareketiyle sağlıklı bir ilişkilenme içinde olduğu oranda bu yığınların sosyalizme yönelmeleri ve bilinçlerindeki zincirlerden kurtulmalarını sağlayabilir, aksi durumda gelenlerle TİP’in Marksist liderliği arasında yıkıcı gerilimler yaşanması kaçınılmazdır.
Birkaç söz de sol Kemalistleri örgütledi diye TİP’i eleştirenlere, özellikle de Kürt yurtseverlerine söylemeliyiz. İlkin, bu kişiler acaba nerede yaşadıklarının farkındalar mı, bu ülkede sol Kemalistlerle ilişkilenip onları sosyalizme kazanmak sosyalizmin en önemli açılım kanallarından birisi değil midir? Elbette beğenmeyenler Norveç ya da başka bir Batılı demokrat ülkeye gidebilir ama bu ülkede sol Kemalizm bir özgün gerçekliktir. 70’lerdeki sol dalganın en çok beslendiği kanallardan birisidir ve bugün de Alevi hareketi büyük oranda böylesi bir etki alanı içindedir.
Ülke tarihinin büyük bölümünde derin ve bütünlüklü bir hakimiyet kuran ve bilinçleri belirleyen Kemalizm, onun kurduğu düzeni eleştirenleri bile kendisini Kemalizm içinde ifade etmeye zorlamıştır. Kilisenin kesin hakimiyeti altında olan dönemlerde ressamlar kendi derinlik, renk ve biçim arayışlarını İsa ve Meryem resimleri üzerinden ifade etmek zorundaydılar, sonraki kopuşların temeli o arayışlarda atıldı. O kadar uzağa gitmeye gerek yok, Kemalist devlete karşı silahlı isyana yönelen Deniz Gezmiş’in savunması herkesin bilgisi dahilinde olmalıdır. Deniz’in her iki duruşu da sahicidir, gerçektir. Dolayısıyla TİP’in belki de en önemli başarısı olan Kemalizmden sosyalizme doğru kopuşların önünü açmasını onun günahı haline sokmak ahmaklıktan başka nedir?
Özellikle Kürt yoldaşlarımıza soralım, Kürt halkına düşman bir alandan kopup, elbette uzun on yıllardır konumlandıkları bu alanın kimi kirlerini taşıyarak, Kürt halkının özgürlük arayışına “tarafsız” ya da “dost” konuma gelen toplumsal güçler neden sizi rahatsız ediyor? İttifaklar tam da böylesi “alan kazanmalar” için yapılmaz mı? Aslına bakılırsa TİP, kendisini Meclis’e sokarak çıkış hamlesine destek olan Kürt halkına en büyük karşılığı yüz binleri kapsayan böylesi bir olumlu kopuşun önünü açarak vermiştir. Elbette, böylesi toplumsal kopuşlar yüksek gerilim taşır, kendisiyle beraber birçok riski de getirir; o sorunu çözmek “TİP’in işi” hatta “kiri” demeyeceğiz, hep beraber o risklerin aşılmasına omuz vereceğiz, siyaset tam da böyle bir şeydir.
Öte yandan, “geleneğin geri çekme” dinamiği bu konuda da devrededir, neden başka toplumsal güçler değil de esas olarak sol Kemalistler TİP’e yönelmiştir. Bu durum, TİP’in aşması gereken bir zaafının yarattığı özel çekim gücüyle ilgilidir. TİP’in Kemalizme ve Cumhuriyet’e yaklaşımında, bu konumlanmaların “ilerici” dokusunun abartılması ve M. Suphilerin katledilmesiyle kendisini netçe açığa vuran despotik dokusunun görülememesi, sol Kemalistler açısından yüksek çekim gücü yaratmıştır.
En çok vurgulalan laiklik bahsinde de kendi deyimleriyle “gericiliğin” maddi zemini olan tefeci-bezirgan toprak ağalarının Cumhuriyet’in kuruluşunda tasfiye edilmesi bir yana iktidarın zirvesinde konumlanmasının bugünün AKP iktidarının en güçlü ivmesini baştan verdiği görülmemekte, gelenekten devralınan ideolojik ön yargıların gölgelemesiyle görülememektedir. Bugünün AKP iktidarı bir açıdan Kemalizmin ürünüdür.
Evet, Kemalist laikliğin hep “ilerici” yönüne vurgu yapılır ama yüzeydeki bu görünümün altında yatan Kemalist laikliğin burjuva-despotik yönü ve esas olarak da söz konusu “burjuva-despotik laikliğin” bile altını daha baştan oyan temel çarpıklık, yani “toprak reformu” yoluyla tasfiye etmek bir yana “gericiliğin” ana kaynağı tefeci-bezirgan toprak ağalarını iktidarın zirvesinde “ortak” olarak almanın tarihsel süreç içinde “gericiliği” nasıl besleyip büyüttüğü görülemiyor mu? Ya da halkın sürekli despotik baskıyla ezilmesi ve demokratik haklarının her an ihlal edilen zoraki kabuller olmasının, laikliğin gerçek savunucusu işçi sınıfı ve halk güçlerin kötürümleştirdiği ve o durumda laikliğin savunmasız-boşlukta bir süs olmaktan gidemeyeceği, nitekim de tam da bu yüzden günümüzde kolayca tasfiye ediliverdiği görülemiyor mu?
Aslına bakılırsa seçim sürecinde yaşananlar ve nihayet seçimlerin artık arkada kalmış olması ittifak açısından bir kazanım haline sokulabilir.
İlkin, seçim sürecinde yaşananlar üzerinden açığa çıkan zaaflar “diplomasi” perdesiyle gölgelenmeden açıkça tartışılmalıdır. Zaaflar netçe ve aşılma iradesiyle tartışılırken, aynı zamanda tartışmalarda farklı kılıklarda ortaya çıkan tasfiyeci eğilimlerle de tartışılmalı, o süreçte İttifakın içeriğini güçlendirilip tasfiye eğiliminin güç kazanması engellenmelidir.
İkincisi, seçimlerin gölgesi kalktığına göre ittifak gerçek zeminine, halkın içine gömülmelidir. Nasıl mı?
İttifak, neredeyse bütün toplumsal güçlerin kendi ihtiyaçları için farklı biçimlere bürünüp farklı dilleri kullanarak yaptıkları mücadelelerle kaynaşmalı, o mücadelelerin güncelliğin içinde sıkışıp yön kaybı yaşayarak verimsizleşmesini engellelemek için hem ortaklaşmaları için zemin olmalı hem de ortaklaşmalarının uygun hedefi olan halkçı demokratik bir Cumhuriyet hedefini parlatmalı, onun maddi gücü olmalıdır. Bu süreç, meşruiyetini kendisinden alır, herhangi bir yerden izin almadan fiilen kendisini bir toplumsal ve siyasi seçenek olarak inşa etmelidir.
Ülke, faşizmin kurumsallaşmasının yarattığı olağanüstü krizlerle zorlanıyor. Faşizmin yükselişi sürecinde halk bilinçlice yoksullaşlaştırılıyor, küresel hegemonya krizinden faydalanarak bölgesel hegemonya için askeri operasyonlar yapılıyor, kadınlar cehenneme sürükleniyor, doğa yıkımı artık vahşi bir saldırganlığa sıçrayarak yürütülüyor, ırkçı-dinbaz bir tutumun önünü açabilmek için başka her türlü yaşam biçimleri yasaklanıyor, Kürt halkı düşman olarak görülüp sürekli ateş altında tutuluyor, Alevi inancına yönelik asimilasyon ya da katliam baskısı soğukkanlıca sürdürülüyor, gençlik bilinçlice cahilleştirilip ırkçı-dinbaz bir sürüye çevrilmeye çalışılıyor vd.
Bütün saldırıların sürebilmesi için yargı ve yasama hiçleştirilerek tümüyle yürütmenin “uşağı” düzeyine düşürüldü, yürütme de bilindiği üzere Erdoğan’ın şahsında tekleştirildi. Bütün denetim mekanizmaları yok edildi, hukukun verdiği güvenceler artık yok, yasama önüne getirileni “parmak kaldırıp onaylama” sefilliğinde. Erdoğan “tak” diye emrediyor, emrettiği “şak” diye oluyor!
Elbette, O sanki tek başına zirvede her istediğini yapıyor gibi görünse de bu türden çetevari süreçlerde çoğunlukla olduğu üzere, endişeyle sürekli arkasına bakmak, güvence aramak, gözü kendi yerinde olan devlet fraksiyonlarını kollamak, dengeleri ayarlamak zorunda. O’nun egemenliği, herkesin kendisini ve geleceğini bir biçimde güvende hissettiği bir hukuk sisteminin hakim olduğu, iç asabiyeti ve toplumsal meşruiyeti güçlü ve bağlı olarak iç dinamizme sahip işleyen bir devlet mekanizmasına sahip olmadığı, taşra kurnazlığına dayanıp önündeki sorunları çete-devletle çözme kolaycılığına girdiği için, ayakta kalabilme amacıyla her an yeni saldırı hamleleri, yeni hileler yapmak, yeni dengeler kurmak vd. zorunda!
Evet, devlet krizi devlet çeteleştirilip mafya ile iç içe geçirilerek “çözülmüş” görünüyor ama bu “çözüm” kendisi olarak yeni bir kriz alanı değil midir? Ya da üstelik ek olarak, böylesi hukuk dışı keyfi saldırganlık, devlet krizi kadar tehlikeli özgün bir “ulus krizini” tetiklemez mi? Ulusu bir arada tutan bağlar gözükara bir saldırganlıkla dağıtılırsa “ulusun dağılması” gerçekliği oluşmaya başlamaz mı?
Sürekli saldırı altında olan ve hukuk alanında hiçbir güvence göremeyen farklı alanlara dağılmış toplumsal güçler meşru savunma konumunda tutunarak kendi başlarının çaresine bakma, kendilerini koruma ve kendilerini kendileri olarak var edip, kendilerini ezip köleleştirerek hiçleştirmek isteyenlere karşı direnerek bir onurlu-özgür duruş inşa etmeye yönelmezler mi?
Bu güçlerin ortaklaşarak güçlerini birleştirmesi, tıpkı şimdi iktidar alanının yaptığı gibi meşruiyetini kendisinden, üstelik çok daha meşru bir durum olan kendi halk gerçekliğinden alan fiili bir demokratik cumhuriyet iradesi haline sıçrayamaz mı? Ya da, başka bir olasılık olarak, “çete devletin” özgün zayıflıklarının bir sıkışma anında hızla öne çıkıvermesi ve hızla çözülme dinamiklerini tetiklemesi üzerinden nasıl yaşanacağı şimdiden görülemeyecek bir kaos ortamı yaşanmaz mı?
Evet, faşizm sonuçlarını önceden belirlediği seçimlerde yürüttüğü şiddet ve hile pratiğiyle kazandığı sahte “zafer” üzerinden, resmi muhalefetin de her zamanki gibi verdiği desteği de arkasına alarak yürüyüşüne hız verdi. Her gün yeni bir faşist hamlenin daha devreye sokulduğunu görüyoruz. Şu, netçe görmemiz bir gerçektir: Faşizm güç kazandı, kazandığı gücü de hızla yeni kazanımlara çevirme asabiyetinde, sürekli hamle yapıyor, kazandığını cebine atıp yenisine/yenilerine yöneliyor. Ama aynı gerçekliğin öteki yüzünde, iktidar alanının aynı zamanda kendi altını oyduğunu, üstüne yerleştiği dengeleri her an bozulabilecek bir gerginliğe yükselttiğini, toplumsal meşruiyetinin kazandığını elinde tutmaya yetmeyeceğini saptayabiliriz. Ama işte bunlara rağmen iktidarın adeta bir “öfori” içinde hareket ettiğini görüyoruz.
Evet, çok zor ve iniş çıkışlarla hatta birçok uçurumlarla dolu bir süreç olacağı şimdiden belli ama bütün bunlar aynı zamanda muazzam bir devrimci-demokrat toplumsal sürecin de tetikleyicisi değil midir? Böylesi zorlu bir süreç, durumdan çıkarı olan bütün siyasal ve toplumsal güçlerin bir araya gelmesini-getirilmesini emretmiyor mu?
İşte ittifak böylesi bir tarihsel sürecin öncüsü olabilme potansiyelini taşırken şimdi yaşanan tartışmalarda ittifakın (tıpkı daha önce HDK’nin olduğu gibi) sönümlendirilmesi eğilimi devrededir. Tasfiyeciler, tıpkı Muaviye’nin askerlerinin Kur’an’ın yapraklarını mızraklarının ucuna takması gibi, ittifakın zaaflarını bayrak yaparak yükleniyorlar. Kürt halk hareketinin ana devrimci damarı ittifaka olumlu yaklaşırken, Kürt milliyetçiliği ve Türkiyeli liberal ve post- Marksistler ilginç bir işbirliği yaparak ittifakı değersizleştirmek ve süreç içinde tasfiye etmek arayışı içindeler.
Tasfiye bayrağının bir tarafında ittifakın zaafları varken, diğer tarafında ittifaka seçenek olarak HDK methiyesi yer alıyor. Faşizmin yürüyüşünün gücünü abartıyor, halkın gücünü küçümsüyorlar. Kendilerinin varlığının dahi halkın gücü sayesinde olduğunu, ittifakla halkın gücü açığa çıkartılamazsa yaşam olanağı bulamayacaklarını göremiyorlar.
İttifak, hızla yeniden hamle yapmalı ve şimdi yükselme eğiliminde olan işçi hareketinin içine bütün gücüyle girmelidir. Zaten bileşenleri direnişlerin içindedir ama bu durum ittifakın ortak pratiği düzeyine sıçratılmalıdır. Kürt halkı, kadınlar, gençler, Aleviler, doğa savunucuları, yoksul semtler büyük öfke taşıyor, kendilerini ifade etmek, süreç içinde üstlerinde kurulan farklı baskı ve sömürü çarklarını parçalama eğilimi taşıyorlar. Hepsinin kendi ihtiyaçlarının demokratik bir anayasayla güvence altına alınacağı demokratik bir cumhuriyet ortaklaşılabilecek bir hedef olarak sivriliyor.
CHP’nin kendi açmazları içinde çırpınarak çekim gücünü kaybetme eğiliminde olması, ittifakın önüne tarihsel sonuçlar yaratma imkanını koyuyor. İttifak sönümlenmek bir yana, kısa dönemde yaşadığı zaaflardan gerekli dersi çıkarıp toplumsal ve siyasal yaşamın bütün alanlarına bir iktidar seçeneği olma iradesiyle yüklenmelidir.
Süreç irili ufaklı bir çok kanaldan akabilir ama bütünlüklü bir bakışla iki ana kanalın etrafındaki akışlar olduğunu görebiliriz; evet, siyasal ve toplumsal güçlerin mücadelelerinin kimi zaman ayrı bazen de farklı ağırlıklarla iç içe geçtiği bir akış yaşanıyor.
İttifakın siyasal kolunda kurucu siyasi güçlerin bir türlü süreklilik ve derinlik kazanamasa da bir biçimde var olan zemini vardır. Hızla genişletilmesi gerekiyor, özellikle Sol Parti ve Halkevleri’nin katılımı önemlidir, başta Kaldıraç olmak olmak üzere başka siyasal güçler de katılacaktır. Öte yandan sancı içindeki CHP’de malum güçler tarafından önü tıkanarak inisiyatif kazanması engellenen “sol kanat” ve partili partisiz sol Kemalistlerin sürece katılımı önemsenmelidir.
Bu güçlerin tek bir zeminde toplanması zor olacağından, ittifakın dışa doğru seyrelen siyasi halkalar halindeki farklı siyasi zeminlerle kendisini zenginleştirerek yeniden kurması, etki gücünü, manevra yeteneğini ve siyasal alana derinlemesine nüfuz etme kapasitesini sürekli arttırması gerekiyor. Hedef, iktidarı ve muhalefetiyle mevcut resmi siyasal alanın dışında ve ona seçenek olacak bir halkçı-demokratik siyasal alanın fiilen inşası olmalıdır.
Toplumsal güçler ise, sermaye ve onunla tam bir uyum içindeki iktidar koalisyonunun yaşanan birikim krizini halkın daha fazla yoksullaştırılması, kaldığı kadarıyla bütün sosyal haklarından mahrum bırakılması, küresel ve yerel sermayenin kölesi haline getirilmesi hedefli saldırısına karşı kendisini savunan farklı toplumsal güçlerin çaresizlikleri, öfkeleri, farklı biçimlerdeki irili ufaklı direnişleridir.
Toplumsal güçler, ittifakın siyasal alanının bir alt birimi ya da sıradan bir eklentisi olarak değil, kendileri olarak kendilerini ifade edecekleri ayrı bir alana sahip olarak İttifak içinde yer almalı, kendi kararlarını kendilerini alabilmelidir. Bu alanda yetkinleşen Kürt halkı, kadınlar ve doğa savunucularının farklı örgütlenme ve direniş biçimleri kurucu rol oynayabilir.
İttifakın siyasal alanı daha çok egemenliğin siyasi alanına karşı tutum geliştirip, ona seçenek olabilecek bir halkçı-demokratik siyasal alanın inşasında yoğunlaşacak, iktidarın kendisini hedef alacak, kendi iktidarını meşru yollarla fiilen inşa edecektir.
Toplumsal alan ise, sistemle adeta dans eder gibi iç içe geçerek, itiş kakış yaşayarak, yumruklaşarak, mevzi savunarak ya da ek mevzi koparıp alarak yapacağı farklı var oluş ve mücadele biçimleriyle hegemonya mücadelesi verecek; kendi değerlerini, dilini, davranışını ve toplumla ilgili bütün var olma hallerindeki kendi seçeneğini inşa edecek; hegemonya alanında iktidar olmaya çalışacaktır. Bu süreç, deyim yerindeyse özel bir toplumsal devrimin peşinde koşturarak siyasal devrimden farklı ama hem onun gelişiminin önünü açacak hem de onun güçlenmesinden güç alacak özgün bir mücadele sürecinin yürütülmesi anlamına geliyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.