Dönemin temel mücadele başlığının faşizme karşı mücadele olarak almayan yaklaşımların dönemin siyasal görevlerini kavrayabilmesi mümkün değildir. Zira faşizme karşı mücadele söz konusuysa, sosyalistlerin tüm antifaşist kesimleri birleştirebilecek ve önderlik edebilecek bir strateji geliştirmeleri gereği tarihin bize gösterdiği görevdir
Evet, devrim düşünmeli, devrim tartışmalıyız ki egemen siyasetin zamanının ve uzamının dışına çıkabilelim. Elbette ki paralel evrende siyaset yapmıyoruz ancak daha geniş bir zamanda ve uzamda yapmalıyız. Bu yazı bu doğrultudaki denemelerden biri.
Bir süredir sosyalist solda 2023 seçimleri ekseninde hararetli ittifak, tutum tartışmalar yürüyor. Bu tartışmaların sanki seçimlere olağan koşullarda gidiliyormuş gibi ittifak tercihlerinin seçim taktikleri etrafında dönmesi sahiciliğine gölge düşürüyor. Ve bu tartışmaların taraflarının hemen hepsi, seçimlerin siyasal stratejileri açısından belirleyici değil, tali olduğunu da vurguluyorlar. İzleyebildiğimiz kadarıyla seçimlerin önemi konusunda farklı vurgu yapan tek sol parti, sosyalist olarak adlandırılmasa da sosyalist birey ve örgütlerin içerisinde yer aldığı, sosyalistlerle ilişkiyi önemseyen ve Kürt halkının demokratik potansiyelini bünyesinde toparlamayı başarmış bir parti olan HDP’dir. HDP ile çeşitli ittifak biçimlerini savunan ve savunmayan sosyalist örgütlerin bugünün sınıf mücadelesinin ana kulvarına dair çok farklı şeyler söylemediğini de çoğunlukla pratik tutum alışlarının benzerlik gösterdiğini de son eylemlerdeki (kur protestoları) tutumlarında izledik. Elbette gereksiz bir tartışma yürütüldüğünü söylemek istemiyoruz. Aksine gerekli, ancak bağlamı yanlış bir tartışma yürütülüyor. Tartışmaların, seçim ve seçim ittifaklarıyla sınırlı şekilde değil, faşizm ve faşizme karşı mücadele ittifakları ekseninde yürütülmesi gerekiyor. İktidardaki faşizme karşı mücadeleyi sosyalistler için ertelenemez bir görev olarak ele aldığımız durumda ortak mücadele taktiklerimiz ile, ertelenebilir bir görev olarak ele aldığımızdaki ortak mücadele taktiklerimizin farklı olacağı ortadadır. Yani bu konuda gecikmeden bir yaklaşımın ortaya konması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü siyasal iktidarın seçimler yoluyla ve barışçıl şekilde devredilmesinin pek olası olmadığı, iktidar çatışmaları döngüsünün yaşanacağı bir sürece girildiğini dair yeterince veriye sahibiz.
Diğer yandan tartışmalar solun sorunları üzerinden değil, solun, işçi sınıfının ve ezilen halk kesimlerinin taleplerini siyasal mücadele alanına taşıma imkanları ve siyasal iktidarı hedefleyen bir perspektifle yapılmalıdır. Sosyalistlerin neleri kaybedecekleri değil, neleri kazanacaklarına yoğunlaşmalıyız. Ve sosyalistlerin ‘gücünü’ de andaki gücüyle değil, sınıf mücadelesinin gelişim seyri içerisindeki rolüyle değerlendirmek gerektiğini de ayrıca vurgulayalım.
* * *
Faşizme karşı mücadele hattı için öncelikle bir devlet teorisine sahip olmamızı gerektiği açıktır. Ki sosyalist hareketlerin teorik külliyatının önemli bir bölümünü devlet analizlerinin oluşturduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu konuda sıfırdan başlamıyoruz (bunun artıları ve eksileri var tabiî). ‘Günümüz faşizmine’ veya ‘iktidardaki faşizm’e karşı mücadeleyi dönem siyasetimiz açısından nereye oturtuyoruz? Sosyalistlerin arasında derin kriz içerisindeki AKP-MHP faşist iktidarının yıkılması ve yıkılırken de emekçilerin söz, karar sahibi olduğu bir demokrasiyi kurma perspektifine sahip olunması gerektiği ve de bunun sadece sosyalistlerin hedefi olabileceği konusunda da bir tereddüt olduğunu sanmıyoruz. Sanmıyoruz, zira düzen partileri ne neoliberalizme karşı “halkçı politikalara” ne de faşizme karşı demokratik bir rejim hedefine sahiptirler.
Tartışmaları bu çerçevede ele aldığımızda, sosyalizmi farklı ‘duruş’lar olmaktan çıkartıp ortak müdahale pratiklerine dönüştürme çabasına girişmiş oluruz.
AKP-MHP iktidarının öncellerine benzeyen herhangi bir egemen sınıf hükümeti olmadığı çeşitli çevrelerce çokça yazıldı, söylendi*. Devletle kaynaşmış bir iktidar olduğunu ve karakterinin faşist olduğunu söylüyoruz. O takdirde hedeflememiz gereken şey faşizmin yıkılmasıdır, seçimler de diğer eylem ve taktikler de bu hedefe bağlı ve bu hedefin bir aracı olarak ele alınmalıdır, bu hedefin dışında değil. Faşizme karşı mücadele bağlamında ele alındığında ise solun mücadele ittifaklarını belirlemekte seçimler merkezi bir yere sahip olmaktan çıkar, hem seçim ittifaklarına daha gerçek misyonlar yüklenir hem de seçim tutumlarındaki farklılıklara rağmen faşizme karşı ortak mücadele imkanları üzerine düşünmek kolaylaşır. Burada sosyalistlerin her daim ittifak halinde hareket etmeleri gerektiğini söylemiyoruz, bugün de içinde olmak üzere önümüzdeki döneme damgasını vuracak iktidar savaşları döngüsünün bunu gerekli ve zorunlu kılacağını söylüyoruz. Faşizme karşı bir demokrasi programına sahip olmayan bir sosyalist hareketin, baştan siyaset dışı kalacağı yüzyıllık tarihsel deneyimlerle sabittir. Bu programın adımlarının seçim bağlamında değil, seçimlere de müdahale edebilen uzun vadeli yürüyüşün başlangıcı olarak atılması gerekir. Faşizme dair tarihsel deneyimlerimiz; geçen yüzyılda İtalya, Almanya, İspanya, Türkiye örnekleri faşizme karşı mücadelenin/direnişin öz savunma ve demokrasi mücadelesi yönlerinin diyalektik biçimde ele alınması zorunluluğunu bize hatırlatıyor. Almanya ve İtalya’da işçi sınıfı partileri ve sendikalar çok güçlü olmalarına karşın, faşizme karşı özgün bir mücadele programına sahip olmadıklarından yenilgiye uğramışlardır. Türkiye’de de güçlü sendikal yapılar etkili bir şekilde emek mücadelesi verirken yine benzer nedenlerden dolayı anti-faşist mücadelede etkili olamamışlardır; oysa bu eksikliğe karşın faşizme karşı mücadeleyi temel alan devrimciler başarılı bir direniş pratiği ortaya koyabilmişlerdir.
Egemen sınıfların çözmekte zorlandıkları ve iç gerilimlerle malul oldukları çoklu kriz ortamında sosyalistlerin andaki gücüne ve işçi sınıfı hareketinin zayıflığına bakarak korunacağımız bir karanlık mı, fırsatlarla dolu bir kriz mi görmeliyiz? Ekonomik ve toplumsal krizle ağırlaşmış devlet krizinin içerisinden sosyalist gözlerin görüp, ellerin işleyip çıkartacağı şeyin bir “devrim” olması gerektiğini düşünmenin zamanıdır ve bugün somut bir devrimi düşünmek ham hayal değildir.
Lenin, 1905’te sosyalistlerin durumunu şöyle tarif ediyor: “Paris Komünü’nden bu yana Avrupa’da hemen hemen kesintisiz süregelen uzun gerici siyasal egemenlik, bizi eylemin yalnızca ‘alttan’ gelebileceği düşüncesine ve bizi yalnızca savunma savaşımlarını düşünmeye çok fazlasıyla alıştırmıştır.” Türkiye’de de sosyalistlerin kurtulması gereken şey bu düşünme biçimidir. Evet, savunma temelli ‘mücadele’ kavramının yerini artık Devrim kavramının almasının zamanı gelmiştir. Kapitalizmin neoliberal stratejisi de miadını doldurup, başarısızlığa uğrarken komünizmin hayaleti bu defa sadece Avrupa kıtası üzerinde değil, yedi kıta üzerinde dolaşmaktadır. Elbette 19. yüzyıldan farklı, 21. yüzyıla özgü biçimlerde.
Devrim iddiası bir temenni midir, yoksa gerçekten somutlaştırabileceğimiz koşulları mı yaşıyoruz. Bir devrimin emperyalist-kapitalist saldırganlık ve kuşatma tarafından boğulmamasının imkanları nelerdir? Tek ülkede sosyalizm mi, bölgesel devrimler mi, dünya devrimi mi? Dünya işçi sınıfı hareketi bir devrimi koruyup yaşatabilir mi? Bu ve benzer soruları çoğaltabiliriz ve Türkiye’deki bir Devrim de bu sorularla karşı karşıyadır. Sorular baki kalmak kaydıyla şunu iddia edebiliriz: sahip olduğu krizler, barındırdığı toplumsal dinamikler ve tarihsel birikim itibarıyla bölgemiz veya emperyalist stratejistlerin adlandırmasıyla Geniş Ortadoğu dünya devriminin, ülkemiz ise bölge devriminin ana halkası (emperyalizmin zayıf halkası) olma koşullarını taşıyor. Ülkemizin bu rolü konjonktürel nedenlerle öne çıkmaktadır ve bu konjonktür süresiz değildir. Bu konjonktür faşizmin Türkiye’ye özgü krizidir.
Bir devrim stratejisinden bahsettiğimizde, günümüzde pek fazla üzerinde durulmasa da sosyalistlerin geçmişte kılı kırk yararak bolca tartıştığı, kavramlarla yüklü, uzun hatta bitmeyen bir tartışma içinde bulabiliriz kendimizi. Bu yazıda böyle bir amacımız yok. Mümkün mertebe sosyalistlerin ortak kavramlarını kullanarak tartışmayı hafifletmeyi deneyeceğiz. Bugünün somut krizlerine, siyasal çatışmalarına müdahale edebilmemizi sağlayabilecek, işçi sınıfının ve ezilen halk kesimlerinin taleplerini gerçekleştirmek, halkın iktidarını kurmak hedefiyle bugünü yıkacak bir strateji. Yani bir yıkım stratejisi veya savaşı başlatma stratejisi. Stratejinin savaşı bitirme, yeniyi kurma bölümünün “yıkım ekibinin” sınıfsal bileşimince belirleneceği açıktır.
Sosyalist devrim stratejilerinde, emperyalizm öncesine veya emperyalizmin bunalım dönemlerine göre içeriği farklılıklar barındırmakla birlikte demokratik devrim hep belirli bir yere sahip olageldi. Siyasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, toprak devrimi, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve feodalizmin üstyapıdaki siyasal-kültürel hakimiyetinin tasfiyesi, emperyalizmden bağımsızlık, örgütlenme ve ifade özgürlüğü, laiklik, faşist iktidarlara son verilmesi, insan hakları vb süreçler burjuva demokrasinin unsurları olarak kabul ediliyor ve sosyalist devrim programının yerine getirmesi gereken bir görev olarak değerlendiriliyordu. İlk olarak Lenin, burjuvazinin burjuva demokratik devrimi tamamlayamayacağını, işçi-köylü ittifakıyla tamamlanabileceğini öne süren bir müdahalede bulunarak, Bolşevik Parti’nin köylü programını geri çekip Sosyal-Devrimcilerin programını kabul etmiştir. 20 yy. boyunca tüm devrimler demokratik devrim meselesini programlarının önemli bir başlığı olarak ele aldılar ve aşamalı devrimi değil demokratik devrimden sosyalizme kesintisiz geçiş tezini hayata geçirmeye çalıştılar. Faşizmle birlikte de faşizme karşı demokratik halk devrimi sosyalistlerin programının başat konusu haline geldi**.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde demokratik devrimi üç dönem halinde tasnif edebiliriz. Birinci dönem burjuvazinin demokratik devrimlere öncülük ettiği (demokratik devrimin biçim ve içeriğinin tamamen burjuva olduğu), ikinci dönem burjuvazinin demokratik devrimlerin yedeği olduğu (proletaryanın demokratik devrimin programının biçimine ve içeriğine müdahil olarak belirlemeye başladığı), üçüncü dönem sömürge ve yeni sömürgelerde küçük burjuvazinin (ulusal kurtuluş hareketleri olarak) demokratik devrimlere (proletarya ile rekabet ve ittifak halinde) öncülük ettiği (halk devrimleri) dönem. Bugün dördüncü dönem diyebileceğimiz burjuvazinin ancak en alttaki kesimlerinin yedeği olduğu demokratik devrimlerin içeriğinin tamamen iktidardaki burjuvaziye karşı bir nitelik kazandığı yani önemli oranda proleterleştiği dönem. İlk dönemlerde demokrasi, feodal ilişkilerin ve iktidarın tasfiyesi koşuluna bağlı olarak ifade edilirken; günümüzde demokrasinin birçok unsuru kapitalist iktidarın baskılarının tasfiyesi koşulunu ifade etmektedir. Günümüzde demokrasi kavramından beklentilerde bazı önemli farklılaşmalar söz konusudur. Bu farklılıkların başta gelenleri kadınların ve LGBTİ+’ların ayrımcılığa karşı eşitlik talepleri, gençliğin özgürlük talepleri, ulusal ve etnik kimlikler başta olmak üzere ezilen tüm kesimlerin saygı ve eşitlik talepleri, doğanın korunması, iklim krizi ile mücadele, göçmenlerin-sığınmacıların hakları… yani burjuva demokratik devrimin ilk içeriğini belirleyen şeyler feodalizmin yarattığı sorunların tasfiyesine dair talepler iken bugünkü içeriğini belirleyen şeyler günümüz emperyalist-kapitalist sisteminin yarattığı sorunların tasfiyesine dair talepler öne çıkmaktadır. Bu durum demokratik devrimin içeriğini proleterleştiren, demokratik devrim ile sosyalist devrim süreçlerini birleşik bir süreç olarak ifade eden ‘kesintisiz devrim’ stratejisini güncel hale getiren olgudur.
Yaratılan beklentinin aksine 21. yüzyılda demokratikleşme sorunu çözülemedi. Aksine dünya çapında savaşlar, iç savaşlar, emperyalist müdahaleler ve işgaller sürüyor. Birçok yerde siyasal iktidarlar otoriterizme veya faşizme kaydılar. Burjuvazinin tüm kesimleri artık kesin bir biçimde biliyor ki ‘demokrasi’, kapitalizmi geliştirme veya sermaye egemenliğini güçlendirme özelliklerini yitirmekle kalmamış işçi sınıfının ve burjuvazi tarafından ezilen halk kesimlerinin çıkarlarını savunmak ve önemli oranda kapitalistlerin egemenliğine son vermek için kullanabileceği bir siyasal araca dönüşmüştür. O nedenle tamamen rafa kaldıramasa da sürekli olarak kısıtlamakta veya işlemez hale getirmektedirler. Diğer yandan kimlikler sorununa demokratikleşme ilkeleri açısından değil, emperyalist egemenliğin ve piyasa süreçlerinin bekası çerçevesiyle müdahale etmektedir. Bu müdahale çerçevesi bir kez daha demokrasi mücadelesinin sadece sorumluluğunu değil imkanlarını da işçi sınıfına vermektedir. Demokratik devrimi sosyalizm programının parçası olmasına olanaklı hale getiren iki nitelik: demokrasi taleplerinin içeriğinin proleterleşmesi ve öncünün işçi sınıfı olmasıdır. Yani itiraz edilen siyasal koşullarla (faşizm) itiraz edilen ekonomik koşulların (neoliberalizm) güçlü bağlara sahip olmasıdır. Bu nedenle demokratik devrimin unsurlarını sosyalizmin yelkenini şişirecek rüzgâr olarak düşünebiliriz. İşçi sınıfının tüm kesimlerinin demokrasi talebi tesadüfi veya yanlış bilinçten kaynaklı değildir.
20 yüzyılın özellikle ikinci yarısında sömürge ve yeni sömürgelerdeki küçük burjuva sınıfların bazı kesimlerinin burjuva demokratik devrim programına sahip olmalarına hatta iktidarı ele geçirmelerine tanık olundu. Türkiye 1920, İran 1951, Mısır 1951, Libya 1969, Suriye, Irak, Asya ve Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri… Sosyalistler, küçük burjuva devrimci hareketleri kapitalizmden kopmayarak sömürüye son verememeleri dolayısıyla emperyalizmin yeniden sömürgesi haline gelmekten kurtulamayacakları eleştirisiyle (ki haklı çıktılar) ‘milli demokratik devrime’ veya ‘ulusal kurtuluş mücadelesine’ öncülüğün işçi sınıfı tarafından yapılması gerektiğini savundular. Tarih boyunca Lenin’den başlayarak, demokratik devrimin öncülüğünün işçi sınıfında olması gerektiğini savunanlar reformistler tarafından sosyalist devrimi ertelemekle suçlandılar. Tüm devrimcilerin cevabı da benzerdi: “Sosyalist devrimi geciktirdiğimiz yolunda anarşistlerin itirazlarına karşılık olarak şunu söylüyoruz: biz sosyalist devrimi geciktirmiyoruz, biz mümkün olan tek yoldan ve tek doğru yoldan, yani demokratik bir cumhuriyet yolundan, sosyalist devrime doğru ilk adımı atıyoruz” (Lenin, İki Taktik, s. 19). 1970’li yıllarda Türkiye sosyalistleri arasında da (Milli Demokratik Devrim, Sosyalist Devrim) benzer tartışmalar yaşanmıştır.
21. yüzyılda ise burjuvazinin herhangi kesiminin veya burjuva siyasal fraksiyonlarından herhangi birinin ne demokrasi talebi ne de demokratik devrim programı vardır. Toprak reformu, feodalizmin tasfiyesi ve cumhuriyet gibi kimi sorunlar aşılmıştır. Siyasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, emperyalizmden bağımsızlık, örgütlenme ve ifade özgürlüğü, kadın eşitliği, ulusal özgürlükler, basın özgürlüğü, laiklik burjuva sınıfların ajandalarında yer almazken, neoliberalizmle birlikte dinselleşme, kadın düşmanlığı, doğanın, kentsel ve kamusal hakların yağmalanması … meseleleri giderek daha da ağırlaşırken faşizm dünya çapında giderek daha da yaygınlaşmaktadır. Ve geçen yüzyılda burjuva demokrasisinin unsurları olarak kabul edilen başlıklar hemen hemen yalnızca işçi sınıfının ve ezilen halk kesimlerinin sermaye egemenliğine karşı talebi haline geldiğinden, bu talepler önemli oranda proleterleşmiş dolayısıyla demokratik devrimin talepleri ile sosyalizmin talepleri birbirlerine bağlı hale gelmiş ve devrimci sürecin aşamalı karakteri geri plana düşerken sosyalizm yönündeki kesintisiz ilerlemesinin ön plana geçmesi, bugün, her zamankinden daha mümkün hale gelmiştir. Diğer bir açıdan, siyasal demokrasi, toplumun geniş kesimlerinin talebi olmasına karşın sosyalistler dışında kapsayıcı bir demokrasi savaşımını programına alacak başkaca bir siyasal aktör bulunmamaktadır.
* * *
Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve “yenisini” inşa etmekte zorlanacakları bir süreçteyiz ve statükonun (status) tesis edilemediği, çeşitli iktidar çatışmalarının döngüler halinde damgasını vuracağı, belki de 2020’li yılların tamamını kapsayacak bir döneme giriyoruz. Tarihin sarkacı bir süre faşizm ile demokratik devrim arasında salınacaktır. Sosyalistler sarkacın yönünü belirleyen kuvvet olma iddiasını ortaya koyacak adımları şimdiden atmalıdır.
Erdoğan yirmi yıllık iktidarının sonuna doğru devleti derin bir krize sürükledi. Ekonomik ve toplumsal krizin eşlik ettiği, ağırlaştırdığı bu krizden çıkış egemen sınıfların tüm siyasal fraksiyonları için hiç de kolay görünmüyor. Devlet krizine ekonomik ve toplumsal krizin eşlik etmesi, AKP-MHP bloğunun, faşist saldırganlığı arttırmaksızın krizi atlatabilmesini olanaksız kılıyor. İktidarı barışçıl bir seçim süreciyle devretmeyeceğini defalarca dile getirmiş bir faşist blok söz konusu. Döneme damgasını vuracak bir gerilim stratejisi ile seçimler öncesinde toplumun (muhalefetin) terörize edilerek seçimlerin önceden garantilenmesi, seçimlerin savaş gerekçesiyle ertelenmesi (fiilen iptal edilmesi), hile karıştırılması, seçimleri kaybetme durumunda ise iktidarı geri almak üzere provokasyonlara girişilmesi… tüm seçenekler gerilim stratejisi ile toplumu esir alan faşizme karşı bir mücadele stratejisi kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Sosyalistler faşizmi yenilgiye uğratacak bir strateji oluşturmadıklarında egemen sınıfların ya bu iktidarla yola devam edeceği ya da neoliberalizmi uygulamaya devam edecek otoriter, faşist yeni bir iktidar kuracaklarına şüphe yoktur. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” olarak adlandırdıkları yeni rejimin halkın taleplerini istismar ederken egemen sınıfların sorunlarını çözmeye dönük olduğu ortadadır.
Diğer yandan toplumun çeşitli kesimleri arasında AKP-MHP iktidarı karşısında ciddi bir politikleşme yaşanmaktadır. AKP daha önce desteğini sağladığı Kürtleri kaybetmişti, şimdilerde ise desteğini sağladığı işçileri kaybediyor. İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumun ezilen ve sömürülen kesimleri giderek daha fazla oranda sorunlarının sorumlusu olarak iktidarı görmektedir. Başka bir ifadeyle AKP-MHP iktidarından kurtulmadıkça sorunlarının çözülemeyeceği düşüncesi giderek yayılmaktadır. Açlık sınırında çalışmaya zorlanan ve örgütlenmeleri engellenen, toplu sözleşme haklarından yoksun işçiler, sayıları her geçen gün artan işsizler, ayrımcılığa ve şiddete karşı hakları için mücadele eden kadınlar, LGBTİ+’lar, eşit siyasal haklar talep eden Kürtler, Aleviler, özerk-demokratik-bilimsel üniversite talep eden üniversiteler, özgürlük isteyen gençler, laik kitleler, yaşam tarzlarına müdahaleyi reddeden, dinselleştirme operasyonlarından kaygı duyan kitleler, doğanın ve kentlerin yağmasına karşı direnen kesimler, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü talep eden kesimler… sayılan ve sayılmayan bu toplum kesimleri sorunlarının kaynağı olarak AKP-MHP bloğunu gördükleri gibi sorunlarının çözüm zemininin de “demokrasi” ile mümkün olabileceğine inanmaktadırlar. Tabiî demokrasinin içeriği ve biçimi muğlaktır. Düzen içi muhalefet bu muğlak “demokrasi” talebini “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önermesiyle karşılamaya çalışmaktadır. Düzen partilerinin muğlak, “sınırlı demokrasisi” ve “daha az sömürü” vaatlerinin karşısına işçi sınıfının ve ezilen halk kesimlerinin gücüne dayanan ‘eksiksiz özgürlüğü savunan demokrasi anlayışını’ ve sömürünün ortadan kaldırılacağı toplumsal düzen hedefinin konması gerekir.
Özetle vurgularsak devrimin imkânı faşizmin uzun sürecek krizine karşılık emekçi kitlelerin politikleşmiş potansiyeli ve sosyalistlerin müdahalesidir.
Gezi İsyanı’nın programlaştırılmamış saikleri aslında demokratik bir devrim programının kapsamıydı. Gezi’de eksik olan, ancak sosyalistlerin kazandırabileceği şey siyasal iktidar yani devrim perspektifi, “Gezi İsyanı’nın” taleplerini kapsayacak bir demokratik devrim programı ve öncülüktü. Bu eksiklik açığa çıkarılmadan önümüzdeki dönemin görev ve taktiklerini saptamakta başarılı olamayacağımız açıktır.
Bugün toplumda yaşanan politikleşmenin dayanaklarına baktığımızda, şunları saptayabiliyoruz (ki Gezi İsyanı’nda da aşağı yukarı aynı saikler söz konusuydu):
Emperyalizmle girilen ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerin yarattığı ekonomik, askeri ve toplumsal bedellere karşı bağımsızlık talepleri;
Neoliberal uygulamaların emekçi sınıflarda yarattığı büyük yoksulaşmaya ve sömürüye karşı insanca yaşam talepleri;
Erkek egemenliğine, baskıya ve sömürüye karşı kadınların eşitlik talepleri;
Ulusal baskıya ve asimilasyona karşı Kürtlerin eşit siyasal hak talepleri;
İktidarın ve sermayenin üniversiteye müdahalesine karşı özerk-demokratik-bilimsel üniversite talepleri;
Uğradıkları dinsel tahakküme karşı Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri;
Her alanda dinselleştirme ve modern yaşam tarzlarını kısıtlama politikalarına karşı laiklik ve özgürlük talepleri;
Kentlerin ve doğanın yağmalanmasına, ortak kamusal alanları sermayeye peşkeş çekilmesine karşı toplumcu talepler;
Temel yaşamsal mal ve hizmetlerin parasız sağlanması talepleri…
Mevcut sistemin sorumlusu ve yukarıda sıralanan taleplerin dile getirilmesini ve gerçekleştirilmesini baskı ve terörle engelleyen faşist iktidardır. Kitleler azımsanmayacak oranda, düşmanın devlet olarak örgütlenmiş kapitalizm olduğunun yargısına ulaşmaktadırlar. Yukarıda sayılan yüzü sosyalizme dönük demokratik taleplerin ancak faşist iktidara son verilerek gerçekleşebileceğine dair oluşan politikleşme sosyalistlerin önderlik etmesi gereken dinamiktir. Ve sosyalistlerin dağınık hareketler şeklinde olabileceği gibi kitlesel kalkışmalar şeklinde de siyaset sahnesine çıkabilecek bu dinamiği kapsayabilmesi, devrimci bir dinamiğe dönüştürebilmesi için buna uygun örgüt modelleri ortaya koyabilmesi ile mümkün olabilecektir.
Diğer yandan yukarıda sayılan taleplerin herhangi birini ne burjuvazinin çeşitli fraksiyonları ne de düzen partilerinin herhangi biri çözecek demokratik programa, niyete ve kapasiteye sahiptir. Demokratik devrim programına sahip burjuva siyasal fraksiyonlarına ancak birer istisna olarak rastlanabilir. Yalnızca sosyalistlerin, bugünün sosyalizminin ilk adımdaki somut içeriğini oluşturacak bir demokratik devrim programıyla bu taleplere önderlik edebileceklerini tekrarlayalım.
Geçen yüzyıldan farklı olarak, emperyalist dünya sisteminin günümüz koşullarında, burjuva sınıflarının nesnel durumunun sonucu olarak burjuva siyasal fraksiyonların (birkaç muğlak istisna dışında) hiçbirinin demokratik devrim kapasitesi kalmadığından, demokrasi işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların omuzlarındadır. Demokrasi mücadelesini sermaye egemenliğine karşı başarıya ulaştırma, demokratik devrimi gerçekleştirme görevi işçi sınıfına ve müttefiklerine kalmıştır yani burjuva niteliği kalmamıştır.
* * *
Dönemin temel siyasal görevi faşizme karşı mücadele olarak karşımıza çıkıyor.
Dönemin temel mücadele başlığının faşizme karşı mücadele olarak almayan yaklaşımların dönemin siyasal görevlerini kavrayabilmesi mümkün değildir. Zira faşizme karşı mücadele söz konusuysa, sosyalistlerin tüm antifaşist kesimleri birleştirebilecek ve önderlik edebilecek bir strateji geliştirmeleri gereği tarihin bize gösterdiği görevdir.
Faşizme karşı mücadelenin temel mücadele ekseni olarak kabul edilmesi diğer mücadelelerin daha önemsiz olduğu ve daha az ilgilenilmesi anlamına gelmez. Kapitalizmin neoliberal yeniden yapılandırılma sürecine karşı geliştirdiğimiz hak mücadeleleri programı, kapitalizmin işçi ücretlerini sürekli aşağı çekmesine karşı işçi sınıfının temel yaşamsal imkanlardan tamamen yoksun kalmasına karşı işlev görürken diğer yandan sosyalizm fikrinin de basit temellerini imlemektedir. Bu nedenle neoliberal kapitalizme karşı mücadele programını yeniden oluşturmak açısından hak mücadeleleri önemli bir temel sunmaktadır.
Eğer ki siyasal iktidara karşı mücadele yürütülmeden ekonomik iktidara (kapitalist sisteme) karşı zafer kazanılamayacağını biliyorsak; faşizme karşı mücadele başarılmadan neoliberal kapitalizm tahtından edilemez. Bugünkü faşizmi egemen sınıflar için somut ihtiyaç haline getiren şey neoliberalizmin otoriter olmayan yöntemlerle uygulanamamasıdır. Bugünkü faşizmin iki dayanağı, neoliberal kapitalizmin halk için katlanılmaz yıkıcılığı ve neoliberalizmin sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyulan siyasetçi/yönetici tipinin elde ettiği iktidar gücüdür. Ekonomik mücadele ile siyasi mücadelenin diyalektik ilişkisini kurmak ya da neoliberalizmin krizini faşizme karşı mücadelenin kuvveti veya faşizme karşı demokrasi mücadelesini neoliberalizme (elbette bundan kapitalizmi kastediyoruz) son verecek siyasal program olarak tasarlamak, işte düzen dışı ve sistem dışı bir programın güvencesini oluşturacak perspektif. Kapitalist sömürü yüzyıllardır var ve kapitalist sömürüye karşı mücadele de yüzyıllardır sürüyor. Faşizm bir devlet biçimi olarak yüzyıla yakın bir zamandır var ve faşizme karşı direniş de o kadar zamandır sürüyor. Ancak halk sınıflarının iktidarı ele geçirme konjonktürü her zaman değil zaman zaman ortaya çıkar. Devrimcilerin görevi bu konjonktürlerde işçi sınıfını iktidara taşıyacak stratejiyi kurmaktır.
Bir demokratik devrim programının ortaya konması “demokrasi” beklentisi olan kitlelere sermayenin siyasal fraksiyonlarından bağımsız örgütlenme ve bağımsız hareket etme yolunu ve imkanını gösterecektir. Bu dönemin iktidar savaşlarının egemen sınıflar arasındaki bir çatışmayla sınırlı kalacağını sanmak büyük hata olacaktır. İşçi sınıfının bağımsız siyaseti ancak çatışma içerisinde bağımsız çizgi oluşturularak kurulabilir. Çatışmanın dışında kalmak ise halk için mümkün değildir. Zira önümüzdeki dönemi kapsaması muhtemel iktidar savaşları sadece egemen sınıfların siyasal fraksiyonlarının arasındaki çatışmayla sınırlı kalmayarak esas olarak halka dönük saldırılar şeklinde gerçekleşecektir (1 Mayıs ’77, 16 Mart ’78, Maraş ’78, Sivas ’93, Gazi ’95, 10 Ekim 2015 ve Kürtlere dönük sindirme katliamları gibi).
Devrimci yol mevcut krizin içinden geçmektedir, kenarından değil. Demokratik devrim işçi sınıfının müttefikleri ile birlikte iktidarı ele geçirmesinin yolu, sosyalist devrimin ilk adımıdır.
Muhtaç olduğumuz kudret, henüz çok küçük bir kısmının kendini gösterdiği kentlerin sokaklarında mayalanan direniş potansiyelleridir. En küçük bir imkân belirdiğinde sosyalistlerin eksiğiyle gediğiyle nasıl seferber olma niyetine sahip olduğunu bir kez daha gördük.
İzlememiz gereken yöntem farklılıklarımızın üstünü örtmek olmadığı gibi daha önemlisi apaçık ortada olan ortak noktalarımızın içinden farklılıklar üretmeye çalışmamaktır. Egemen sınıfların neoliberal sistemi kurtarma, devleti yeniden inşa etme veya restore etme çabalarına karşı kitlelere sesleneceğimiz slogan, faşizme ölüm tek yol devrim olmalı.
Dipnotlar:
* AKP-MHP faşist iktidarının yapısı ve faşizmin krizinin niteliği hakkındaki değerlendirmelere burada ayrıntılarına girmeyeceğiz bu konuyu ana hatlarıyla daha önce iki yazıda ele almıştık.
https://sendika.org/2021/10/devrimin-guncelligi-634367/
https://sendika.org/2021/10/devlet-krizi-ve-kontrgerillanin-yeniden-insasi-635232/
Ayrıca bakınız:
https://sendika.org/2016/12/yamali-bohca-dagildi-ferda-koc-396404/
https://sendika.org/2017/03/fetrete-dogru-ferda-koc-409646/
https://sendika.org/2021/03/turbulansta-savas-fazina-dogru-612618/
https://sendika.org/2021/05/ic-savastaki-yerimiz-619234/
** Halkın Devrimci Yolu Bildirgesinde ise içeriği yeterince üzerinde durulmasa da, “…demokratik devrim talepleriyle sosyalist devrim taleplerinin iç içe geçtiği bir sosyalist halk devrimi programı…” (s.75), sonraki sayfada ise “Bu nedenle, günümüz yeni sömürge devrimlerinin programlarının halkçı-demokratik içeriğinin yanı sıra, sosyalist içeriği önem kazanmaktadır” değerlendirmeleri yapılmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.