Reformist ya da radikal olsun bir bütün olarak solun ve aşırı sağın söylemlerindeki bazı benzerliklerden hareketle, hepsini halkçılık (popülizm) paydası altında bir araya getirmek, dolayısıyla ezilen ve sömürülenlerin taleplerini az veya çok savunanlarla, bunu aldatma amaçlı kullanan faşist demagogları eşitlemek sapla samanı karıştırmaktır
Liberal tarihçiler 1945’te faşizmin öldüğünü ilan ettiklerinden beri aşırı sağdaki parti ve rejimleri nasıl yorumlayacakları konusunu muğlak bırakmışlardı. Neoliberalizmin kriziyle birlikte faşizm yükselişe geçince yırtıkları yamanan eski tartışma konusu popülizm, Amerikan sosyolojisi tarafından yeni bir tasarımla kullanıma sokuldu. Yeni formülasyonda bu terim komünistleri, devrimci-demokratları, reformistleri, radikal sağcıları, neo-faşistleri, kısacası “merkez dışı”nı içine alan oldukça geniş bir kapsama alanına sahip.
Popülizm, “elitlere karşı halkın tarafını tutan bir siyasal tutum” veya halkçı söylemle bir kitle hareketi yaratmak anlamında kullanılıyor. Tarihteki ilk örnekleri olarak ABD’de yeni teknolojiler ve ulaşım alanındaki gelişmeler nedeniyle zarar gören çiftçilerin hareketini temsilen 1891’de kurulan Halk Partisi ve 19. yüzyılın son çeyreğinde Çarlık Rusya’sında ortaya çıkan Narodnik hareket gösteriliyor. [1]
Rusya’da popülizm toplumun merkezi sorununun köylü sorunu olduğu 19.yüzyıl ortalarından itibaren gündeme geldi. Aralarında Herzen, Çernişevski, Lavrov, Bakunin, Mikhailovski, Tkachev gibi yazar ve eylem adamlarının bulunduğu, bireysel teröristlerden ılımlı liberallere, yasal ve yasa dışı örgütlere kadar geniş bir spektrum oluşturan popülist gruplar, acilen serfliğin kaldırılmasını ve ülkenin gelişme yolunun açılmasını istiyorlardı. Bunun, ülkeye yabancı olduğu düşünülen kapitalizm atlanarak, Rus komününden direkt sosyalizme geçmekle mümkün olacağını savunuyorlardı. Lenin, sosyalizmi köylülük üzerinden kurguladıkları ve halkı yekpare bir bütün olarak kavradıkları için Narodnikleri, ütopizme ve popülizme düşmekle eleştirdi.
Günümüzde neoliberal kapitalizmle ilişkilendirilerek tanımlanan modern “popülizm” ise, kökenindeki anlamından uzaklaştırılarak aralarında uzlaşmaz çelişki olan parti ve rejimleri içine alan yamalı bir bohçaya çevrilmiştir. Üzerinde mutabakata varılmış ortak bir tanımı dahi bulunmuyor.
En çok referans alınan yorumculardan Arjantinli tarih profesörü Federico Finchelstein popülizmi, 1945 öncesi ve sonrası olarak iki aşamaya bölerek tarif eder. Yazara göre başlarda “muhalif hareketlerin benimsediği otoriter siyasi bir tarz” iken, faşizmin çöktüğü 1945’ten sonra “tam teşekküllü bir otoriter siyasi paradigma”ya ve faşizm yerine ikame edilen yeni bir rejim biçimine dönüşmüştür.[2] 20.yüzyıl popülizminin bir numaralı örneği Arjantin’de J. Peron (ve Brezilya’da G. Vargas) iktidarıdır. 21.yüzyılda patlama yaparak “otoriter bir demokrasi anlayışının yeniden diriltilmiş hali” olarak Avrupa ve ABD’ye geri döner. 2010’larda iktidar ve muhalefet olarak dünya çapında yaygınlık kazanır ve Donald Trump’la birlikte Beyaz Saray’a karargâh kurar. Eskiden Roma ve Berlin faşistlere modeldi, şimdi “post-faşist Trump”ın “yabancı düşmanı kampanyası”yla tüm dünyaya modeldir.[3]
Finchelstein’e göre faşist diktatörlük 1945’ten sonra, “bir yönetim biçimi olarak meşruiyetini gittikçe yitirmiştir.” [4] Buna karşılık, “popülizm faşizmin yenilgisinin bir sonucu olarak reform yapmaya girişmiş, faşist mirası demokratik kurguya göre yeniden düzenlemiştir.” [5] Artık popülizm faşizmden doğan, ama artık faşizm olmayan bir “üçüncü yol”dur. Çünkü, “kendi diktatöryel temellerini reddetmesine karşın faşizmi tümüyle de terk etmeyen savaş-sonrası popülizm, liberalizm ile komünizm arasında yeni bir ‘üçüncü yol’ haline geldikçe faşizmin yerini doldurmuştur.” [6] Ancak, faşizm ve popülizm bir ve aynı şeyi değil, “birbirine alternatif siyasi ve tarihsel güzergahları temsil ederler.”[7] Yenilgi karşısında popülizme dönüşerek niteliğini ve güzergahını değiştiren faşizm böylece tarihe karışmış olmaktadır. Yazarın çabalarını bu noktada yoğunlaştırması, popülizm teorisinin faşizmi gözlerden kaçırmak için kurgulandığı savını haklı ve doğru çıkarıyor.
Popülizmde halk ve demokrasi adına hareket eden lider karizmatik ve mesihseldir; halkın gerçekte ne istediğini halkın kendisinden daha iyi bilir.[8] Lider yönetici elite karşı tek parçadan oluşan halkı (“millet”i, “milli irade”yi) temsil eder. Sağ olsun sol olsun popülizm, parlamenter sistemdeki “temsilin yerine otoritenin lidere aktarılmasını koyar”,[9] yani iktidarı halk adına lider temsil eder. Kim ki muhalefet edip onun önüne çıkarsa, o halk düşmanı bir hain olarak damgalanır. Öyleyse, “Popülizm otoriter bir demokrasi biçimidir.”[10] Bu tanıma göre popülizmi faşizmden ayıran en önemli özellik seçimler karşısındaki tutumudur. Popülistler,”faşistlerin aksine…ekseriyetle demokrasi oyunun parçasıdır, bir seçim kaybedip günün birinde iktidardan çekilirler.” Plebisiter bir siyaset anlayışını öngörmesi ve faşist bir form olan diktatörlüğü reddetmesi bunu gerektirir. Tarih, sanki parlamentolu ve çok partili faşist diktatörlüklere tanık olmamış gibi, seçimle gelmek neredeyse demokrasinin tek kıstası olarak gösterilmektedir.
Finchelstein kitabının sonunda popülizmi, “seçimli temsil ile diktatöryel temsil” arasında kalmış bir kimera”ya [11] benzetir. Oysa kimeraya asıl benzeyen, en uç sağdan en uç sola birbirleriyle uzlaşmaları mümkün olmayan ideolojileri bir araya getirerek, birkaç sandalyede birden oturmaya kalkan, buna rağmen birçok şeyi muğlak bırakan yazarın teorisidir.
Faşizmin İkinci Dünya Savaşı sonunda öldüğü, o günden beri varlık gösteremediği, 20.yüzyılın son yarısında ve yeni yüzyılda onun yerini “sağ popülizm”in aldığı savı, evrensel faşizmi kayırıp kollayan, onu gündemden düşürerek anti-faşist bilincin dikkatinden kaçırmaya çalışan liberal bir yalandır.[12] 21. yüzyıl başında “faşizmin geri dönüşü”ne, “popülizmin geri dönüşü” denmesiyse daha büyük bir yalandır.
ABD’de Donald Trump, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Macaristan’da Viktor Orban, Hindistan’da Narendra Modi, Endonezya’da Prabowo Subianto, Filipinler’de Rodrigo Duterte, Brezilya’da Jair M. Bolsonaro önde gelen “sağ popülist” liderler arasında sayılıyorlar. Bunların meşruiyetlerini seçimden aldıkları, hukuk kurallarını ve insan haklarını hiçe saydıkları, göz göre göre yalan söyledikleri, muhaliflerine iç düşman muamelesi yaptıkları; otoriter, küstah, maço ve demagog tutumlar sergiledikleri söyleniyor. Bu denilenler yanlış değildir, ancak “merkez dışı” sağın minimal özellikleri olduğu belirtilmek kaydıyla. Mesela popülizm külliyatında faşist söylem ve pratiklere pek değinilmez. Yine, 1964-85 arasındaki askeri faşist diktatörlüğü özlemle anarak icraatlarını öven, teröristlere karşı milleti silahlandırmaktan söz eden Jair Bolsonaro, daha belediye başkanıyken ölüm mangalarına suçlu sayılan herkesin öldürülmesi için yetki veren, “uyuşturucu satıcısı öldürene madalya takacağım” diyerek topluma gözdağı veren Rodrigo Duterte, 2002’de Müslüman soykırımı yapan fanatik Hinduva Narendra Modi, ırkçı ve göçmen karşıtı katı politikalarıyla dikkati çeken ve Hitlerci Jobbik partisiyle yarış halindeki Viktor Orban gerçek yüzleriyle resmedilmezler.
Fransa’da FN, Almanya’da AfD, İngiltere’de Bağımsızlık Partisi, İtalya’da Lega Nord ve Casa Pound, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Belçika’da Flaman Bloku, İsveç Demokratları Partisi, Danimarka’da Halk Partisi, Norveç’te İlerleme Partisi, Ukrayna’da Svobada, Yunanistan’da Altın Şafak, Türkiye’de Milliyetçi Hareket Partisi sağ popülizm çuvalına sığacaklar mıdır? Çoğu yerel-ulusal parlamentolarda ve Avrupa Birliği Parlamentosu’nda temsil edilen, iktidarlarla ve egemen sınıflarla bağlantılı bu partilerin ekseriyeti neo-faşisttir. Seçimler, yasallık, elit düşmanlığı, otoriter liderlik üzerine ne dediklerine bakmak yetmez; tarihsel faşizm, antikomünizm, ksenofobi, ırkçılık, milliyetçilik, paramilitarizm ile nasıl ilişkilendiklerine de bakmak gerekir.
Halkçı hareketlere en çok toplumun henüz proletarya-burjuvazi şeklinde kutuplaşmadığı, halk içindeki farklılıkların billurlaşmadığı feodalizmden kapitalizme geçişin erken aşamalarındaki ülkelerde rastlanmıştır. Latin Amerika’da E. Zapata ve A. C. Sandino, Çin’de Sun Yat Sen, Afrika’da K. Nkrumah, Türkiye’de M. A. Aybar, hatta Devrimci Yol ve benzerleri popülizmle ilişkilendirilebilecek hareketlerdir. Kürdistan’da HDP veya PKK, PYD; Asya ve Afrika’daki onlarca antiemperyalist, halkçı parti üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzerler. Latin Amerika’da hala güçlü bir halk hareketi var: Kolombiya’da FARC, Meksika’da Zapatistalar, Arjantin’de Kirchner, Bolivya’da Morales, Brezilya’da “Topraksızlar Hareketi” (MST); Arjantin’de ‘Piqueteros’lar ve diğerleri.
Neoliberal hegemonyanın çöküşü sürecinde birbirlerinden pek farkları kalmayan “merkez sağ”ın ve “merkez sol” un gözden düşüşü, sadece aşırı sağın değil egemen sınıflar dışında kalan halk sınıfları lehine siyaset yapan parti ve liderlerin de önünü açmıştır. Örneğin Brezilya’da Luiz Inacio da Silva (Lula)[13], Venezüella’da Chavez, ABD’de sosyalist bir söyleme sahip Bernie Sanders, Yunanistan’da Çipras, İspanya’da Podemos hareketi. Hatta Fransa’nın 2017 yılı başkanlık seçimlerinde “Bence sol popülizm, sol için tek çıkış yolu” diyen Jean Luc Melanchon.
Sol popülist denilen partilerin radikal kanadının duruşu düzen karşıtı, ılımlı kanadınınsa düzen içidir. Çarlık düzenine bireysel terör eylemleriyle karşı koyan Narodnikler (daha sonra Sosyalist Devrimciler) “düzen karşıtı” olmakla birlikte, kendi aralarında devrimci demokrat, anarşist, bireysel terörist, liberal (vs.) gruplara ayrılmışlardı. Tablo bugün de fazla değişmemiştir. İçlerinde silahlı-silahsız radikal devrimci hareketler olduğu kadar, Syriza, Podemos, Lula gibi neoliberal kapitalizme boyun eğmek durumunda kalanlar ya da işçi sınıfının yerine “halk”ı, “devrim” yerine kültürel hegemonya yarışını, sosyalizm yerine “radikal demokrasi”yi koyarak “sol” görünümlü sağ popülizmine teorik bir temel hazırlamaya çalışan Laclau ve Mouffe gibi düzen içi bir post-Marksist sol da vardır.[14]
Burada problem, popülizmin “sol ve sağ uçları tanımlayan bir kısaltma” formülü olarak kullanılmasında ve her iki ucunun da sakınmadan “düzen dışı” ilan edilmelerindedir. Bazı solcuların da içinde olduğu liberal tarih yazımı, neo-faşist ile komünisti, aşırı sağcı ile radikal solcuyu, faşist ile anti-faşisti aynı kaba koymakta ve bunu her iki kutup arasındaki ve bunların kendi içlerindeki farkları silen bir yorumlama tarzı, analiz aracı olarak kullanmaktadır. Sol partilerle aşırı sağ partiler arasındaki sınıf ve amaç farklılıklarını kaldırarak politik yelpazeyi tek renge boyayan popülizm teorisyenlerinin galerisinde, birbirlerini düşman gören Erdoğan ile Demirtaş, Altın Şafak ile Syriza, Trump ile Sanders, Bolsonaro ile Lula yan yana boy göstermeleri kimseyi şaşırtmamalıdır.
Duerte, Modi, Orban, Erdoğan gibi lafta popülist liderler de “millet” adına “elit” kesimi, bürokrasiyi eleştirip bol vaatlerde bulunarak iktidara geldiler. Verdikleri sözlerin hiçbirini yerine getirmediler, buna karşılık sömürücü sınıfların bir dediklerini iki etmediler. Zamanında Nasyonal Sosyalistler ve Faşistler de orta tabakaları anti-kapitalist söylemlerle kışkırtmışlar, iktidara gelince ya ortada bırakmışlar ya da bazı küçük tavizler verdikten sonra savaşın ve ateşin içine sürmüşlerdi.
Bu karmaşayı yaratanlar kendini merkeze oturtan ana akım liberal demokrasinin teorisyenleridir. Hangi taraftan gelirse gelsin kendine yönelik her muhalefeti “popülizm” olarak fişlemekte ve ideal devlet biçimi varsaydığı kendisinin “sağ”ının ve “sol”unun tehdidi altında olduğu imajı yaratmaktadır. Ne var ki faşizmle merkez dışı solun, en başta komünizmin aynı çuvala konmasıyla ilk defa karşılaşılmıyor, Soğuk Savaş döneminde sosyalist ve faşist devletler “otoriter/totaliter rejimler” diye etiketlenmişlerdi. Totalitarizm teorisi, “liberal demokrasi”lerin “kızıl komünizm”in ve “kahverengi veba”nın tehdidi altında oldukları tezi üzerine oturtulmuştu. Popülizm teorisi de rejimlerin ve partilerin sınıf özlerini ve sosyoekonomik sistemler karşısındaki duruşlarını dikkate almayarak aynısını yapıyor. İkisinin tek bir kalıba oturtulması, popülizm kavramı ile totalitarizm kavramı arasındaki ideolojik devamlılığı, selef-halef ilişkisini gösteriyor. Önceki dönemlerde faşizm totalitarizm örtüsü altında gizlenmek isteniyordu, şimdiyse popülizm örtüsü altında gizlenmek isteniyor.
Sözde liberal demokrasi ile faşizm aynı toplumsal ve ekonomik yapı üzerinde yükselen siyasi üstyapının iki ayrı biçimidir. Birbirlerinden hazzetmeseler de kökleri bir olduğundan karşılıklı paslaşmaktan geri dumazlar. Liberalizm, demokrasi aleyhine aşırı sağı güçlendirmeyi tercih ediyor. Popülizm teorisinde liberalizmin ve faşizmin adlarının fazla geçmemesi bundan: Düşman kardeşler asıl düşman bildikleri devrimci sola karşı birbirlerini kolluyorlar.
Sonuç olarak, popülizm teorisi, başta faşizm olmak üzere sağ ve sol hareketlerin analizini baştan imkânsızlaştırıyor. Batı’dan püskürtülen bu liberal sis dağıtılmadan, büyük bir tarihsel geçmişe sahip evrensel anti-faşist direniş mirasını korumak, bundan esinlenen çağdaş anti-faşist bilincin gerçek hedeflere yönelmesini sağlamak mümkün olmayacaktır.
Reformist ya da radikal olsun bir bütün olarak solun ve aşırı sağın söylemlerindeki bazı benzerliklerden hareketle, hepsini halkçılık (popülizm) paydası altında bir araya getirmek, dolayısıyla ezilen ve sömürülenlerin taleplerini az veya çok savunanlarla, bunu aldatma amaçlı kullanan faşist demagogları eşitlemek sapla samanı karıştırmaktır. Geçen yüzyılın ilk yarısında başta Naziler olmak üzere faşistlerin sosyal demagojiyi ustalıkla ve fütursuzca kullandıkları bilinmektedir.
Almanya’da Nasyonal Sosyalizme ön gelen ve ona yol açan oluşumların en önemlisi Völkisch harekettir. Volk’u (insanları, halkı) kültürel-biyolojik, mistik, geçmişe ve köy yaşamına özlem duyan bir varlık olarak algılayan, ulusu etnik toplulukla bir kılan Völkisch (popülist) hareket, 19. yılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Almanya’da her alanı kucaklayan dünya görüşsel bir akımdı. Weimar Cumhuriyeti döneminde yeni tarz ırkçı bir milliyetçilik türü olarak siyasallaştırıldı ve Nasyonal Sosyalizmin kitleselleşmesini sağlayan en önemli dinamiklerden biri oldu.
Völkisch demagojiye göre, Marksist sosyalizmin tarihin itici gücünün sınıf mücadelesi olduğu tezi, bir Yahudi uydurmasıydı. Tersine, tüm tarih çeşitli “kan toplulukları”nın, “ırklar arası” mücadelelerin tarihiydi; Alman ırkı homojen kalmak için bu mücadelede aktif olarak yer almalıydı. Hitler, Anton Drexler tarafından kurulan Völkisch DAP’ı (Alman İşçi Partisi) ele geçirip NSDAP adıyla yeniden yapılandırdıktan sonra, Kavgam’ı yazarken, Viyana günlerinden itibaren farkında olduğu bu hareketin anti-Semitist, ırkçı milliyetçi yorumlarından faydalandı.
Hitler, NSDAP’ı yeniden inşa ederken “nasyonal sosyalizm” demagojisini sahiplenmiş, Völkisch dünya görüşünüyse reddetmiştir. Völkisch gruplar tarafından önceden beri savunulan “Nasyonal Sosyalizm” aslında bir Hitler buluşu değildir. Buna rağmen resmi görüş olmamakla birlikte Nazi eliti içinde Völkisch görüşte olanlar vardı: “… radikal tarımcılık (Darre), emperyalist jeopolitik (Hess), Milli Bolşevizm (Feder, Strasser kardeşler), savaş gazilerinin ‘milli devrimci’ coşkusu (Röhm, von Saloman, Goering ve 1925’e kadar Ludendorff), ayrıca ırksal tarih ve antisemitizmin çeşitli lehçeleri: kültürel (Rosenberg), komplocu (Streicher) genetik (Gunther), okültist (Himmler)” [15]
Alman orta sınıflarını kendine çekebilmek için kullandığı “popülist” motiflere rağmen, Hitler kitleleri yüceltmek şöyle dursun, onları hakir görür, aşağılar:
“Gerçekten de, Kavgam’da ‘ayaktakımı’nın kendilerini anlatabilmeleri için bir lidere ihtiyaç duyduklarını yazmıştır. Bu, -halk iradesinin övülmesi anlamında- pek de popülist bir bakış açısı değildir. (Yine de Hitler başka açılardan popülist biri olarak görülebilir-mesela kendisini halkın bağrından çıkmış yeni seçkinlerin temsilcisi olarak tarif etmekteydi). Mesela Almanya’da Walter Darre, insanın kendini sade bir hayat yaşayarak keşfedebileceği bir çeşit köye dönüş popülizmini savunuyordu.” [16]
Völkisch “Alman sosyalizmi”ni (nasyonal sosyalizm) programlaştıran “genç Muhafazakâr” Moeller van den Bruck , “Üçüncü Reich” kitabında, emperyalist “yaşam alanı” mücadelesi için kitlelerin seferber edilmesini sosyalizm diye tarif ederek Völkisch demagojiyi son sınırına vardırmıştı. Münih’teki 9 Kasım 1923 başarısız darbe girişiminden sonra, Hitler ile sosyal demokrat kökenli Ernst Röhm ve Gregor Strasser kardeşler hizipleri arasında gelişen partiyi ele geçirme mücadelesinde, Strasser tarafı kendisine “nasyonal SOSYALİST” kanat süsü veriyordu. Görünüşte burjuva değerleri reddediyor, nasyonalizm ve antikomünizmle yoğurdukları “sosyalizm”i sahipleniyorlardı. Gregor’un kardeşi Otto Strasser, Arthur Moeller van den Bruck hararetli bir hayranı ve savunucusuydu. Oysa ikisinin de gerçek sosyalizmle uzaktan yakından bir alakaları yoktu. Völkisch grupların kendilerini feshederek NSDAP’a katılmalarını savunan Hitler’e karşı, Gregor Strasser NSDAP’ın yerel gruplarıyla Völkisch yerel grupları birleştirerek güçlü bir taban yaratma arayışı içindeydi. Strasser, Ruhr bölgesi, Hamburg ve Orta Almanya gibi önemli sanayi merkezlerinde işçileri kendine çekebilmek için demagojiyi koyulaştırarak sosyalizm vurgusuna ağırlık vermiş, bunda da başarılı olmuştu.
Aslında Hitler ve Strasser hizipleri arasındaki mücadelenin arka planında çıkarları çelişen farklı sermaye gruplarının çekişmesi yatıyordu. Bunlardan biri Batı’ya karşı Doğu’yla, yani SB ve Kızılordu ile birleşilirse Versay sisteminin daha kolay çökertilebileceğini düşünen Strasser’in “Milli Bolşevikler” grubunun Doğu’ya saldırmakta kararlı Hitler’le ayrı düşmesiydi. [17] Sovyet-Alman iş birliğinden yana Reichswehr Başkomutanı, Savaş Bakanı ve diğer bazı generallerin de içinde bulunduğu hakim grubun görüşü bu yöndeydi. Yüksek dozda anti-kapitalist demagoji kullandığı için Strasser kanadını burjuva tarihçileri NSDAP içindeki sol, hatta “proleter devrimci kanat” ilan etmişlerdir. Oysa partinin “sol” kanadında bile yer alsalar, Nasyonal Sosyalizmin dışına çıkmaları söz konusu değildi. Alman tekelci sermayesinin ağırlıklı kesiminin demagojinin o kadarına bile tahammülü yoktu; Hitler, Krupp, Thyssen ve General von Blomberg’in onayıyla, “ikinci devrim” isteyen kanat Münih’te önceden tezgahlanmış bir toplantı sırasında fiilen tasfiye edilmiştir.[18]
Nazizm ve faşizmin bazı türleri “demagojik bir politik tarz” olma anlamında yüksek dozda popülizm içerirler. Popülizm adlandırmasını halkçı hareketlerden, kitlelerin duygu ve talepleri üzerinde spekülasyon yapan faşist partilere doğru genişletmek doğru değildir. Aşırı olsun ılımlı olsun sağa popülizm yakıştırmak onu hoş göstermektir. Hitler ve Strasser gibiler sosyal (anti-kapitalist) demagojiyi işçi sınıfına ekonomik, politik ve sosyal alanlarda daha iyi bir yaşam sağlamak, işsizliği, yoksulluğu, krizi sonlandırmak için değil, komünistlerin ve sosyal demokratların etkisindeki işçileri Nazizme çekmek için yem olarak kullandılar ve emperyalist amaçları “ulusal ve sosyal devrim” diye yutturmaya çalıştılar. Öyleyse, önceden olduğu gibi, halkçı popülizm halkçılık, muhafazakâr popülizm muhafazakarlık, faşist “popülizm” faşizm olarak anılmalıdır. Kimin ne olduğunaysa gerçekte kime karşı ve kimden yana olduğuna, barikatın hangi tarafında durduğuna bakılarak karar verilmelidir.
Devam edecek…
Dipnot:
[1] Tarihte popülizmin kökenleri Roma İmparatorluğunda Tiberius Gracchus’a, 17.yüzyıl İngiliz burjuva devriminde mülksüzlerin çıkarlarını savunan Kazıcılar’a (Diggers) kadar uzatılabilir.
[2] Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme, İletişim Yayınları, İstanbul-2019, s.141.
[3] A.g.e., s.306-307.
[4] A.g.e., s. 15.
[5] A.g.e., s..18.
[6] A.g.e., s.19
[7] A.g.e, s. 18
[8] A.g.e, s.23
[9] A.g.e., s.21
[10] “Popülizm”i, “demokratik otoriterlik”,”liberal temelinden vazgeçen bir demokrasi” diye tanımlayan Oliver Roy eşdeğer kavram olarak “illiberal demokrasi”yi kullanır. Böylece “illiberal demokrasi”nin, ideal varsayılan liberal demokrasinin kusurlusu, defolusu olduğunu anlarız.
[11] Kimera, birden fazla hayvana özgü uzuvları olan, genellikle gövdesinden yükselen ikinci bir keçi başına ve yılan şeklinde bir kuyruğa sahip bir aslan olarak tasvir edilen, ayrıca ağzından ateş püskürten mitolojik bir yaratık.
[12] Bazı yorumcular “sağ popülizm”i aşırı sağa göre ılımlı bulmaktadırlar.
[13] Brezilya İşçi Partisi PT’nin adayı olarak 2002 seçimlerinde %61 oyla başkan seçilen Lula, birçok sendikayı, Marksistleri, demokratları, feministleri, sol eğilimli Hristiyanları, aydınları, topraksız köylüleri temsil ediyordu. Başarısı sol çevrelerde Latin Amerika’da yeni bir model olarak algılandı.
[14] “Sol popülizm” dendiğinde sadece Laclau, Negri, Melenchon gibi liberal demokratlar kastedilmiyor. Adları fazla telaffuz edilmese de radikal devrimci hareketler ve komünistler de buna dahil ediliyor: “Ekim devrimine sol popülizm kategorisinden bakılırsa en başarılı sol popülizmdir. Mao’nun liderliğindeki Çin devrimi başka bir sol popülizm örneğidir. Bu sol popülizm bu hareketleri iktidara getirmiştir.” (Hüseyin Çakır, http://www.marmarayerelhaber.com/Huseyin-CAKIR/58017-iktidarda-ve-muhalefette-sol-populizm)
[15] Roger Griffin, Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 166-167
[16] Roger Eatwell, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları içinde, “’Kapsayıcı Faşizm’in Doğası”, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.240
[17] Hitler, Bolşevizmin ortadan kaldırılmasını içeren Doğu topraklarının fethine daha Kavgam’ı yazdığı sırada karar vermişti.
[18] Hitler, NSDAP’ın dışındaki örgütleri kaldırdı, yakınındaki völkisch kökenlilerin kendine biat etmeyenlerini ise tasfiye etti. Otto Strasser 1930’da sürgüne yollanırken, George Strasser ve Ernst Röhm ile birlikte SA’nın çekirdeğini oluşturan 1184 kişi “Uzun bıçaklar gecesi”nde (1934’ün 30 Haziran’ını, 1 Temmuz’a bağlayan gece) imha edildi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.