Devletin baskı mekanizmalarının sürekli güçlendirilmesi, neo-faşist partilerin hükümetlere ve parlamentolara ortak olmaları ya da ana muhalefet rolü üstlenerek ana akım siyasete dahil olmaları 2008 krizine bir cevaptır
Dünya kapitalizmi, savaşı izleyen otuz yıl boyunca ağır bir kriz yaşamadı. 1970’lerdeki OPEC krizi, 1930’dakinden sonra meydana gelen ikinci büyük dünya kriziydi. Neoliberal “küreselleşme” dönemi tekelci devlet kapitalizminin sonunu getiren bu krizle başladı. Emperyalistler krizden çıkışın bir yenisinin koşullarını hazırladığını bilmeksizin, kendilerini krizden kurtaracak köklü önlemler aldılar. Süreç sermayenin yüksek derecede merkezileştirilmesi, finansallaşmanın ağırlık kazanması, üretim ve tüketimin önündeki ulusal engellerin kaldırılmasıyla sonuçlandı. 80’lerde başlayıp 90’larda hız kazanan neoliberal küreselleşme kapitalist dünya ekonomisinin çehresini değiştirdi. Bu aşamada “küreselleşme” demek tüm ülkeleri ve kıtaları tek bir alan olarak görmek, üretimi uluslararasılaştırarak işgücünün ucuz olduğu ülkelere yaymak, gümrük engellerini kaldırmak, özelleştirmeleri teşvik etmek ve serbest ticaret alanını genişletmek demekti. Bütün bu yönelimlerin altında, dünyanın her kıtasına nüfuz ederek şartlarını herkese kabul ettiren ve ulus-devletin korumacı önlemlerini zayıflatıp, onu kendi isteklerinin basit ve gönüllü bir aletine dönüştürmeye çalışan uluslararası tekellerin doymak bilmez kar hırsı yatıyordu.
Neoliberalizm başlangıçta İngiltere’de “Demir Leydi” lakaplı M. Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan gibi koyu muhafazakâr iktidarlar, Şili ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerdeyse askeri faşist diktatörlükler eliyle uygulamaya sokuldu. 1989/1991 çöküşleriyle birlikte dünya güçler dengesi başında ABD’nin bulunduğu emperyalist kamp lehine değişti. Böylece, kapitalizmin küresel ölçekteki restorasyonunun önündeki son engeller de kalkmış oldu: Dünyanın üçte birine hükmeden “reel sosyalist” ülkeler artık yoktu. 1950 sonrasının güçlü ulusal ve sosyal kurtuluş devrimleri ve dünya komünist ve işçi hareketiyse dibe vurmuştu. Bunun verdiği kolaylık ve rahatlıkla en katı, en acımasız ekonomik uygulamalar demokrasi ve insan hakları maskesi altında yürürlüğe kondu. İlk adımda emekçilere tanınan sosyal ve ekonomik haklar geri alınırken, ikinci adımda kamusal altyapı yatırımları özelleştirildi. Böylece, sosyal devlet ve kamusal altyapı tasfiye edildi.
Emperyalistler bunları uydu hükümetleri eliyle bütün orta ve azgelişmiş ülkelere yaydılar. Ulusal kurtuluş devrimleriyle siyasi bağımsızlıklarını kazanarak sınırsız olmasa da hareket alanlarını genişleten “Üçüncü Dünya” ülkelerinin kazanımları birer birer geri alındı. Irak ve Suriye’de Baasçılık, Libya’da Kaddafi’nin “Yeşil Sosyalizm”i, Venezüella’da Chavez-Maduro’nun Bolivarizmi, Türkiye’de Kemalist subay ve aydınlarla kanlı-kansız boğazlaşmalar yaşandı. Sebep, bunların devletçi kapitalizmlerinin neoliberal politikalar önünde engel olarak görülmeleriydi.
“Reel sosyalist” ülkelerin çöküşlerinden önce başlayan kapitalist restorasyonları, neoliberal kapitalist ekonomiye entegrasyonla nihayet buldu. Çokuluslu şirketler, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar kılavuzluğunda yürütülen hızlı ve köklü özelleştirmelerle, bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağmalandı, uzun yılların birikmiş emeğine dayanan sosyalizmin kazanımları emperyalist metropollerin kasalarına akıtıldı. Çürümüş revizyonist bürokratlardan ve fırsatçı yeni zenginlerden oluşan işbirlikçi yönetimler, kendi halklarının kaderlerini emperyalist tekellere teslim etiler. Daha kolay yağmalayabilmek ve boyun eğdirebilmek maksadıyla, Yugoslavya, Çekoslovakya, Gürcistan, Çeçenistan, Ukrayna gibi ülkelerde tarihsel düşmanlıklar, etnik ve dinsel ayrımlar kışkırtılarak kaos yaratıldı ve açık müdahalelerle bölünüp parçalanmaları sağlandı. ABD askeri müdahalede bulunduğu ülkelerde faşist yöntemler uyguladı.
Obama dönemine kadar “demokrasi ve insan hakları” şemsiyesi altında sürdürülen neoliberal küreselleşmecilik, 1974 krizinden daha derin 2008 kriziyle büyük bir darbe aldı. Başıboş bir serbestlik ve hızla gelişen kredi ve mortgage piyasaları tepetaklak oldu. 1990’lardan itibaren yükselen aşırı sağın yeniden atağa kalkması, AB’ye yüz çevirme anlamına gelen Brexit referandumu, neoliberalizmin başkenti ABD’de Trump’ın başkan seçilmesi, küreselciliğin krizinin siyasi alandaki öncü ve artçı sarsıntılarıdır. Amerikan sermaye grupları içinde küreselleşme politikalarının rakip ve düşman ülke Çin’e yaradığı görüşü ağır basmaya başlamıştır. Amerikan sermayesi, krizi palyatif önlemlerle aşamayınca tepkisini, başkan koltuğuna ağzından yalan ve tehdit eksilmeyen Trump gibi faşizan, kaba saba bir demagogu oturtarak vermiştir.
Donald Trump seçimi Amerikan liberal elitinin serbest ticaret ve açık kapı siyasetinin işsizliğe ve ekonominin gerilemesine yol açtığı propagandası yardımıyla kazandı. BM Genel Kurulu toplantısında “küreselleşme ideolojisini reddediyoruz, vatanseverlik doktrinini benimsiyoruz” diyerek, devlet şovenisti, korumacı bir yüzle çıktı. Amerikan yatırımlarını tekrar ülkeye çekme, Meksika sınırına duvar örme ve Hispaniklere kapıları kapatma, “Amerika’yı Yeniden Büyük Ülke Yapma” vaatleri, on yıllardır ücretlerinin gerilemesinden ve sorunlarına çözüm bulunmamasından şikayetçi alt sınıfları rahatlatmaya, aynı zamanda tepkilerini neoliberal sistemden uzaklaştırıp, göçmenlerin, Müslümanların üzerine çekmeye yönelikti. Gerek kaçak göçmenleri sınır dışı etmesi ve terörizmle mücadele bahanesiyle Müslüman azınlığı fişlemesi, gerekse ırkçı, siyahi ve yabancı düşmanı, dinci ve cinsiyetçi bir söylem kullanması, Amerikan işçi sınıfının etkileyebileceği kesimlerini ırkçı beyaz Amerikalılar blokuna eklemlemeyi amaçlıyordu.
İktidardan düşünceye kadar Trump’ın devletçi, korumacı politikalarda vaatlerini yerine getirdiği söylenemez. Kapitalist sistemin krizine, 2008 krizi öncesi duruma dönmeye çalışmak ve küresel sistemde AB, Çin ve İran’ı geriletici bazı adımlar atmak dışında, köklü önlemler aldığına dair net veriler yoktur. Emperyalist hegemonya uğruna harcadığı masrafların bir kısmını Avrupalı, Ortadoğulu ve Asyalı müttefiklerine ödetmeye çalışıyor. Gelişmelere bakarak emperyalist ve gerici güç odakları arasındaki çelişkilerin daha da şiddetleneceğini (en başta bazı BRIC/S ülkeleri),[1] ezeli çatışma bölgelerinde hararetin artacağını, devletlerin baskı aygıtlarını ve anti-terör örgütlenmelerini güçlendirmeleri de dahil faşist, aşırı sağcı dalganın yükselmeye devam edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Başta Avrupa olmak üzere çöküş belirtileri gösteren emperyalist sistem ideolojik ve siyasi bir kriz yaşıyor: Neoliberal politikalardan sorumlu tutulan merkez partiler (muhafazakâr ve özellikle sosyal demokratlar) katılım oranı her defasında biraz daha düşen seçimlerde sürekli oy kaybediyorlar. Merkez erirken doğan boşluğu çoğunluk itibariyle art arda patlama yapan neo-faşist, aşırı sağ partiler dolduruyorlar.
Araştırmalar neoliberalizm döneminin bir tarafta muazzam bir servet birikimi, öbür tarafta yoksulluk ve sefalet ürettiğini gösteriyor. En üst dilimdeki küçük azınlık ile dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksullar arasındaki makas bugüne dek hiç bu kadar açılmamıştı. Sudan, Cezayir, Azerbaycan, Ekvador, Honduras, Endonezya, Irak, Lübnan ve Şili gibi biri bitmeden diğeri başlayan uluslararası halk isyanları zinciri gelir eşitsizliğinin ve toplumsal kutuplaşmanın hat safhaya vardığının açık işaretleridir. Servetin bir avuç dünya oligarkının elinde toplanması sistemin sürdürülebilirliği kadar, hegemonik meşruiyetini de zora sokmuş bulunuyor. Emperyalist merkezler durgunluğun devam etmesi veya yeni bir kriz patlak vermesi halinde, kaotik durumlardan ve önünü alamayacakları halk isyanlarından korkuyorlar. Emperyalist sermayenin buna tepkisi 20’li, 30’lu yıllarda hangi yönde olmuşsa, bundan sonraki krizlere de o yönde olacaktır.
Devletin baskı mekanizmalarının sürekli güçlendirilmesi, neo-faşist partilerin hükümetlere ve parlamentolara ortak olmaları ya da ana muhalefet rolü üstlenerek ana akım siyasete dahil olmaları 2008 krizine bir cevaptır. Avrupa ve ABD başta olmak üzere hemen her ülkede çeşitli maskelerle faaliyet yürüten irili ufaklı binlerce neo-faşist, neo-Nazi, ırkçı, aşırı sağcı grup büyük sermayeden bağımsız değil. Bunların lüzumu halinde vakti zamanında Mussolini ve Hitler’in yaptıkları gibi tek parti çatısı altında birleşmeleri zor olmaz. Eski faşizmin hükmü daha çok kendi ülkesi ve etrafındaki ülkelerle sınırlıydı, şimdi her şey küresel boyutuyla ölçülüyor. ABD, Afganistan, Suriye, Libya vekalet savaşlarında kullandığı El Kaide, IŞİD, ÖSO türü taşeron örgüt hücrelerinde olduğu gibi; uyuşturucu ve mafya çeteleri, çapulcu aşiretler, lejyonerler, yerel neo-faşist gruplar dahil her türlü paramiliter özellik gösteren kirli enstrümandan yararlanıyor.
Neo-faşizmi yükselten diğer bir etken de uluslararası tekeller tarafından ezilen halkların ağır bir işsizlik ve yoksulluğa mahkûm edilmeleri ve Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Pakistan gibi ülkelere yönelik askeri müdahaleler ve çıkarılan iç savaşlar sonucu, yerlerinden yurtlarından edilen milyonlarca insanın yarattığı göç dalgasıdır. Yeryüzünde gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere akan eşi görülmemiş bir göçmen birikimi oluşmuş bulunuyor. Birleşmiş Milletler tanımına uygun göçmen oranı (kaçak göçmenler hariç) 1990 tarihinde ülkelerin sabit nüfusunun %2,9’u iken, bu 2017 yılında 3,4’e yükselmiştir. Tarihte göç yeni bir şey değil, kadim ve sürekli olagelen toplumsal bir olgu. Ama, 1990’lardan sonrasındaki hem niceliği hem de çok farklı milletleri, dinleri, kültürleri içermesi sebebiyle öncekilerden farklı. Yabancıların çokluğu, büyük kentlerde oluşan gettolar, sayıları gittikçe artan mülteci kampları ve bunun nerede duracağının belli olmaması, yerli nüfus üzerinde faşistlerin istismarına açık bir reaksiyon ve stres yaratıyor.
Neo-faşistler atalarından öğrendikleri yöntemlerle, soyut bir anlan yükledikleri ne idiğü belirsiz “elitler”in, “parazitler”in toplumu hayasızca sömürdükleri, işçi sınıfının ve küçük burjuvazinin kazanımlarının, yanı sıra ulusal ve kültürel kimliklerinin tehlikede olduğu üzerine bolca spekülasyon yapıyorlar. Ama sıra hedef göstermeye gelince gerçek sorumlular olarak tekelleri, finans oligarşisini değil, her kötülüğün müsebbibi (dış düşman) saydıkları göçmenleri, sığınmacıları, Müslümanları gösteriyorlar. Böylelikle hem milliyetçi-ırkçı fikirleri her tarafa bulaştırıyorlar hem de demagojik söylemlerle sisteme yönelecek tepkiyi boşa çıkarıyorlar.
Yapılan anketler Avrupalıların neredeyse üçte ikisinin ırkçılığı benimseyen söylem ve davranış kalıplarının etkisi altında olduklarını göstermektedir. Neo-faşist tırmanış bundan güç almaktadır. Böyle bir durumda halka Güney ve Orta Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinden gelen göçmenlerin ulusal ve kültürel kimliklerini tehdit ettikleri, yakın bir gelecekte medeniyetlerinin çökeceği fikrini empoze etmek zor olmamaktadır. Yerli halkın çektiği sıkıntılar, refahlarına “ortak olanlar” ve geleceklerine göz koyanlar olarak hedef gösterilen yabancılara yıkılıyor. Nefret dili hem göçmenleri hem dini-etnik azınlığı hem terörizmi hem kültürel ötekiyi temsilen, kara kaşlı, kara gözlü, kara çember sakallı “İslami terörist” tiplemesi üzerinde toplanıyor. Kıta dışından gelmiş göçmenlere düşmanlık (ksenofobi), ebedi düşmanlar komünizmi ve Yahudileri bile gölgede bırakmış boyutlardadır.
Dünya devrim güçlerinin zayıflamasını ve koşulların kendi lehlerine olmasını fırsat bilen neo-faşist güçler büyümenin ve iktidar olabilmenin yeni yollarını arıyorlar. Büyüme süreci gelenekçiler ile yenilikçiler, başka bir deyişle köktenci faşistler (gelenekçiler) ile yenileşmeciler bölünmesini beraberinde getirmiştir. Forza Nuova, Casa Pound, Jobbik, Altın Şafak (neo-Nazi), Svoboda gibi Hitler ve Mussolini hattına bağlı faşist partiler, ortodoks bir tutum takınarak geleneği sürdürüyorlar. Radikal duruşları gereği klasik faşizme uygun ideoloji ve söylemlerini, temel metinlere, kurucu liderlere, geleneksel ritüel ve sloganlara bağlılıklarını koruyor, düşman bildiklerine paramiliter şiddet uygulamaya devam ediyorlar. Hitler ve Mussolini başta olmak üzere tarihsel faşizmin kötülüklerini sahipleniyorlar. Yahudilere, Slavlara, Romanlara, komünistlere karşı uyguladıkları vahşeti ya sessizce geçiştiriyorlar ya da soykırım suçunu “Auschwitz yalanı” diyerek reddediyorlar.
Araya mesafe koyan çoğunluktaki öteki kanat ise geçmişi aynen kopya etmek istemeyen, gerekli gördüğünde klasik faşizmin özeleştirisini yapmaktan ve eskidiğini düşündüğü görüşleri değiştirmekten kaçınmayan bir görüntü veriyor; çoğulculuğa vurgu yapmak, totalitarizmi ve korporatizmi kabullenmemek, anti-kapitalist demagojiyi sınırlamak, paramiliter yöntemlerden vazgeçmek ve göçün sona ermesini değil azaltılmasını savunmak (örneğin Marine Le Pen), faşist “devrim” iddiası taşımamak, lafta da olsa hukukun üstünlüğünün savunmak, devletçiliğe karşı serbest piyasadan yana olmak gibi tutumlar sergiliyor. Burjuva demokrasisini cepheden hedef almak yerine, reformist tarzda içten dönüştürerek ele geçirecekleri izlenimi veriyorlar.
1995 yılında otoritarizme ve totaliterliğe karşı çıktığını ve demokrasiye bağlı kalacağını öne süren İtalyan Sosyal Hareketi, maskesini yenileyen ilk partilerden biri oldu. Onu liberal ve demokratik bir parti olduğunu ilan eden Fransa’da Ulusal Cephe (FN) izledi. Baba Jean-Marie Le Pen zamanında gelenekçi neo-faşist bir parti olan Ulusal Cephe (FN), kızı Marine Le Pen yönetimine geçtikten sonra girdiği başkalaşım sürecinden oylarını yükselterek çıktı. Kitlelerce benimsenmek için yıkıcı yönünü perdeleyerek nispeten yumuşak politikalar izleyen, cumhuriyetçi bir retoriği benimseyen, Siyonizmle barışan Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen, Fransa’nın birinci partisiyle yarışacak seviyeye geldi. Benzer değişiklikler, örneğin Siyonist İsrail’le ilişkileri geliştirme politikası Almanya’da AfD ve İtalya’da Lega Nord tarafından da benimsendi. 2018 Haziran’ından itibaren İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı olarak görev yapan Lega sekreteri Matteo Salvini İsrail ziyareti sırasında Hizbullah’ı “terörist” ilan etmekle kalmadı, İsrail’in Gazze operasyonlarını da destekledi.
Faşizm kavramının bu değişimi yansıtmakta eksik kaldığını düşünen E. Traverso, hem tarihsel faşizmle olan sürekliliği, hem de belirli bir değişimi ifade etmesi nedeniyle, bu partileri “post-faşist” olarak değerlendirmek gerektiğini söylüyor. “Post-faşist” denilen partiler önce de işaret ettiğimiz gibi ideolojik ve örgütsel açıdan ortodoks faşistlerden oldukça farklıdırlar. Faşist söylemle arasına mesafe koyuyor; kadın hakları ve laiklik gibi konularda daha yumuşak, demokrasi ve cumhuriyet yanlısı bir dil kullanıyorlar vs. Ama öte yandan yazarın kendisinin de söylediği gibi çekirdek ve aktif kadroları eski ve yeni kuşak neo-faşistlerden oluşuyor. Selefleri gibi dünya tarihinin ana itici gücünün uluslar olduğunda ısrar ediyorlar. Bunları sıraladıktan sonra Traverso şöyle bir tespit yapıyor: “Bu parti açık bir şekilde dönüşmekte ve bunu da faşişt karakterini tamamen reddetmeden, diyalektik bir süreç içerisinde onun ötesine geçerek yönetmeye çalışıyor.” Açıkça faşist diyemediği için de dogmatik neo-faşist köklerinden ayırmak, tamamlanmamışlık, son şeklini almamışlık sürecinde olduklarını ifade etmek için “post-faşizm” kavramını kullanıyor. Ucu açık, yani ileride neo-faşist köklerine geri dönebileceği gibi, mevcut sisteme entegre olması da mümkün.
Traverso’nun FN için yaptığı “faşist diye damgalanamaz artık” tespiti tartışmaya açıktır. Neo-faşist kökenli partiler ve faşizan özellikler gösterenler arasında nadir de olsa böyleleri çıkabilir, bu yalnız somut analizle anlaşılabilecek bir şeydir. Ancak bu gruptakilerin hepsi için aynı şeyi söylemek zor, çünkü ideolojik ve siyasi olarak koptuklarına dair net argümanlar yok. Ölçü, kritik dönemeçlerde veya iktidara gelmeleri durumunda ne yapacakları olmalıdır. Eğer illa post-faşist parti nitelemesi kullanılacaksa, “ne faşist ne değil” (Traverso) gibi bir muğlaklığa terk edilmeden, hiç olmazsa faşizmden rücu edebileceği ihtimali ve neo-faşizm içindeki bölünmeye gönderme yapmak bağlamında kullanılmalıdır. Aksi takdirde “post-faşist popülizm, otoriter bir demokrasidir” diyen liberallerin dediğine gelinmiş olur. Bu arada, parlamentonun ve çok partili sistemin icaplarına uyuyor görünüp, bunu kendi varlıklarını meşrulaştırmanın aracı olarak kullanan tarihsel faşist rejimleri de hatırlamak gerekir.
“Post-faşist” denilen partilerin faşist temellerinden uzaklaştığı konusunda karar vermekte acele edilmemesini tekrar tekrar vurgulamakta yarar vardır. Bu partiler henüz ne çok ağır bir krizle ne de sistemi zorlayan bir devrim tehdidiyle karşılaştılar. Durgun sularda yol alan ve henüz 1930’lardaki gibi totaliter bir devlet kuramamış 21. yüzyıl neo-faşizminin gerçek yüzünü gösterdiğini söylemek için vakit henüz erken. Nesnel ve öznel koşullar kâfi miktarda faşist mikrop üretmeye başladığında ve anti-faşist güçler yetersiz kaldığında keskin bir manevrayla yırtıcı politikalara geçmeleri ihtimal dışı değildir. Neo-faşist partilerin hangi kıvamda oldukları şimdi değil, asıl muhalefetten iktidara geçtiklerinde, faşist diktatörlük aşamasında büyük sermayeyle hemhal olduklarında anlaşılır. Bütün deneyimler faşist hareketin devlet gücünü ele geçirdikten sonra keskin bir dönüş yaptığını gösteriyor. Muhalefetteyken kimse Hitler’in işi soykırım ve toplama kamplarına kadar vardıracağını tahmin etmemişti.
Yenilikçi faşistlerin, değişen koşullara ayak uydurarak fikirlerini geliştirmesini beceremeyen, kendilerinin değil ölülerinin bayat fikirlerini papağan gibi tekrarlayıp duran, taktiklerini koşullara uydurma becerisi gösteremeyen radikal neo-faşistlerden daha tehlikeli oldukları bile söylenebilir.
Bununla birlikte faşizmin türevleri arasındaki farklılıkların dikkatle takip edilmesi, anti-faşist mücadele taktiklerini yakından ilgilendirir. Örneğin paramiliter şiddet kullanan yeni faşistlere karşı ideolojik-politik mücadeleyle yetinilmemesi gibi.
Dipnot:
[1] Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ülkelerinin baş harfleri.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.