Faşizmin kavramsallaştırılmasına karşı çıkanlarla, anti-faşist yorumun üstesinden gelinmesi çağrısında bulunanların aynı kişiler olması tesadüf değildir. Faşizmin ezici bir mağlubiyetle sonuçlanan tarihinin, aynı zamanda anti-faşizmin tarihi olduğunu iyi bildikleri için, kendi taraftarlarına mağlubiyetlerini, anti-faşistlereyse zaferlerini unutturmak istiyorlar
Batılı akademisyenler G. Dimitrov adıyla özdeşleşmiş “Marksist ‘tek-faşizm teorisinin’ egemenliğini kırmak için ‘sınıf kuramı’na karşı” topyekûn bir mücadele başlattıklarında, komünist gelenekten kopanların yanlış tanımlarından çıkış yapacaklardır. R. O. Paxton, Stalinci yoruma karşı soldan kendilerine uzanan “alternatif gelenek”i, A. Thalheimer[1] ile başlatır. S. Payne, Thalheimer gibi, faşizmi “Bonapartizmin 20. yüzyıl’daki bir biçimi” olarak görür. Dimitrov’un tanımına “gelişigüzel” diyen R. Griffin, “ince ayrımlar yapabilen Marksist faşizm yorumlarının Komintern alanının dışından”, Bonapartizmi geliştiren “Thalheimer ve Bauer”den geldiğini söyler.[2] K. Radek’in “küçük burjuva sosyalizmi” tanımıysa, faşizmi, liberal demokrasi ile komünizm karşısında “Üçüncü Yol” olarak gören akademisyenlere dayanak yapılacaktır.
Son birkaç on yılda faşizm konusunda, bu çalışmada yer yer alıntılar yaptığımız, zengin olgusal malzeme içeren çok sayıda akademik çalışma yayımlandı. Pozitivizmle malul bu araştırmacıların çok azı ellerindeki materyali doğru değerlendirebildi. Bunların faşizm tanımları kıstas alındığında iki eğilimin öne çıktığı görülür: Biri önemli-önemsiz demeden faşizmin özelliklerini üst üste yığarak karman çorman eden ampirist-tasvirci, çok boyutlu tanımlardır. Mesela, E. Gentile iki sayfa tutan on maddelik uzun bir liste,[3] S. Payne ise detaylı bir taslak tanım sunar.[4] Bu kamptakiler tanımın görevinin ele aldığı nesneyi veya olguyu ayrıntılı olarak tasvir etmek değil, tersine en önemli yönlerini kısa ve özlü bir şekilde yansıtmak olduğu gerçeğini bir yana bırakırlar ve faşizmi ideolojik, psikolojik, simgesel belirtilerle açıklarlar.
Sözde “özün özünü” aradığı iddiasındaki “faşist minimum” diye tabir edilen tek boyutlu ve indirgemeci eğilimse (Sternhel, Eatwell, Griffin) bunun tam tersini yapar. İdeolojik ve kültürel yönleri öne çıkarmakla kalmazlar, kendilerini tek yanlı ve eksik belirlemelerle sınırlarlar. R. Eatwell faşizmi sol ve sağ ideolojilerin bir sentezi, “bütüncül-milli bir radikal üçüncü yola dayalı toplumsal yeniden doğum”,[5] R. Griffin “dirilişçi popülist aşırı-milliyetçilik” diye tanımlarken yaptıkları budur. Liberal tarih yazımının ünlü siması Griffin, faşizmi “yeniden doğuşçuluğa” indirgerken, yalnız hangi toplumsal ve tarihsel ortamda ortaya çıktığına değil, aynı zamanda sınıfsal doğasına ve terörist yönüne de gözünü kapar. Faşist ideolojiyi milliyetçiliğin bileşeni olarak tanımlamak, onu aşırı sağla bir tutmak, aralarındaki sınırı silmek demektir.[6] Eric Voegelin ise komünizm, Faşizm ve Nasyonal Sosyalizmi, modern sekülerleşmenin boşluklarını dolduran “siyasi dinler” olarak tanımlar. Daha sonraki yıllarda faşizmi siyasetin kutsallaştırılması, kutsalın siyasallaştırılması olarak gören bu yaklaşım, George Mosse, Emilio Gentile ve başkaları tarafından geliştirilecektir. Robert O. Platon’a gelince, faşizmin asli öğelerine değinmeyen sıradan bir tanım yapar: “Faşizm, halkın çöküşü, aşağılanışı ya da mağduriyetine dair takıntılı bir fikirle ve bunların yerini alacağına inandığı birlik, enerji ve saflık kültürüyle belirli bir siyasi davranış biçimi olarak tanımlanabilir.”[7] Paxton’un (H. A. Turner gibi) diğer bir çarpıklığı da faşizm ile tekelci kapitalizm arasındaki zorunlu ilişkiyi, ikisinin koyun koyuna büyüdüğünü kabul etmemesidir: “Kapitalizmle faşizm birbirleriyle iyi geçinen birer dost haline gelmişlerdi (gerçi olmazsa olmaz bir ilişki değildi bu) …”[8] Faşizm kavramına, geçmişte ve günümüzde açık diktatoryal olanlardan başka, sosyalist, ulusal kurtuluşçu hareket ve iktidarları da dahil eden A. J. Gregor ise hepsini gölgede bırakır.
Faşizm analizinin özünü oluşturan tanım meselesi ince eleyip sık dokumayı gerektiren hassas bir konudur. Buna rağmen yukarıdaki tariflerin çoğunda faşizmin Holokosttan (5,7 milyon Avrupalı Yahudinin katli), dünya çapında 40-60 milyon arası ölümden, 90 milyon yaralıdan, 28 milyon sakattan sorumlu[9] bir kitlesel felaket olduğunu ima eden en ufak bir söze rastlanmaz. Araştırmalarıyla ün yapanların çoğu “zorbalığı faşizmin kurucu öğelerinin dışında bırakan”, “kitlesel baskı, temerküzcü [toplama kampçı] sistem veya toplu imhacı” yönünü geri plana iten bir anlayışa sahiptir.[10]
Bir de “Marksist ‘tek faşist teoriden kopuş” adına getirilen postmodernist alternatifler vardır ki, bunların faşizmin karakteristik özelliklerini açığa çıkarmak gibi bir meselelerinin olmadığı görülür. Hemen hepsi “tek değişkenli” teorilerden oluşan bu tarz yorumlar “kötü kahraman”, “İtalyan fenomeni”, “totalitarizm”, “ahlaki hastalık”, “kültürel çöküş”, “estetik sapkınlık”, “ulusal şizofreni”, “sado-mazoşist tepki” gibi ampirik, kurgusal anlatılardan ibarettir.[11]
Batılı akademisyenlerin bazılarına göre faşizm burjuva karşıtı devrimci bir harekettir, bazılarına göre de emeğin ve sermayenin çıkarlarını birleştiren yeni bir sosyal sistemdir. Nihayetinde faşizmin bir “devrim” olduğu noktasında birleşirler. R. Eatwell “devrimci yeni bir düzen vizyonu”[12] veya “üçüncü yol” diye söz ettiği faşizmi, muhafazakâr ve gerici güçlerin karşısına koyar.[13] Sonradan bu fikrinden vazgeçecek olan Z. Sternhell’se, faşizmin, başarısızlıklarından hayal kırıklığına uğrayan radikal devrimcilerin Marksizm ile milliyetçilik, ırkçılık ve antisemitizmi birleştirerek anti-materyalist revizyondan geçirmeleri sonucu ortaya çıktığını iddia etmiştir.
Faşist barbarlığı “devrim” kategorisine dahil eden Batı üniversitelerinin son geldiği yer burasıdır.
“Faşizmin sonu”nu ilan edenler, onu zamana (1921-1945) veya mekâna (Avrupa) hapsedenlerden ibaret değil. Bunlar İtalya’yla sınırlandıranlardan kavram statüsü tanımayı reddedenlere, hatta faşizm diye bir şey olmadığını ileri sürenlere kadar geniş bir cephe oluştururlar. Gilbert Allardyce “tereddütsüz bir şekilde faşizm diye bir şeyin olmadığını, sadece bu isimle adlandırdığımız insanlar ve hareketler olduğunu” iddia eder.[14] H. H. Knetter, faşizmi, “aşırı solun iç siyasi mücadelede kullandığı kabul edilemez genelleştirilmiş bir tanım” olarak niteler. K. D. Bracher ve W. Kraushaar faşizm kavramını, ilk doğduğu ülkeyle sınırlamaktan (İtalyan fenomeni) yanadır.[15] K. D. Bracher, R. De Fellice, H. A. Turner (vb.), ulusal versiyonlarının bir genellemesinin yapılmasına karşı çıkarlar. Farklılıkları benzerliklerinden daha fazla olduğu gerekçesiyle, faşizmin genel bir kavram ve teoriyle ifade edilmesini gereksiz bulurlar. Öyle ki faşizme tarafsız yaklaşım bahanesinin arkasına saklanan Fellice, yazdığı Mussolini biyografisinde sempati duyulası bir faşizm ve faşist portresi çizmiştir.
Gerek Marksist literatürde gerekse devrimci demokratik siyasette faşizm, bütün türlerini kucaklayarak modern çağın en barbar devletinin özelliklerini topluca yansıtabilmemize imkân tanıyan genel bir kavramdır. Gerici tarih yazımı sıcağı sıcağına reddedemediği bu kavramı şimdi siyaset literatürünün çıkarmaya, yaşanmamış, en fazla bir-iki ülkeyle sınırlı gelip geçici bir rahatsızlıkmış gibi göstererek, evrensel geçerliliği olan kavram statüsünden düşürmeye çalışıyor. Burjuva ideologları kurdu kuzu postu içinde yeniden hortlatabilmek için, toplumsal bellekten, tarih yazımından ve gündelik siyasetten büsbütün silmek, işlenen ağır insanlık suçlarıyla birlikte tarihin karanlık sayfalarına gömerek unutturmak istiyor. Faşizmin kavramsallaştırılmasına karşı çıkanlarla, anti-faşist yorumun üstesinden gelinmesi çağrısında bulunanların (R. De Felice) aynı kişiler olması tesadüf değildir. Faşizmin ezici bir mağlubiyetle sonuçlanan tarihinin, aynı zamanda anti-faşizmin tarihi olduğunu iyi bildikleri için, kendi taraftarlarına mağlubiyetlerini, anti-faşistlereyse zaferlerini unutturmak istiyorlar.
Tarihçilerin yarım asırdır faşizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında sona erdiğini tartışmaları bu çabanın bir parçasıdır. Dünyadaki gelişmeler “faşizmin sonu” tezini çoktan çürüttüğü halde, ana akım siyaset ve akademik çevreler hayatın gerçeklerine gözlerini kapamakta ısrar ediyorlar.
Faşizmin büyük çöküşü zamanın entelektüel çevreleri arasında bir daha belini doğrultamayacağı şeklinde algılandı. Muhafazakâr Alman tarihçi Ernst Nolte, 1963 yılında yazdığı ünlü kitabında savaştan sonra faşizmin kısmen varlığını koruduğunu, ama artık eski anlamını yitirdiğini yazdı.[16] Marksistlerin, faşizmin “toplumsal-ekonomik kökenleri ve sınıfsal niteliği hakkında tek söz söylememekle”[17] eleştirdikleri Nolte’nin bu görüşü, değişen şekillerde R. D. Fellice, Trevor-Roper, S. G. Payne, S. J. Woolf, W. Lagqeuer, G. L. Mosse (hatta E. Hobsbavm bile) gibi tarihçilerce de savunuldu. Alman A. Weber ve F. Meinecke, İtalyan B. Croce gibi liberal düşünürler faşizmi gelip geçici bir “delilik”, bir ahlaki “hastalık” olarak gösterdiler. Dönek François Furet ise liberal demokrasinin önlenemez yolunda basit bir parantez olarak tanımladı.
1945’te faşist blokun yenilgisi, başta sosyalist anayurdu savunan SSCB halkları olmak üzere, dünya ölçeğinde olağanüstü bir çabayla direnen anti-faşist güçlerin, bu büyük belanın belini kırarak ona hak ettiği cevabı vermeleriyle mümkün oldu. Savaş bittiğinde toplama kamplarının ve ölüm fabrikalarının açığa çıkması, Holocaust’un gözler önüne serilmesi faşizmin barbar yüzünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Faşistler gerçek adlarını söyleme cesaret gösteremeyecek hale geldiler. Eski suç ortakları muhafazakârlar bile kendilerini onlardan ayrı tutmaya çalıştılar.
Burjuva tarihçileri faşizmin tekelci kapitalizmin siyasi yüzü olduğunu reddettiler. Bu amaçla, 1945 sonrası ile öncesi arasına aşılmaz duvarlar örerek, kaynağı bilinemeyen gizemli bir olguymuş gibi yansıttılar. Öyle ki, E. Nolte gibi tarihçiler, Nazizmin suçlarını, Alman siyasi, ekonomik ve askeri muktedirlerinden ve başları Hitler’in omuzları üzerinden alıp, Marx, Lenin, Stalin ve Ekim devriminin sırtına yükleyen “teori”ler geliştirdiler. Yahudi soykırımını Alman devletinin kendini savunma hakkıyla açıklamaya kalkanlar bile çıktı.
Faşizmin bir daha geri dönmeyeceğinin ileri sürülmesi kapitalizmle bağını reddetmenin dolaylı bir biçimiydi. Popülizm “teori”siyle birlikte son yıllarda yeniden gündeme getirildi. F. Finchelstein 2017’de şöyle yazdı:
Faşizm… 1945’te gömüldüğü mezarından çıkıp gerçekten geri mi döndü?… Faşizm bir rejim olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra asla geri dönmedi, hatta geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran şey, faşist rejimlerin yokluğuydu. Liberalizm ve komünizm, modern siyasetin diğer izm’ini yenmek için birleşti.[18]
Finchelstein’in faşizmin yerini popülizmin aldığına dair görüşlerine daha önce değindik, burada şu kadarını söyleyelim ki, faşizm 1945’te mezarına gömülmedi. Tersine üç şekilde varlığını sürdürdü: Birincisi burjuva demokrasisinin yürürlükte olduğu ülkeler, faşizmi büsbütün dışlamak yerine bazı öğelerini alıkoyup içselleştirdiler. İkincisi, savaştan sonra tekrar toparlanan eski ve yeni faşistler kendi örgütlerini yeniden kurdular. Üçüncüsü, eski faşist diktatörlüklerin ikisi (“İberya faşizmi”) hala ayaktaydılar. Yanı sıra “Üçüncü Dünya” ülkelerinde askeri faşist ve “sivil” faşist diktatörlükler olarak kurulmaya devam ettiler.
Savaştan sonra Nazilerin bir kısmı başta güvenlik kurumları olmak üzere bürokraside, siyasi partilerde ve sivil örgütlenmelerde varlıklarını korudular. Birkaç yıl geçmeden “geçmişi aşma” bahanesiyle bellek silme kampanyaları başlatıldı. Demokrasi havarisi devletler faşistlere ve savaş suçlularına kucak açtılar. Binlerce Nazi savaş suçlusu ABD, Kanada ve Latin Amerika ülkelerinde önce göçmen, sonra danışman statüsü elde ederek kendilerine yer buldular. Nazi savaş suçlusu Eichmann ve Mengele gibi insanlık düşmanı azılı katiller, Güney Amerika’ya kaçışları sırasında Amerikan işgal bölgelerini, Cenova limanını (Vatikan ve Kızıl Haç’ın kılavuzluğunda) intikal noktası olarak kullandılar.
G. Lukacs şunları yazdı:
Elbette Franko’nun faşizmi rahatlıkla devam etti; elbette Adenauer’in politik düzeneği sabık faşist liderlerle doluydu; elbette -Amerikan yardımıyla- Almanya’da zaman zaman gizli faşist birlik ve örgütleri ortaya çıktı. Elbette Nazi ideolojisinin güncelleştirilmiş ve genişletilmiş biçimi yalnızca Nazi subaylarının ‘kayıtsız,’ isteksizce yadsınan açıklamalarında ve Hitlerci liderlerin anılarında değil programatik süreli yayınlarda da açık ifade bulabiliyordu.[19]
Emperyalizmin yeni jandarması ABD, Soğuk Savaş stratejisiyle komünizme karşı yeni bir Haçlı Seferi başlattığında, Nazi mirasını devraldı. Anti-komünizm ve anti-Sovyetizm bayrağı olduğu gibi kaldı, değişen sadece el ve dildi. Bir yandan McCarthy marifetiyle içeride “kızıl komünist”, “Sovyet ajanı” diye damgalanan on binlerce Amerikalı solcu, aydın, sanatçı cadı avlarına kurban edilirken, diğer yandan Avrupalı müttefiklerle birlikte NATO (1949) kuruldu ve pakta dahil ülkelerde paramiliter roller üstlenmeye hazır illegal yapılar örgütlendi. Görünürde NATO ve CIA (vb.) uluslararası yasalara uygun kuruluşlardı, ama kurulur kurulmaz özel elemanlarının silah teknolojisi, işkence teknikleri, istihbarat ve sızma yöntemleri gibi alanlarda Nazi savaş suçlusu Gestapolardan eğitim almaya başladılar.[20] CIA, açık veya örtük müdahalede bulunduğu ülkelerde Nazi tarzı yöntemler uyguladı. Darbe, suikast ve sabotaj düzenlemek, kontrgerilla eğitim ve toplama kampları açmak, paramiliter faşist gruplar örgütlemek dâhil bulaşmadıkları kanlı ve kirli iş kalmadı.
1949 yılında CIA ve İngiliz istihbaratının finansörlüğünde, sözümona olası bir Sovyet işgaline karşı, Avrupa’da direniş örgütlemek maksadıyla, NATO ülkelerindeki faşist kalıntılardan da yararlanılarak değişik isimler altında gizli kontrgerilla örgütleri kuruldu. Asıl amaç emperyalist kampa bağlı ülkelerde olabilecek devrimleri önlemek ve SSCB’yi ve istemediği diğer ülkeleri kuşatarak nefes alamaz duruma getirmekti. İtalya’daki adıyla Gladyo (Portekiz ve Türkiye’de de deşifre oldular), bulunduğu ülkelerin hükümetlerinden bile saklı tutulan kendine mahsus gizli bir paramiliter örgütlenmeydi. İstihbarat örgütleri ve devlet yöneticileriyle bağlantılı mensuplarının, 1970’li yıllarda ABD’li ve İngiliz uzmanlar tarafından Kanarya Adaları’nda eğitildikleri ortaya çıktı.
İtalya’da ve belki başka yerlerde de bu örgüt özgün olarak, yenilgiye uğrayan Mihver güçlerinin arkalarında bir direniş çekirdeği olarak bıraktığı, daha sonra fanatik anti-komünistler olarak yeni değerler edinen son faşistlerden oluşuyordu. 1970’lerde Kızıl Ordu işgalinin artık Amerikan gizli servis uzmanlarına bile pek mümkün görünmediği bir sırada gladyatörler, sağcı teröristler olarak, bazen de solcu teröristler maskesiyle yeni bir faaliyet alanı buldular.[21]
Kapılarının faşizan uygulamalara ardına kadar açık olduğunu bilmezden gelen Batı demokrasileri, 1950’lerden itibaren tarihlerinin en parlak döneminden geçtikleri iddiasındaydılar. Oysa Gladyo, mafya bağlantıları, demokrasiyi askıya almayı sağlayan mekanizmalar (olağanüstü hal ve sıkıyönetim yasaları), özgürlüklerin sınırlandırılması, yürütmenin adım adım merkezileştirilmesi, baskı aygıtlarının güçlendirilmesi, devletin uzantısı faşist parti ve grupların alttan alta desteklenmesi bunu yalanlıyordu.
Diğer bir çarpıtma da faşizmin jeopolitiğiyle ilgilidir. Saplantılı Avrupamerkezci tarih yazımı, tıpkı feodalizm, kapitalizm, demokrasi ve sosyalizm meselelerinde olduğu gibi, faşizmin de Avrupa fenomeni olduğu iddiasındadır. Faşizmi tarihsel bir dönem ve coğrafi bir mekânla sınırlayan Renzo de Fellice, “Avrupa dışındaki ya da 1945 sonrası hareketlerin faşist olarak nitelenmesine” karşı çıkmıştır.[22] Stanley G. Payne[23] ve E. Hosbawm[24] da aynı görüştedir.
Ne emperyalist sistem ne de faşizm tek bir kıta veya tek bir ülke ile sınırlanabilir. İlk ortaya çıktığında sistemle bağını kuramayanlar onu İtalya’ya özgü bir şey sanmışlardı. 1920’lerde buna ilk karşı çıkanlardan biri dünya fenomeni olduğunu söyleyen Clara Zetkin, diğeri faşizmde “uluslararası planda bir yayılma gücü gören” Gramsci idi.[25]
İki savaş arası dönemde faşizm Avrupa ağırlıklı olmak üzere başka kıtalarda da görüldü. Savaştan sonraysa yolunun uğramadığı kapitalist ve bağımlı ülke yoktu. Hatta faşist diktatörlüklerin merkezi Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerine kaydı. Siyasi bağımsızlığı kazanma ve bunu sürdürme süreçleri sıklıkla ya devrimle ya da askeri faşist rejimlerle sonuçlandı. Buna rağmen Küba’dan Kuzey Kore’ye, Angola’dan Vietnam’a uzanan devrimler zincirinin önünü almayı başaramadılar.
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 272, 9. dipnot
[2] Roger Griffin, Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s.25
[3] Bkz: Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 167-168
[4] A.g.e, s. 161
[5] Michael Mann, Faşistler, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 27
[6] Griffin, faşizmin azılı karşıdevrimci, açık terörist bir güç olduğunu, kapitalistleri ve toprak sahiplerini devrimci güçlere karşı koruduğunu kabul etmez. Ona göre faşizm (ve Nazizm) “devrimci bir güç”, liberalizme, komünizme, muhafazakarlığa ve kapitalizme yeni bir alternatif arayışıdır (Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 91)
[7] Robert. O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, İletişim Yayınları, İstanbul-2014, s. 363.
[8] A.g.e, s.342.
[9] Bunların en az 20 milyonu savaşta kaybedilen Sovyet yurttaşlarıdır. 4 veya 6 milyon Yahudi soykırımı kurbanıdır. 750.000’den fazla da Roman, homoseksüel, fiziksel ve zihinsel engelli (vb.) öldürülmüştür vb.
[10] Enzo Traverso, Savaş Alanı Olarak Tarih, Ayrıntı Yayınları, 2013-İstanbul, s. 94.
[11] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 34-35
[12]Aktaran Constantın Iordachi, Age, s. 188.
[13] Aktaran Constantın Iordachi, Age., s. 53
[14] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 38
[15] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Versus Kitap, 2009-İstanbul, s.88
[16] R. O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, İstanbul-2014, s. 287-8.
[17] Elfriede Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, Sol Yayınları, 1979-Ankara, s. 196.
[18] Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme, İletişim Yayınları, İstanbul-2019, s. 33.
[19] G. Lukacs, Aklın Yıkımı II, Payel Yayınları, İstanbul-2006, s.364
[20] Hitler istihbaratının Doğu cephesi sorumlusu General Reinhard Gehlen yakalanacağını anlayınca Gestapo ve SS birimlerinde çalışmış ekibi ve yanındaki belgelerle birlikte ABD’ye sığındı. Mikrofilme kopyaladığı Alman istihbaratının bütün bilgilerini, tekniklerini, hedef ülkeler hakkındaki plan ve projelerini yanına almıştı. Amerikan istihbaratı adını CIA olarak değiştirdikten sonra, Gehlen’i (Nazi savaş suçlusu 1167 asker ve istihbaratçıyla birlikte) Amerikan’ın Avrupa’daki dış istihbarat ofisinin başına getirdi. Gehlen, CIA’nın kurulmasına ve NATO çerçevesinde Gladyo tipi illegal yapılar örgütlenmesine rehberlik etti. Lyon Kasabı Klaus Barbie, Elioz Bruner, Adolf Eichmann gibi azılı katilleri CIA ajanı yaptı. Federal Almanya istihbaratının başına getirildikten sonraysa Avrupa’daki neo-faşist örgütlere öncülük etti.
[21] E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yayınları, 2010-İstanbul, s.221
[22] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 45.
[23]Aktaran Griffin, Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 239.
[24]Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yayınları, 2010-İstanbul, s. 174.
[25] Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, İnkilap Kitabevi, 2016-İstanbul, s. 37.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.