Tekelci aşamada burjuvazi parlamenter demokrasiyi boynunda bir yük olarak görmektedir. Lenin’in “siyasal demokrasi serbest rekabete, siyasal gericilik ise tekellere tekabül eder” dediği bu aşamada, siyasi gericilik iliklerine işlemiş burjuvazi demokrasiyi yok etme eğilimine girecektir. Finans kapital, istikrarın sağlanamadığı ülkelerde ve dönemlerde, parlamenter sistemin ipini çekmekte tereddüt etmez
İdeolojik öncülleri ne kadar geriye uzanırsa uzansın faşizm nihayetinde özbeöz emperyalizm çağının çocuğudur. Tekelci kapitalizm, faşizmin üremesi için uygun sosyoekonomik temeli hazırlamıştır. Tarihsel olarak zamanı geldiği için siyasi hareket olarak ortaya çıkmış ve iktidar olabilmiştir. Tezahürü bakımından bu ne erken ne de geç bir doğumdur.
Faşizmi anlamak demek, siyaset sahnesine çıkışı ile sermayenin yeni yapılanması ve siyaset etme tarzı, kapitalizmin yeni aşamasının iç çelişkilerinin şiddetlenmesi ile 1917 Ekim Devrimi arasındaki bağları anlamak demektir.
Emperyalizm, iç ve dış, eski ve yeni çelişkileri üst düzeyde şiddetlenmiş kapitalizmdir. Sanayi kapitalizminden tekelci kapitalizm aşamasına geçişle birlikte hem dünya ekonomisinin oluşturucu öğeleri hem egemen siyasetin eğilimleri hem de kapitalist toplumun sınıfları arasındaki ilişkilerin biçimi radikal tarzda değişmiştir. Lenin, 1916 yılında yazdığı Emperyalizm adlı kitabında ve başka yazılarında, tekrar tekrar tekelin emperyalizmin ekonomik özü ve “her şeyin çekirdeği” olduğunu anlatır. Üretim ilişkilerindeki değişiklikler er ya da geç toplumsal, ideolojik ve siyasal karşılıklarını bulur. Ekonomideki egemenliği siyasi üstyapıya yansıyan tekelin siyasetteki karşılığı demokrasinin inkârı ve “her alanda gericilik”tir. Lenin, Ekim Devrimi’nin öne çıkardığı sorunlar nedeniyle emperyalizmin siyasi ve ideolojik veçhelerini derinlemesine incelemeye zaman bulamamakla birlikte, tekelci sermayenin demokrasi düşmanı eğilimine her vesileyle vurgu yapmaktan geri durmamıştır.
Tekelci aşamada burjuvazi parlamenter demokrasiyi boynunda bir yük olarak görmektedir. Lenin’in “siyasal demokrasi serbest rekabete, siyasal gericilik ise tekellere tekabül eder” dediği bu aşamada, siyasi gericilik iliklerine işlemiş burjuvazi demokrasiyi yok etme eğilimine girecektir. Finans kapital, istikrarın sağlanamadığı ülkelerde ve dönemlerde, parlamenter sistemin ipini çekmekte tereddüt etmez. Kriz eski konumundan geriye düşen orta katmanlara parlamenter sisteme bilinçsiz ve kör tepkisi şeklinde yansıdığından, onlar da sahiplenmekte artık eskisi kadar istekli değildirler. Böylece faşizm iktidardaki ana akım siyasetler ile kitleler arasında doğan boşluğa yerleşme imkânı bulur.
Emperyalist aşamada ekonomik ve siyasi kriz içindeki ülkelerin yönetici sınıfları her yolu deneyip istikrarı sağlayamayınca, egemenliklerini korumanın yeni yolları arayışına gireceklerdir. Devleti yeniden yapılandırma ve kitleleri kendi taraflarına çekme düşüncesi bunun sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Paramiliter yöntemlerle kapitalist sistemi tehdit eden komünistleri ve muhalif güçleri sindirme ve kitleleri kendi çıkarları aleyhine mobilize etme yeteneğinin yalnız faşist partilerde olduğunu görmüşledir. Grev kırıcılık, linççilik, sürgünler, antisemitist katliamlar gibi şiddet yöntemleri eskiden de vardılar. O zamana kadar bütün gerici güçler, hatta sağ sosyal demokratlar da terör ve şiddet uygulamışlardı, ancak faşistler terörü gericiler gibi kalıcı olmayan, epizodik (ara sıra meydana gelen) bir tarzda değil, sürekli gündemde tutmalarıyla onlardan ayrılıyorlardı. Sonuç olarak şok yöntemleriyle zorbalığın politika yapma tarzı olarak kullanılması, öteki egemen sınıf partilerinin sahip olmadıkları yeni bir olguydu.[1] K. Gossweiler’in de işaret ettiği gibi, siyasi yelpazenin sağındakiler de dahil olmak üzere öteki siyasal partiler, iç savaş benzeri durumlarda, parlamento dışı militan mücadeleyle yüzleşmek için gereken yapı, organizasyon ve ideolojiden yoksundular.
Yükselen milliyetçilik dalgası Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçiliğin katalizörü rolünü oynadığını gösterdi. Faşizmin yükseleceği ortam savaş yılları ve dünya kapitalizminin genel krizi tarafından hazırlandı. Naziler sistemin kötülüklerini Versay yenilgisine ve Yahudilere bağlayarak, Alman halkına çokça antisemitist, Pan-Cermenist ve rövanşist duygular aşıladılar.[2] Ekonomik krizin ve enflasyonun mülksüzleştirip yoksullaştırdığı, eski sosyal statülerini kaybederek daha kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılan “orta sınıflar”ın kör öfkesi maniple edilerek, “iç ve dış düşmanlar”a karşı savaş histerisine çevrildi. Savaş ertesi koşullarda sınırlı mal varlıklarıyla devleti ve vatanı özdeşleştiren dar kafalı orta tabakalar, düşman gördükleri yabancı ülkeleri ve kurulu düzeni değiştirmek isteyen solu kendilerine yönelik bir tehdit olarak algıladılar. Bu atmosferde, “Almanya’nın savaşı meydanda değil barış taciri vatan hainleri nedeniyle kaybettiği milliyetçi mit”ine [3] inandırılmaları zor olmadı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist zincirin zayıf halkalarının başında Rusya, İtalya ve Almanya geliyordu. Zincir ilkin en zayıf olduğu Çarlık Rusya’sında kırıldı ve iktidar proletaryanın eline geçti. Kapitalizmin kabına sığamadığı Almanya’da ve görece zayıf olduğu İtalya’da ise süreç iyi başladı, kötü bitti.
Savaşın sarsıntısıyla İtalyan ekonomisi üst üste şoklar yaşadı. Dış borçların, bütçe açıklarının, enflasyonun yükü halka yıkıldı. 2 milyon işsiz vardı. 1918’den itibaren sanayi ve tarım sektöründe grevler dalga dalga yükseldi. Eylül 1920’de işçiler solun inisiyatifi altında fabrika işgalleri gibi çok etkili eylemler geliştirdiler. Sekiz saatlik işgünü hakkı dahil bir dizi reformla önü kesilmek istendiyse de bunun iktidar mücadelesine dönüşmesi engellenemedi. 1920’de grevci işçi sayısı 2 milyonu aşmıştı. “İki kızıl yıl” olarak bilinen 1919-1920 yıllarındaki devasa grev dalgasının bastırılışı faşist harekete yaradı. Eğer 1920 Ağustos ve Eylül aylarında kentlerde yükselen işçi hareketine İtalyan Sosyalist Partisi (İSP) kararlı bir şekilde önderlik edebilseydi, sadece faşistlerin değil iktidarın da sonu getirilebilirdi.[4] 400 bini metal sanayiinde çalışan 500 bin işçinin işgal ettikleri fabrikalarda denetim işçilerin eline geçti. Bazıları silahlı fabrika konseyleri reformist Gioletti kabinesini felç etmiş durumdaydı. Üstelik o sıra güneyde toprak işgali yapan köylüler ve Arnavutluk’a savaşa gitmek istemeyen askerler isyan halindeydiler.
İtalya proletarya devrimine çok yaklaşmasına rağmen, İtalyan Sosyalist Partisi’nin (İSP) kararsızlığı ve “pasif direniş taktiği”, içindeki reformist eğilimler ve devrimci strateji eksikliği yüzünden devrimci durum devrimle taçlandırılamadı. Geç de olsa 1921’de İtalyan Komünist Partisi (İKP) kurulduktan sonra, komünistlerin ve işçilerin faşist milislere karşı silahlı direnişleri, kitlesel protestoları ve grevleri başarısızlıkla sonuçlandı. Faşizm tehlikesini hafife alarak ittifakları reddeden Bordiga’nın sekter hataları harekete zarar verdi. İsyan yavaşlayınca mevcut boşluk faşistler tarafından doldurulmuş, yönetici sınıfların desteğiyle iktidara gelmeleri sağlanmıştır. Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşü (1922 Ekim’i) faşizmin iktidarıyla sonuçlanmıştır.
1918-1923 yılları arasında Almanya’da da derin bir devrimci durum vardı. 1918 Kasım (burjuva demokratik) devrimi sonucunda cumhuriyet ilan edildi. 1918’de bir milyon sayıya ulaşan grevler, 1919 Ocağında genel greve dönüştü. Fabrikalarda barikatlar kuruldu, sokaklarda silahlı çatışmalar başladı. Liebknecht’in Ebert Hükümetinin devrilmesi çağrısıyla birlikte Alman başkentinde birkaç gün boyunca gerçek bir iç savaş yaşandı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, sosyal demokrat Ebert ve Scheidemann Hükümetinin emriyle katledildiler. Bunun üzerinden bir ay geçmeden kurulan Bavyera Sovyet Cumhuriyeti de kanla bastırıldı. 23-25 Ekim 1923’te Ernst Thalmann önderliğindeki Almanya Komünist Partisi tarafından başlatılan Hamburg Ayaklanması da başarısızlıkla sonuçlandı. Sonuç olarak, Sovyet tipi bir devrim istemeyen sosyal demokrat parti (İSP’nin aksine tamamen sağcı ve statükocuydu) önderlerinin ihaneti ve komünistlerin yeterince hazırlıklı olmamaları yüzünden sosyalist devrim fırsatı kaçırıldı.
Diğer bir örnek burjuva demokratik nitelikte reformlara rağmen, büyük toprak sahibi oligarşi, kilise ve ordu ittifakının hala siyasette baskın rol oynamaya devam ettiği İspanya’dır. 20. yüzyılın ilk on yıllarında işçi ve köylü hareketleriyle baş edemeyen İspanyol egemen sınıfları, Mussolini hayranı Primo de Rivera’nın askeri darbesiyle (1923) bunun önünü almaya çalıştılar. Darbe fayda etmeyince diktatör Rivera ülkeyi terk etti. Cumhuriyetçiler 1931 yılındaki belediye seçimlerinde zafer kazanınca, kralın kaçması üzerine monarşinin yerini cumhuriyet aldı. Burjuva demokratik devrimin sonunda ileri siyasi üstyapı ile eski sosyoekonomik yapı arasında oluşan büyük uçurum sınıf çelişkilerine sert bir karakter kazandırdı. İspanyol egemen sınıfları sorunu faşizmle çözmeye yöneldiler. Milliyetçi Cephe karşısında Halk Cephesinin kesin bir zafer kazandığı 1936 Şubat seçimlerinde falanjistler parlamentoya bile giremediler. Franko tarafından 18 Temmuz 1936’da başlatılan askeri darbe üç yıl sürecek iç savaşın başlangıcı oldu. Kara ve hava güçleri gönderen Hitler ve Mussolini’nin aktif yardımıyla faşist cephe iç savaştan galip çıktı. Faşistler (falanjistler), ordu ve Katolik Kilisesi ittifak kurarak koalisyon halinde iktidara geldiler.
Faşizmin İtalya, Almanya ve Japonya’da iktidara gelmesini kolaylaştıran etkenlerden biri de bu ülkelerdeki kapitalist gelişmenin izlediği yoldur. Üçünde de burjuva devrimi Fransa’dan farklı olarak eski ve yeni sömürücü sınıflar arasındaki ittifak yoluyla “yukarıdan aşağıya” gerçekleştirildi.[5] Kapitalizmin yolunun erken dönemde burjuva demokratik devrimlerle açıldığı ülkelerin uzun bir süreçte, sindirerek ve görece radikal bir tarzda hayata geçirdikleri sosyoekonomik, sosyopolitik dönüşümler (feodal kalıntıların tasfiyesi ve ulusal birlik), Almanya ve İtalya’da hem geç bir dönemde hem kısa bir süreye sıkıştırılarak hem de muhafazakar toprak aristokrasisi ile ittifak halinde gerici ve sancılı (Lenin’in “Prusya tipi gelişme” dediği) bir yoldan gerçekleştirildi. Bu ülkelerde ittifakın doğası gereği, devlet, siyaset ve toplum yaşamında muhafazakâr gelenekler korundu, demokratik kazanımların kökleşmesine olanak tanınmadı. Örneğin Prusya krallığı içinden gelişen Alman ulus devleti dış ve iç siyasetlerinde Prusya militarizminin izlerini taşıyordu. Bismarck’ın “kan ve demir”le gerçekleştirdiği “yukarıdan devrim”in ideolojik, siyasi, kültürel izleri Weimar Cumhuriyetinde bile kendini gösteriyordu.
Marx-Engels ve Lenin’in defalarca yazdıkları gibi Almanya’nın devrimci yoldan birleşmesinden korkan burjuvazi kendini hasmı aristokrasinin kollarına terk etti. Alman finans kapitali Prusyalı generallerinin koruması altında büyüdü. Kurtlar sofrasına dünya pazarları ve hammadde kaynakları paylaşıldıktan sonra oturan Alman emperyalistleri, tez elden yeniden paylaşım istiyorlardı. Eşitsiz ekonomik ve politik gelişim Almanya’yı 1880-1910 yılları arasında hızla ileri sıçrattı.
“Yine, Alman emperyalizminin karakteri kapitalizmin gecikmiş ama çok hızlı gelişiminin bir sonucuydu. Almanya ana kapitalist güç haline geldiğinde koloni dünyasının bölünmesi neredeyse tamamlanmıştı, dolayısıyla emperyalist Almanya’nın yapabileceği tek şey saldırganlık ve varolan kolonileri ele geçirme yoluyla ekonomik ağırlığına uygun bir koloni imparatorluğu kurmaktı. Böylece Almanya ‘da gözünü ganimet bürümüş, saldırgan, kolonilerin ve çıkarların yeniden bölüştürülmesi için şiddetle ve insafsızca bastıran özellikle ‘aç gözlü’ bir emperyalizm doğdu.”[6]
Lenin, Almanya’nın gerek üretim ve teknolojide gerekse finans kapital örgütlenme modelinde ABD’den daha ileri olduğunu yazdı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında “yükselen emperyalist” Almanya’nın sömürgesizliği, onu daha iştahlı, daha yırtıcı ve saldırgan kılmaktaydı. Savaştan yenik çıkınca daha da geriye gitmekle kalmayacak, üstelik Versay boyunduruğuyla elleri kolları bağlanacaktı.[7]
Aynı şekilde, sömürgeler açısından tatminsiz bir ülke olan ve dünya savaşında galipler safında yer aldığı halde Dalmaçya kıyılarında ve Afrika’da beklediğini alamayan İtalya’da milliyetçilik hızla yayılıp gelişti. Görece zayıf ama hırslı bu ülkede şovenizm, “fakirlerin emperyalizmi”ni ateşlemenin yakıtı olarak kullanıldı.
Kapitalizmin sancılı gelişiminin kırdaki ve kentteki küçük burjuvaları olumsuz etkilememesi mümkün değildi. Almanya’da olsun İtalya’da olsun hızlı tekelleşme, hızlı mülksüzleşme demekti. Malını mülkünü kaybederek altlara itilen orta kesimlerin içinde bulundukları derin sosyal hoşnutsuzluk, faşist demagogların arayıp da bulamadıkları şeydi.
Dediklerimizin Almanya’nın gelişme özelliklerini faşizmi mazur gösteren bir gerekçe haline getiren bazı Alman tarihçilerinin sonderweg (özel yol) teziyle bir ilgisi yoktur. Bu adla anılan tarihçilere göre Almanya’da Nazizmle sonuçlanan gelişme yüzyıllar öncesinden belirlenmiştir. Alman zihniyeti, kapitalizmin gelişim çizgisinin Batı Avrupa’nın dışında “özel” bir yol (benzersiz), farklı bir seyir izlemesi sonucu oluşmuştur. Hitler faşizminin iktidara gelmesini o güne kadarki Alman tarihinin hazırladığı fikri, hem finans kapitalin suçunu tarihin üzerine yıkarak Nazizmi olumlayan bir mazeretçiliğe hem de Ekim devriminin ve Avrupa’da yükselen devrimci hareketlerin etkisini hesaba katmayan bir tek yanlılığa dayanmaktadır. Kapitalist gelişmenin benzersiz bir yolu yoktur. Feodalizmden kapitalizme geçiş tarzları “normal” ve “anormal” diye değil, “devrimci”/”gerici”, “yukarıdan”/”aşağıdan” olarak sınıflandırılmaktadır. Buna rağmen hangi yoldan olursa olsun kapitalist ilişkilerin oluşumunun özü birdir, değişmez. Ulusal münhasırlık, evrensel tarih anlayışını reddeden milliyetçi bir yorum tarzıdır.
“Yukarıdan devrim”in diğer bir örneği de Japonya’dır.
1927 yılında Başbakan Tanaka, gizli bir genelgeyle Japon devletini dünya egemenliğine hazırlamak için bir program başlattı. 1929-1933 krizi sırasında ekonominin militarizasyonunun ordunun siyasetteki rolünü arttırması, 30’ların ortalarında gizli faşist askeri grupların ortaya çıkmasına yol açtı. İmparatoru yanlarına çekip parlamenter sistemi kaldırarak yerine faşist diktatörlük kurmaya çalışan bu askeri gruplar, 1932 Mayıs’ında ve 1936 Şubat’ında iki defa darbe girişiminde bulundular. 1936’da Tokyo’nun merkezini işgal eden ve maliye bakanıyla beraber bazı devlet yetkililerini öldüren isyancılar bastırıldı: “Böylece Japonya’nın ‘aşağıdan faşizmi’ diye adlandırılan şeye son verildi.”[8]
1937 yılında başbakanlığa Prens Konoe Fimimaro getirildi. Bundan bir ay sonra Japon ordusu Çin’de savaş başlattı. Savaş için ulusu seferber eden Konoe Hükümeti, 1930’ların ortasında başlayan faşistleştirme sürecini yeniden başbakanlığa getirildiği 1940 yılında (bir yıl sonra yerini General Hideki Tojo aldı) tamamlayarak totaliter bir faşist askeri rejim kurdu. Parlamento, hükümet tarafından atanan veya onun tarafından yapılan listelerle seçilen kişilerden oluşuyordu. En önemli hükümet mevkileri, ağır sanayi kuruluşlarının temsilcilerine verildi. Kapatılan komünist parti dışındaki partiler kendilerini feshettiler, demokratik özgürlükler kaldırıldı, basına katı sansür getirildi. Sendikaların yerine işçilerin zorla yönlendirildiği “anavatana üretim yoluyla hizmet eden” korporatif topluluklar kuruldu. 10-12 ailelik komşu topluluklardan oluşan Taht Yardım Derneği yerel organları, komşularının davranışlarını gözlemliyor ve fark ettikleri her şeyi ilgililere rapor ediyorlardı.
Almanya ve İtalya’da faşist partiler orduyu iktidara geçtikten sonra ele geçirdiler, Japonya’da ise faşizm ordu ve Japon imparatorunun elbirliğiyle yukarıdan aşağıya geliştirildi. İtalya ve Japonya’da faşizm “monarşi”ye dokunmadı. Ancak İtalya kralı sembolik iken, Japonya imparatoru mutlak bir güce sahipti. Japon militarizmi, şoven milliyetçilik ile yayılma ve tahakküm hırsının bileşimine dayanıyordu. Japon faşizminin önde gelen özelliği, Japonizm (nipponism) denilen milliyetçi ideolojisiydi. Japonya’nın sosyal “uyum”u, “yüksek Yamoha ırkı”nı temsilen ilahi bir misyona sahip imparatorun önderliğindeki “aile devleti” tarafından sağlanacaktı. Japon faşizmi, Budizmi, Şintoizm dinini ve bushido diye anılan Samuray yaşam tarzını bir sentezde harmanlıyordu.
Kısacası, faşist hareketler dünyanın birçok yerinde görüldülerse de, anavatanı Avrupa’ydı. Hemen her ülkede varlardı ama nesnel ortamın uygun olduğu, faşist partilerin bunu iyi değerlendirdikleri, krizi daha derin yaşayan ve işçi hareketinin yenilgiye uğratıldığı ülkelerde iktidara geldiler. Nispeten istikrarlı, işçi sınıfının ağır bastığı, Bolşevik devrimi tehdidiyle karşı karşıya olmayan, yönetici sınıflarının taktik ustalıklarıyla tanındıkları İngiltere’de faşizme geçme gereği duyulmadı. Ekonomik kayıplarını sömürgeleri sayesinde hızla telafi edebilen İngiltere, savaştan en az etkilenerek çıkan ülkelerden biriydi. Ekonomik krizi, sömürge imparatorluğunun hammadde kaynaklarından ve pazarlarından, artı sosyal sigorta sisteminden yararlanarak toplumsal gerginliklere yol açmadan atlatmayı başardı. Komünist parti zayıftı, ama İşçi Partisi disiplinli ve güçlü bir partiydi. 100 binden fazla üyeye sahip siyah kıyafetli, silahlı milisleri olan İngiliz Faşistler Birliği başarılı olamadı. Bunda İngiltere’nin uzun bir geçmişe sahip demokratik geleneklerinin de payı vardı.
ABD’de de iktidarı aşırı sağdan ve soldan tehdit edecek bir tehlike mevcut değildi. İskandinavya ülkeleri sosyal çelişkileri reformlarla yumuşatarak istikrarı sağlayabildiler. Birinci Dünya Savaşına katılmamaları, şoven dalganın kıyısında kalmaları ve ekonomilerinin harap olmaması avantaj oluşturdu. Bu ülkeler gelecekleri bakımından burjuva demokratik düzeni belirli kısıtlamalarla devam ettirmeyi daha güvenilir buldular. Özetle, “Düzenin iyi işlediği yerlerde faşizme ihtiyaç olmadı.” [9]
Faşist hareketler güçlü bir anti-faşist cepheye ve demokratik dolayısıyla geleneklere sahip Fransa’da da başarılı olamadılar. Jacques Doriot’nun başında bulunduğu parti, dünyanın en büyük faşist partilerinden biriydi. Ayrıca, gerici hükümetler tarafından desteklenen çok sayıda silahlanmış aşırı sağcı, faşist örgüt (“Savaş Haçları”, “Fransız Eylemi”, “Fransız Dayanışma”, “Yurtsever Gençlik” vs.) bulunmaktaydı.[10]
Sürecek…
Dipnotlar:
[1] Daha önce Fransa’da Louis Napolyon Bonaparte, Almanya’da Bismarck orta tabakaları müttefik yapmayı denemiş ve bunda kısmen başarılı olmuşlardı.
[2] Rovanşizm, dünya imparatorluğu yaratma umudu çökmüş yenik emperyalistlere özgü intikamcı bir şovenizm türüdür.
[3] Roger Griffin, Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 153
[4] Gramsci’nin bütün karşı çıkışlarına rağmen, sosyalistler faşistlerle anlaşmakta ısrar etmişler ve 13 Ağustos 1921’de Roma’da bir “barış anlaşması” imzalamışlardır. (Maria A. Macciocchi, A.g.e., s.40)
[5] İtalyan birliği esas olarak “yukarıdan”dı, ama Garibaldi dolayısıyla “aşağıdan” bir yanı da vardı. Daha doğrusu ikisinin bileşimiydi.
[6] G. Lukacs, Aklın Yıkımı I, Payel Yayınları, İstanbul-2006, s.71
[7] Versay Antlaşması ile Almanya nüfusunun yaklaşık onda birini ve bazı kolonilerini kaybetti. Tazminat ödemekle yükümlü kılındı ve Almanya kara ordusu 100 bin kişiyle sınırlandı.
[8] R. O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, İstanbul-2014, s.328)
[9] E. Hosbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yayınları, 2010-İstanbul, s.168.
[10] Faşist hareketlerin Fransa ve İngiltere’de iktidara gelememelerinde savaşın galipleri arasında yer almalarının da rolü vardır. Almanya gibi ulusal itibarları zedelenmemişti. İtalya da savaşın galipleri arasındaydı ama hak ettiğini alamadığı, ulusal birliğini sağlayacak bölgelerin dışta kaldığı duygusu ağır basıyordu.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.