Komünist ütopya, hatta sosyalist program, üretimi ne kadar artıracağı kadar; artan üretimin sağladığı boş zamanı insani gelişmenin kültürüyle donatmanın yolları üzerine de kafa yormalıdır. Özetle, “al sana boş zaman” demek yetmez. Çünkü “al sana” denilen insan, kapitalist toplumun tornasından geçirilerek köreltilmiştir
Komünist Cumartesilerden bir kare.
Geçenlerde bir radyo programında Ayşe Düzkan ile yapılan söyleşiye rastladım. Düzkan, mealen aktarırsam, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” mottosunun, aynı adlı kitabının içeriğinden daha önemli/olumlu bir rol oynadığını söyledi. Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” mottosu da tersten benzer bir rol oynadı. Kitabı okumadım, fakat adından devşirilen liberal-gerici mottonun oynadığı berbat rolden tiksinmek için yeterince nedene sahibim.
Bugünlerde Andre Gorz’un -tesadüfen- elime geçen bir kitabını, biraz da yazarını merak ettiğimden okudum. Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji adıyla Türkçeye çevrilen kitabı Ayrıntı Yayınları basmış. Son derece ilginç bir kitap ve eleştirel-komünist görüş açısıyla irdelendiğinde düşündürücü, özellikle de sunduğu veriler bakımından. Biz “Elveda Proletarya” sözünü yazarının tartışma çerçevesinden bağımsız olarak liberal-gerici bir mottoya çevirenlere rağmen Gorz’u okumayı da ihmal etmeyelim. Korkmayın, bir yere “kaymayız”; kayıp gitme (sanki tüm yeryüzü karpuz kabuğuyla döşeli!) ile iskelet gibi kuruyup kalma denkleminin ötesinde, komünizmin diyalektiğiyle her mecraya özgüvenle girip donanarak çıkma seçeneği de vardır.
Neyse, mevzuya gelelim.
“Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin bütününde, günümüzde, otuz beş yıl öncesinden dörtte üç daha fazla zenginlik üretilmektedir. Ama üç kattan fazla artan bu üretim, üç kat daha fazla çalışma saati gerektirmemektedir. Çok daha az oranda çalışma gerektirmektedir. (abç.)
Federal Almanya Cumhuriyeti’nde, 1955’ten bu yana yıllık toplam çalışma hacmi %30 azaldı. Fransa’da otuz yılda %15, altı yıl içinde %10 azaldı. (…) 1946 yılında, yirmi yaşındaki bir ücretli uyanık geçen hayatının üçte birini işte geçirmek zorundaydı; 1975’te sadece dörtte birini; bugün beşte birinden azını. (…)
Çalışma uygarlığından çıkıyoruz ama geri geri çıkıyoruz ve boş zaman uygarlığına geri geri giriyoruz; bu uygarlığı görme ve isteme yeteneğinden yoksun olarak, dolayısıyla payımıza düşen boş zamanı uygarlaştırma yeteneğinden yoksun olarak, bir serbest zaman kültürü ve (…) seçilmiş bir faaliyetler kültürü oluşturma yeteneğinden yoksun olarak giriyoruz.” (age. S 36-37)
Alıntıladığım makale 1990 tarihli, bugün bu eğilim ve imkânların daha da güçlendiği açıktır.
Komünizmin ilk evresi olan sosyalist toplum için soyut bir boş zaman savunusu yeterli değildir. İnsanlar boş zamanla ne yapacaklarını bilmiyorlarsa, ki kapitalist toplum böylesi bir hasleti köreltir, boş zaman insanı tüketen bir can sıkıntısına döner. Örneğin, özel kişisel yatkınlıklarıyla bu cendereyi kıran az sayıda insan dışta bırakılırsa milyonlarca emeklinin durumu budur; tıpkı boş zamanı olan gençlerin çoğunun, bu hazineyi tüketim kültürünün albenisi içinde “tüketmeleri” gibi.
Komünist ütopya, hatta sosyalist program, üretimi ne kadar artıracağı kadar; artan üretimin sağladığı boş zamanı insani gelişmenin kültürüyle donatmanın yolları üzerine de kafa yormalıdır. Özetle, “al sana boş zaman” demek yetmez. Çünkü “al sana” denilen insan, kapitalist toplumun tornasından geçirilerek köreltilmiştir. Devrim süreci kuşkusuz arındırıcıdır, fakat komünist uygarlığın yeni insanına ulaşmak için bu da tek başına yeterli değildir. “Üretim güçleri gelişecek, üstyapı da otomatikman değişecek, al sana yeni insan, yeni kültür” tekerlemesi çöktü 20. yüzyılda. Bunu söylemek, “üstyapılar ve kültür sahasında hiçbir şey yapılmadı” demek değildir kuşkusuz; vurgulamak istediğimiz altyapı-üstyapı ilişkisinin dinamik ve bütünlüklü kavranışındaki sakatlanma ya da tek yönlülüktür. Teorinin, “altyapıdaki değişime oranla üstyapı daha dayanıklıdır, daha zor değişir” öngörüsüne rağmen, uygulamadaki kaba-determinizm düşündürücüdür.
Sosyalizmde boş zaman kültürü nasıl yaşam bulabilir?
Öncelikle 30-40 yıla yayılan Stahanovist çalışma modelinden, Taylorizmden öğrenmekten vb. vazgeçerek. Bunu söylemek, ideal koşullarda “armut piş ağzıma düş sosyalizmi” ham hayali kurmak değildir. Devrim de sosyalizm de son derece çetin işlerdir. Belirli anlarda Stahanovistçe çalışmaktan kaçınamaz sosyalist inşa; eleştirdiğimiz maddi olmaktan çok moral değeri olan bu sembolik anların süreklileşmesi, norma dönüşmesidir. Lenin’in, “Sovyet ülkesindeki komünist üretim tarzı nüvesi” diyerek övdüğü ücretsiz gönüllü çalışma örneği olan Komünist Cumartesiler, asıl yürünecek yolu gösteriyor. General, yüksek sovyet yetkilisi ile su tesisatçısını, örneğin tahrip olmuş demiryollarını tamir için gönüllü olarak yan yana getiren, gelmek istemeyenin de gelmediği, hiçbir maddi çıkar ya da zorlamaya dayanmayan çalışma, komünizmin iktisadına da moral değerlerine de en uygun olanıdır: Sosyalist inşanın zorluk ve zorunlulukları maddi teşviklerle, aşırı çalışmanın süreklileşmesiyle değil; moral, bilinç, dayanışma, toplumsal sorumluluk ve gönüllülükle yanıtlanmalıdır: Yani Stahanovizmle değil, Komünist Cumartesiler örneğinde cisimleşen yönelimle.
Öldürücü çalışmadan uzak kısa iş gününden arta kalan boş zaman? O da kadere kırkbeş ortada bırakılmamalı, örgütlenmelidir. Günümüz kapitalist “uygarlığında” örneğin reklamcılık üniversite eğitimine konu olabiliyor, “emlak danışmanlığı” yüksek okullarda okutulabiliyor. Kapitalist üretim tarzının kurbanı olan ve ekmeğini kazanmak için benzeri alanlarda çalışmak zorunda kalan insanların emeği saygıdeğerdir; fakat ne katar hayata reklam, ne üretir emlakçılık? Bunları “havalı meslekler” olarak sunan günümüz burjuva ideolojisine, sosyalist toplumda, misal, “boş zaman kültürü üniversitesi” kurulabileceğini söylemek absürt gelecektir: Halbuki bize absürt ve lüzumsuz gelen pek havalı reklamcılık “mesleğidir”.
Sosyalist toplumda örneğin yedi saatlik çalışma zamanı ikiye bölünmelidir: Beş saat üretim ya da hizmet alanında, kalan iki saat, işgününün parçası olarak, yani ücreti ödenerek (sosyalizmde ücret saçma bir kavram ya, neyse) işçinin gönüllü olarak katılacağı bir etkinlikle doldurulmalıdır. Tarih, coğrafya, dil, felsefe ve edebiyat kulüpleri, çeşitli el zanaatları hobi kursları, şarapçılık, bağcılık, denizcilik, ormancılık okulları, astronomi toplulukları, bahçe bakımı, futbol, yüzme ve çeşitli spor dallarının kursları, her yurttaşa ülke savunması için gerekli asgari becerileri kazandıracak gönüllü askeri eğitimler, dans ve folklor kursları, satranç, briç kulüpleri, tiyatrolar, sinemalar, konserler, mesleki kurslar; aklınıza ne gelirse sosyalizmin özgür emekçisinin örgütlenmiş iki saatini kuşatmalıdır. Tercihine, yatkınlığına bağlı olarak her emekçi gönüllü olarak seçeceği alanda kendini geliştirme olanağına kavuşmalıdır. Ki bu şu veya bu alanda gelişmekten ibaret kalmayacak, insanı tek yönlülük, işbölümü ve yabancılaşmanın etkilerinden arındırmaya başlayacak, bütünlüklü gelişiminin imkanlarını yaratacaktır. Keza böylesi etkinlikler zengin sosyal ilişki ve etkileşimleri, siyasi donanım ve katılımcılığı da güçlendirecektir. Ve elbette envai çeşit alanda boş zamanı, giderek boş zaman kültürünü örgütleyebilmek için, tüm bu alanların eğitmenlerini yetiştirecek üniversite ve okulların kurulması da kaçınılmazdır.
Reklamcılık, emlakçılık okumak havalı ve muteber, böylesi hayaller kurmak saçma öyle mi?
Bu, hayata nereden baktığınıza bağlı, keza sosyalizme de…
Ütopyalar, hayaller kurabiliriz, fakat reçeteler sunamayız bu konularda. (Yine de yukarıdaki türden “hayallerden” yoksun bir sosyalizm pek kuru bir şey olacaktır.) Birinci mesele karşıtını yarışıp geçmeyi de içeren ekonomizmi değil, komünizmin hedeflerini kerteriz almak ve sosyalizmin tüm pratiğini bu eksende örgütlemektir. İkincisi sosyalist özgürlüktür; ancak bu zeminde yaşam bulabilecek olan canlı, dinamik, katılımcı bir sosyal, kültürel ve politik yaşamdır. Üçüncüsü ise boş zamanı örgütlemek, giderek bunun doğallaşmış ifadesi olan komünist zaman kültürünü yaratmaktır. Marx’ın meşhur sözleriyle, “sabah fabrikada, tarlada çalışan, öğleden sonra balık tutan, akşam dansa giden” insana ve toplumsal düzene gidiş salt kendilindenliğe bırakılamaz, bilakis iradi olarak da yönelinmelidir bu hedefe. Ezcümle “insan/yeni insan” sosyalizmin asıl hedefidir; ekonomi de onun içindir, insanların “dans edebilmesini” sağlayan enerji ve yaşama sevinciyle yoldaş olması gereken devrimler de.
Önceki yazıya dönersek (bkz. Sendika.Org.), 1950’lerin öngününde genç komünist Alyoşa plan hedeflerini gerçekleştirmek için yorgunluktan ölmemelidir. Alyoşa yorgunluktan ölürken, birkaç yıl sonra iktidara tam anlamıyla yerleşecek olan bürokratlar -ki sosyalist inşanın en parlak günlerinde bile burada tartışılan zaafların fideliğinde palazlandılar- ne yapıyorlardı? Plan hedeflerini gerçekleştirmek için illaki birilerinin ölmesi gerekiyorsa önce bürokratlar ölmelidir. Alyoşa’ya yakışan yaşamaktır, hem de dolu dolu. Beş saatlik işgününün sonunda alnının terini silip, filinta gibi giyinip kuşanarak kolhozun dans salonunda yaşıtı genç kızlarla flört etmek yaraşır Alyoşa’ya. Ya da edebiyat kulübünde ileri sürdüğü aykırı fikirlerle küçük çaplı bir skandal yaratmak. Alyoşa, fazla hasat için ölümünün yüceltilmesiyle değil, hak edilmiş bir günün sonunda yaşama sevinciyle dolu hayatıyla romanlara konu olmalıdır. (bkz. Alyoşa’nın Bayırı – Ceylan Yay.)
Klasik tartışmaya geri dönelim: Bugünün dünyasının iktisadi imkanları, küresel çapta böylesi bir düzene geçişe yol veriyor mu? Fazlasıyla! Yukarıda kapitalist merkezlerde otuz yıl önceki çalışma zamanı-üretkenlik denkleminin durumunu gördük, bugün durum daha da uygundur. Kaynaklara global ölçekte baktığımızda; 250 dolar milyarderinin 3,5 milyar insanın toplam servetine sahip olduğunu, kapitalist/emperyalist merkezlerde sağlıksız beslenme ve obezite tedavisi gören milyonlarca insana karşılık küresel güneyin açlıktan kırıldığını, salt Fransa ve Almanya’nın çöpe attıklarıyla dünyada açlık sorununun çözülebileceğini, silahlanma, ordu, polis ve devasa bürokratik devlet aygıtlarına tüm dünyayı refah ve eşitlik içinde yaşatabilecek kaynakların gömüldüğünü; tüm bunların ve daha da fazlasının küresel çapta sosyalizme geçmek için zemin hazırlamakla kalmayıp, zorunlu kıldığını görmek güç olmasa gerek. Zorunludur çünkü, bir tarafta Japonya gibi gelişmiş kapitalist bir merkezde bile insanlar aşırı iş yükü stresine dayanamayıp intihara sürüklenirken, dünyada yüz milyonlarca insan işsiz güçsüz artık-nüfus halinde çürümeye itiliyor. Yani kapitalizm çalışanı da çalışmayanı da tüketiyor. Fazla üretimle ne yapacaklarını şaşırıp dünyayı yeniden paylaşmak için savaşlar açıyor, savaştan kaçanlar zengin kuzeye yöneldiklerinde dikenli teller ve ırkçılıkla karşılıyorlar gelenleri. Daha fazla kâr daha fazla egemenlik için doğayı yağmalıyor, buzulları çözüyor, Amazon ormanlarını, Kaz Dağlarını, Karadeniz’i, Munzur’u mahvediyorlar. Sözü uzatmayalım, türümüzü ve tüm yaşam formlarını, yani yeryüzünde yaşamın sürekliliğini varoluşsal bir krize sürüklüyorlar. Kapitalist ekonomik rasyonalite, yani kâr için sınırsız üretim insanı da doğayı da tüketiyor. (Hala yarışıp geçmeli miyiz kapitalizmi?) Başka sözcüklerle insan türünün tüm yeryüzünde eşit, özgür ve insani gelişkinlik içinde ve doğayla barışık yaşamasını sağlayacak koşullar, kapitalistlerin elinde yok oluş ve cinnet güçlerine dönüşüyor. “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganının anlamı tam da budur işte: Sosyalizme gitmezsek barbalığa, çöküşe sürükleneceğiz, belki de sürüklendik…
Ve bugünün sosyalizmi tam da bugünün verilerini esas almak zorundadır: İnsan merkezli değil insan-doğa uyumunu esas alan. Cinsiyetçiliği değil, cinsler arası eşitliği her adımda güçlendiren. Nesnel olarak kapitalist iktisadi rasyonaliteye çeken/çelen üretici güçlerci, kapitalizmi geçelimci, ilerlemeci, kaba determinist değil; verili imkanları komünizmi (insanın/özgür emekçiler toplumunun bütünlüklü gelişimi de denebilir) inşa etme görüş açısıyla değerlendiren. “Homo ekonomicusu” değil, Che’nin Yeni İnsanını var etmeyi gözeterek çalışmayı, üretimi, siyaseti, kültürü ve boş zamanı örgütleyen. Son olarak Avrupa-merkezci, beyaz, erkek işçiyi değil, küresel komünist gelişmeyi esas alan enternasyonalist sosyalizm; sosyalizmin yeni döneminin genel çizgileri böyle özetlenebilir.
Komünist dünya görüşü verili dünyaya genel bir bakış ile; kapitalist sistemin küresel ölçekteki tıkanışı ve komünizmin imkanları temelinde şekillenir. Genel olandan özgül, somut ve yerel olana geliş kaçınılmaz olarak çeşitli dolayımlardan geçer; fakat ülkeden ülkeye ciddi farklılıklar taşısa da genel olanla bağını yitirmez. Her ülke belirli bir yerelliğin kendine özgü yolundan genel ve temel hedeflerine doğru ilerler. Burada yazılanlar bu gerçeklik hesaba katılırsa anlamlıdır. Başka sözcüklerle bu hedeflere ulaştıracak çetin yolculuk göze alınmadan, dahası bir devrim çizgisi, örgütü ve eylemi olarak somutlanmadan hoş ve boş bir hayaldir komünizm. Zor yolların kılavuzu ve hedefler manzumesi/kutup yıldızı olarak eyleme işlediğinde ise yıkan ve kuran bir güç.
21. yüzyıl sosyalizmine -ki ilk çeyreğini tükettik- bu kapılardan girebiliriz, girmek zorundayız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.