Bu salgın diğerlerinden farklı olarak hastalığın dışında daha yaygın ve bulaşıcı bir epidemiyi birlikte getirdi. Bu epidemi sadece dar bir kesim insanı değil tüm toplumu teslim aldı: “Korku epidemisi”
Aralık ayında Wuhan’da ortaya çıkan ve dünyaya yayılan korona salgını hakkında bize bugüne kadar anlatılanların ne kadar doğru olduğu her salgında olduğu gibi birkaç ay ya da bir sene sonra ortaya çıkacak.
COVID-19, diğer gribal hastalıklar gibi tehlikeli ve zamanında önlem alınmazsa ölümcül bir hastalık. Çabuk yaygınlaşan ve üç ayrı tipe doğru gelişmiş bir virüs söz konusu. Değişik ülkelerde farklı olarak ortaya çıkmış COVID-19 A- B-C tipleri var. Biz virolog değiliz. Bu bizim için tartışılacak bir konu değil. Ancak öncelikle alınması gereken önlemleri tartışmamız gerekiyor. Hastaların izole edilmesi, yaşlıların korunması, ön hastalığı bulunanların sağlık durumlarının gözetilmesi ve yeterince sağlık personeli, sağlık malzemesi tedarik edilmesi gerekiyor. Almanya gibi zengin ülkelerde dahi bu önlemler alınmazken sorumluların kendi yetersizliğini örtmek için yasaklara başvurmasının altında “halk sağlığı” dışında başka kaygılar yatıyor.
Bu salgın diğerlerinden farklı olarak hastalığın dışında daha yaygın ve bulaşıcı bir epidemiyi birlikte getirdi. Bu epidemi sadece dar bir kesim insanı değil tüm toplumu teslim aldı: “Korku epidemisi.”
Ekonomik/ siyasal gelişmeleri yakından izleyen “dikkatli” insanlar korona daha Avrupa’ya yayılmadan önce bu işte bir bit yeniği olduğunun farkına varmıştı. Bunun ipuçları var olsa da mart ayı başında kesin bir şeyler söylemek için daha çok erkendi. Bunu ima edenler ise derhal “komplo teorisyenleri” olmakla suçlandılar. Özellikle sol içinden çıkan buna benzer çatlak sesler sermayenin değirmenine şu taşırken, ayrışmaların da önünü açtı. Daha düne kadar ortak bir şeyler yapanlar ne yazık ki farklı cephelerde yer almaya başladılar. Korkunun bu kadar bulaşıcı olduğunun farkında olmayan solcular tartışmanın odağına koronayı koyarak gündemde olan tüm konulara kapıları kapattılar ve sistem partilerinin kurduğu tuzağa düştüler. Salgınlar yüzbinlerce yıldır vardı ve gelecekte de var olacak. Ama bugün bize aşılanan KORKUNUN etkisi dönem dönem ortaya çıkan salgınların varlığından çok daha uzun sürecek.
Almanya sermayesinin özellikle son yıllarda ortaya çıkan krizi 2019 sonbaharından sonra çeşitli haberlerle sinyal veriyordu. Korona, bu krizi aşmak, daha doğrusu sermayeye destek sağlamak için bir vesile oldu. Yaptıkları neoliberal politikalar sonucunda “büyük koalisyonun” (CDU/CSU ve SPD koalisyonunun) içinde bulunduğu siyasal krizin AfD’nin oylarını arttırması ile daha da derinleşmişti. Ekonomik ve siyasi krizin patlak vermesi kaçınılmazdı, araya korona girdi. Ne korona öncesi ne de sonrası solun söyleyecek bir söz bulamaması bu süreçte de kendini ortaya koydu. Sisteme alternatif olmalarını dört senede bir seçim sloganlarına, gelecek oylara bağlayan parlamenter sol, kriz döneminde sessizliğe büründü. Parlamento dışı sol da bu sessizlik korosuna dahil oldu. Boşalan bu boşluğu sağcı faşist partilerin doldurması ve solun söylemeye çekindiği sol söylemlerle faşist propaganda yapması kaçınılmazdı. “Demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına hayır!” sloganı faşistlerin afişlerine ve protestolarına taşındı. Geçmişte sokakları dolduran solcular yerini sağ popülist partilere bıraktı. Sokağa çıkan solcular ise faşistlerle aynı kefeye konulup deşifre edilmeye başlandı. Sistem tüm toplumun yanında solu da bölerek ilk hedefine zorlanmadan ulaştı.
Paradoks olan şey ise, Almanya’da “hak ve özgürlükler için” sokağa çıkan faşistler, Hollanda’da ırkçılığı ve Amerika’da George Floyd’un polis tarafından öldürülmesini protesto etmek için toplanan kişilerin sosyal mesafeye uymadıkları halde dağıtılmadığını ileri sürerek yerel yönetimin istifasını istiyorlardı. Rüzgâr nereden esiyorsa oraya yönelen aşırı sağ partilerin esnek tutumları onların bu krizden kârlı çıkacaklarını işaret ediyor.
Alınan önlemlerle sadece demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sağlanmıyor aynı zamanda insanlar evlerine kapatılarak “sosyal mesafe” adı altına birbirleri ile fikir alışverişi de engelleniyordu. Almanya’da kapatılma ile herkese eşit davranılmadı. Çalışan kesimin %60’ı her sabah olduğu gibi işe gitti. Onların evde kalmak ya da sosyal mesafeye uymak gibi lüksleri yoktu. Paket servisçiler, dört duvar arasından “Evde Kal” sloganı atanların internetten yaptıkları siparişleri Home Office çalışarak iletemeyeceği için çalışmak zorundaydı. Evde kalamadılar. Avrupa’nın diğer ülkelerinden getirilmiş taşeron işçiler ne işyerinde ne de kalmak zorunda bırakıldıkları barınaklarda bu lükse sahip olabildiler. Aynısı meyve ve sebze toplayan tarım işçileri için de geçerliydi, ekmek fabrikalarındaki ve fırınlardaki işçiler için de. Evlerine kapanan %40’ın alkışları altında ezilen çoğunluğun öyle bir lüksü hiç olamadı.
Okulların kapanması ile evlerine kapanmak zorunda kalan yoksul ailelerin çocukları, yazıcıları olmayan ve hatta kimisinde bilgisayarın dahi olmadığı evlerinde internet üzerinden gönderilen ev ödevlerini yapamaz, dışarıda bu ödevleri basabilecekleri bir internet kafe dahi bulamazken Home Office çalışan öğretmenlerinin baskısından kurtulamadılar. Evdeki üç çocuğa düşen eski bir bilgisayarın başında saatlerce bekleyen çocukların da diğer zengin çocukları gibi bir lüksü yoktu. Evlerde yaşanan stres dışarıya yansımadı.
Genellikle düşük ücretle çalışan temizlikçilerin, garsonların bir günden diğerine işsiz kalması, alacakları işsizlik yardımının ev kiralarına dahi yetmemesiyle kimse ilgilenmeyecek, bahşişlerin kesildiği bir ortamda geliri ortadan kalkanların yardımına kimse koşmayacaktı.
Okul masraflarını çıkarmak için geçici işlerde çalışmak zorunda olan öğrencilerin beş parasız sokağa bırakılması ve başının çaresine bak denilmesi de %40’ın gözünden kaçacaktı.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Almanya’da da aralıklarla çeşitli salgınlar yaşanıyor. Bizler kendimiz ya da bir yakınımız bu salgın içerisinde hastalanmadıysak belki onun farkına bile varmıyoruz. Korona günlerini ise alınan yasak kararları sayesinde ise uzun zaman unutmayacağımız aşikâr.
Bazı araştırmacılar tarafından influenzanın (grip virüsü) MÖ 400 yılında yani Hippokrates’in yaşadığı dönemde ortaya çıktığı iddia ediliyor. 1580 yılında sebep olduğu ölümlerle zirve yapan influenza bu tarihten itibaren insanlık tarihinde 30’un üzerinde bir pandemiye yol açarak milyonlarca insan hayatından oldu. Ama tarihe geçen en ağır pandemi 1918/1919 yılarında dünya çapında 50 milyon insanın ölümüne sebep olan İspanyol Gribi. Tabiî ki bu gribin İspanyollarla alakası yok, orada ortaya çıktığı için bu isim verilmiş. Sadece Avrupa’da ölenlerin sayısı 20 milyonun üzerindeydi.
Almanya’da ortaya çıkan küçük salgınların ardından 1957-1968 yıllarında “Asya Virüsü” 20 bin kişinin hayatına mal oldu.
1968-1970 yıllarında yeni pandemi “Hong Kong Gribi” ile Almanya’da 30 bin insan hayatını kaybetti. Tüm dünyada hayatını kaybedenlerin sayısı 500 binin üzerine çıkmıştı.
1970’li yılların sonunda Avrupa’da baş gösteren “Rus Gribi” 500 bin insanın ölümüne sebep oldu, ne yazık ki Almanya’da ölenler üzerine net sayılar yok.
Yakın tarihte çıkan grip salgınları 1995/96 yıllarında 8,5 milyon insanın hastalanmasına ve 31 binden fazla insanın gribe bağlı olarak ölmesine sebep oldu.
2001/2002 ve 2006/2007 kış mevsimlerinde Almanya’da 31 bin 500’den fazla insan gripten vefat etti.
2004/2005 kış mevsiminde Almanya’da gripten ölen kişi sayısı 15 bini buluyordu.
Aynı grip 2012/2013 döneminde Almanya’da yine 8,9 milyonun insanın hastalanmasına ve 20 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu.
2016/2017’de gribin bulaştığı kişi sayısı 3,4 milyondu, 30 binden fazla insan yoğun bakıma alındı. Ölüm sayısında net bir rakam yok.
2017/2018’de gribin bulaştığı kişi sayısı 9 milyon. Laboratuvarlar tarafından tespit edilen ve tedavi görenlerin sayısı 334 bini, gribe bağlantılı ölümlerin sayısı 25 bini geçiyordu.
2018/2019 kış mevsimine ilişkin kesin rakamlar yok, sadece tahminler var. Bunlara göre gribin bulaştığı kişi sayısı 3,8 milyon, laboratuvarlar tarafından tespit edilen ve tedavi görenlerin sayısı 182 bin kişi. Ölen insanların kesin sayısı hala sağlık bakanlığı tarafından açıklanmış değil.
Yukarıdaki verilen sayılarda ölen kişilerin çoğunlukla 60 yaş üzeri olduğu özellikle bildiriliyor, net bir ortalama maalesef yok.
Ayrıca her salgın sonrası ilaç sanayiinin toplumu aşılama sevdası gündeme getiriliyor. Demokratik ülkelerde şimdilik zorunluluk yok ama insanların aşı yaptırmaları için bazı yaptırımlardan söz ediliyor. Örneğin yurtdışında tatil yapmak istediğinizde uçak şirketleri aşı belgesi olmayanlara bilet satmayabilir ya da gitmek istediğiniz ülke aşı belgeniz yoksa sizi sınırdan geri çevirebilir. İlaç sanayinin benzeri yaptırımları zorlamak için yeterince gücü var ve onu kullanmaktan geri kalmayacakları kesin.
6 Haziran itibariyle Almanya’daki toplam COVID-19 vakası sayısı 185 bin 696, iyileşen sayısı 169 bin 100, vefat sayısı 8 bin 769.
İyileşenlerin nasıl iyileştikleri ve kullanılan ilaçlar sanki devlet sırrı gibi saklanıyor. Madem bu virüs çok tehlikeli ve diğerlerine nazaran daha bulaşıcı idi neden ölenlerin/hastalananların sayısı diğerler salgınlardan daha az oldu? Saklanamayan ise testlere güvenilemeyeceği. Örneğin Köln futbol takımı oyuncularına yapılan ilk testte dört oyuncunun korona testi pozitif çıkmıştı. Yapılan ikinci testte bu sayı önce bire, üçüncü testte ise sıfıra düşmüştü. Tüm testlerin %50 oranında yanlış tanı yaptığı, güvenilemeyeceği çeşitli testlerle ortaya çıkarıldı.
Bilinen bir şey de kapatılma ile karantinaya alınan, odalarından dahi çıkmalarına izin verilmeyen, ziyaretçi kabul edilmeyen yaşlıların, yurtlarda koronadan vefat etmiş olmaları. Sayılar az değil, koronadan vefat edenlerin %40’ını kapsıyor. Anlaşılan onlar için “evde kalmak” ya da “sosyal mesafe” ölümcül bir tuzak olmuş.
Ayrıca binlerce hastanın korona bahanesi ile tedavisinin/ameliyatlarının ertelenmiş olmasından dolayı yaşamlarını yitirecekleri, müdahale etme şansının az olduğu ortaya çıktı. Sayıları 120 bine yaklaşan bu insanlara ya da yakınlarına alınan önlemler nasıl açıklanacak.
Alman sanayi geçen senelere oranla ihtiyacın çok daha üstünde üretim yaptı. Üretilen mallar alıcı bulamayınca depolarda şişti kaldı. Değişen dünya konjonktürünün doğru okunamaması ve gerekli atılımların/değişikliklerin/yatırımların yapılamaması sonucu ortaya çıkan üretim fazlası, özellikle 2019 yılında birçok şirketi zor duruma düşürdü. Yıllarca sürdürülen kemer sıkma politikaları, ücretlerin düşük tutulması iç pazara son darbeyi vurdu. Piyasaya sürülen ürün sayısı artınca piyasa doydu. Talebin azalması ile fiyatlar düştü bu da kâr oranlarını aşağıya çekti. Şimdi alınan önlemler ile ücretlerin daha da aşağı çekilmesi ve ücretlilerin alım gücünün düşmesi krizin daha da derinleşmesine sebep olacak. Sermayeye yapılacak yardımlar onlara kısa süre nefes aldıracak ama krizi çözemeyecek, sadece erteleyecek. Kısa bir süre sonra benzeri bir senaryo ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacak. Şimdilik korona bahanesi ile toplumu uyuşturmuşken bu ekonomik önlemleri alabilirler. İleride ne olur, beklemek gerek.
Örneğin alışverişte para ile ödemenin önüne geçme, yasaklama çabaları uzun süredir gündemdeydi. Yapay zekânın her alana girdiği bir dönemde kimin parasını ne zaman, neye ve nerelerde harcadığının verilerine sahip olmak sadece bankaların değil, özellikle devletin ve bir bütün olarak sermayenin istediği bir şey. Emeklilik ve memur maaşlarının hesaplanmasından işçilerin sözleşmelerine, vergilerin yeniden düzenlenmesine kadar birçok alanda karşımıza çıkacak. Kimin ne kadar ve nasıl para harcadığı toplumun somut maddi durumunu ortaya koyuyor. Korona döneminde tekrar gündeme getirilmesi hiç de tesadüf değil.
Kesin olan bu krizin ücretlilere yükleneceği. Toplumun büyük bir kısmı başına geleceklerden habersiz derin bir uykuda. Emekli maaşlarının uzun süre dondurulması, emekli yaşının yükseltilmesi, sağlık sigortası aidatlarının artırılması, eğitim ve sosyal hizmetler alanında ciddi kısıtlamalar, yükselecek işsizlik sayısını gösterip ücretlerin düşürülmesi, yeni vergilerin getirilmesi ve buna benzer kararların alınması kaçınılmaz olacak. Bütün bunlar toplumun daha da sağa kaymasını, ırkçılığın artmasını, devletin otoriterleşmesini, yeni polis yasalarının sorgusuz sualsiz meclisten geçirilmesini getirecek.
2019 yılı sonu itibarı ile Almanya’nın toplam borcu yaklaşık 1,9 trilyon avro (1.889.168.000.000 avro). Buna göre kişi başına borç, 83 milyonluk nüfus dikkate alındığında 22 bin 861 avro. Bu borç yükü Almanya’nın sermayeye vereceği korona yardımları ile kişi başına 9 bin avro ve Avrupa Birliği’nin yapacağı yardımlar ile kişi başına 1500 avro daha yükselecek. Yani kişi başına borçlanma 33 bin 361 avroya yükselerek ücretli çalışanın sırtına yüklenecek.
Kaynaklar:
http://freiesicht.org/2020/die-krise-der-sozialistischen-linken-safo-can/
http://freiesicht.org/2020/4436/
https://www.lungenaerzte-im-netz.de/krankheiten/grippe/historisches/
https://www.aerzteblatt.de/nachrichten/106375/Grippewelle-war-toedlichste-in-30-Jahren
https://sozialismus.ch/artikel/2016/wirtschaftskrisen-als-teil-der-funktionsweise-des-kapitalismus/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.