Almanya’nın korona “kalkanında” 600 milyar avro büyük endüstriyi koruma fonu, 50 milyar avro küçük işletmeleri ve esnafı koruma fonu var. Bunun maliyeti ileride alınacak kararlarla yine ücretli çalışanlara yüklenecek. İşsizliğin artması ve taşeron işçilerin ücretlerinin düşmesi kaçınılmaz olacak. Daha şimdiden bu konuda fikir belirtenler var; emeklilik maaşının %48’den %45’e düşürülmesi, yeni karar verilen taban emeklilik yasasının geçici olarak durdurulması, ilaç fiyatlarının yükseltilmesi, sosyal alanda ve eğitimde kısıtlamalara gidilmesi vb…
Çin’in koronavirüs salgınını dünyaya aralık ayında haber verdi. Buna rağmen Avrupa’nın hiçbir ülkesi herhangi bir önlem almadı. Tam tersine tehlike küçümsendi. İtalya’da binlerce insan ölürken Almanya’da siyasiler boşvermişlik tavırlarını devam ettiriyordu.
Mart ayına gelindiğinde 180 derecelik bir dönüşle akla gelebilecek en sert önlemler topluma dayatıldı. Böyle bir durumda insan kendine “neden” diye sormadan edemiyor.
Koronavirüs kaosunun yaratığı boşluğu dolduran gelişmelere yakından bakmak zorunlu hale geliyor. Konu çok geniş ve kompleks olduğu için sadece bazı başlıklar altında kısa değinmelerde bulunacağım, aksine yazı çok uzun olacak.
Son 30 yılda Almanya, bir yandan hastanelerin kapatıldığı diğer yandan geride kalanların %32’sinin özelleştirildiği bir süreci yaşadı. 1991 yılında 2 bin 442 hastane varken, bu sayı 2007’de 2087’ye, 2017 yılında ise 1942’ye düştü. Özel hastanelerin kârlı işlere daha ağırlık vermesi küçük hastanelerin gelirlerinde ciddi gerileme yarattı. Bunun son dönemlerde özellikle özel hastaneler lehine çıkarılan sağlık yasalarıyla da direk bir bağlantısı var.
Almanya’daki toplam hastanelerin %29’u kamu kurumlarının; %34’ü kilise kuruluşlarının, derneklerin ve vakıfların elinde; %37’si de özel şirketlerin elinde bulunuyor. Hastane yatak kapasitesinin %48’e yakını kamu kuruluşlarının elindeyken gelirlerdeki oran aynı değil. Kamunun sağlık harcamalarında da çarpık bir oran işliyor. 1992 yılında 159 milyar avro olan tutar, 2017 yılında 375 milyar avroyu geçti. Buna paralel sağlık işçilerinin gelirleri reel ücretler esas alındığında %28 azaldı. Bu sektörde 2007’de 1 milyon kişi çalışırken sayı 2017’de 1 milyon 240 bine yükseldi. Bunların sadece %15’i (186 bin kişi) doktor ve kalifiye sağlık personelinden oluşuyor. Bu pastadan aslan payını ilaç sektörü alıyor.
Ayrıca belirtmek gereken bir konu da şu: Eylül 2017-Mart 2018 arasında Almanya’da grip salgınında 25 bin 100 kişi influenza virüsten hayatını kaybetmişti. Ama bugünlerde yaşadığımız yasaklardan hiçbiri söz konusu olmamıştı. 2019 yılında 182 bin kişi influenza virüse kapılmış ve tedavi görmüştü.
Korona sadece sermayenin yaralarına merhem olmadı. Sistemin günün koşullarına uydurulması için yeniden yapılanması gerekiyordu. Korona ile çıkarılan kısıtlamalar bu işin bir provası olarak görülebilir. Son iki senedir özellikle Hamburg’daki G20 toplantısından çıkardıkları dersle polis yasaları sertleştiriliyor ve Almanya Anayasası ayaklar altına alınıyordu. İlk yasa Bavyera’da çıkarıldı. Diğer eyaletler bunu takip etti. Sözüm ona İslami teröre karşı polise verilen yetkiler Nazi Almanya’sını andırıyor. Sadece birkaç eyalet şu an yasaları dondurma kararı aldı. Şimdi korona öne sürülerek benzeri yasaları, yasakları kalıcı hale getirmek istiyorlar. Bunu yaparken de korona ile korkutulan toplumun rızası alınıyor.
Önlemler adı altında dayatılan yasaklar Almanya Anayasası’nın en az 5 maddesi ile çelişiyor. Yasak kararları meclis onayıyla değil hükümetin KHK’si ile alınıyor. Sağlık Bakanlığı’na verilen yetkiler demokrasinin kaldıramayacağı ağırlıkta.
Almanya’nın korona “kalkanında” 600 milyar avro büyük endüstriyi koruma fonu, 50 milyar avro küçük işletmeleri ve esnafı koruma fonu var. Bu yardım fonlarına ek olarak da Avrupa Birliği (AB) 500 milyar avroluk bir yardım paketinin ağzını açtı. Bu biraz da çatırdamakta olan Avrupa’yı kurtarma çabası olarak görülebilir. Sınırları kapatarak, dayanışmayı erteleyerek, Avrupa Birliği’ni milli devletler birliğine çevirdikten sonra açıklanan bu yardım fonu aslında çözülmeyi durdurmaya yönelik bir rüşvetten başka bir şey değil. Ayrıca bu yardımların ilk önce Avrupa şirketlerinin dünya sermayesi tarafından yağmalanmasını engellemeye yönelik olduğunu göz önünde tutmak gerekiyor.
Bunun maliyeti ileride alınacak kararlarla yine ücretli çalışanlara yüklenecek. İşsizliğin artması ve taşeron işçilerin ücretlerinin düşmesi kaçınılmaz olacak. Daha şimdiden bu konuda fikir belirtenler var, emeklilik maaşının %48’den %45’e düşürülmesi, yeni karar verilen taban emeklilik yasasının geçici olarak durdurulması, ilaç fiyatlarının yükseltilmesi, sosyal alanda ve eğitimde kısıtlamalara gidilmesi vb…
Ücretli çalışanların ve geçici işlerde ya da taşeron firmalarda çalışanların durumları korona krizi öncesi de kötü idi. Kısa çalışma yapanların aldıkları para ev kirasına ancak yetiyor. İşini kaybedenlerin tekrar ise alınıp alınmayacağı belli değil. Birçok işyeri koronayı bir temizleme fırsatı olarak görüyor ve işten atılmaların geçici olmayacağının sinyallerini veriyor.
Orta sınıf, yaşananlardan memnun. Onlar evlerinde home office yaparak para kazanmaya devam ediyorlar. Maddi sorunu olmayan orta sınıf krizin maliyeti ne olursa olsun bunu karşılayacak güçte. Bu kesimin ne herhangi bir itirazı ne de eleştirisi var. Protestolara izin vermeyen makamların yasakları mahkeme kararları ile geri döndürülse de kolluk kuvvetlerinin sert müdahalelerine bu kesimin ne herhangi bir itirazı ne de eleştirisi var. Sağ ve iktidar partilerinin bu krizden güçlenerek çıkacağı malum ve bu bağlamda otoriter bir rejimin inşasının önünde hiçbir engel yok.
Her on onbeş yılda olduğu gibi sermaye kendi krizini yaratmayı tekrar başardı. Başardı diyorum çünkü yaşananlar tekellerin yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikaları ile doğrudan bağlantılı.
Yardım almak için sıraya giren firmalara bakıldığında koronavirüs krizi ile doğrudan bağlantısı olmayan sektörler dikkat çekiyor. Hemen hemen her sektörden şirketler yardımdan pay alabilmek için yarışıyor. Bunlardan hangilerinin koronadan önce ekonomik sorularının olduğunu, hangilerinin fırsatı kaçırmamak için ellerini açtıklarını ilerde daha iyi anlayacağız. Kaptıkları yeni sermayeyle Avrupa’da alışveriş turuna çıkacakları ise şimdiden belli.
Otomobil üreticileri, Dizel Skandalı ve teknolojik gelişmelere ayak uydur(a)mamaları nedeniyle kendilerine göre yeterince satış yapamadıklarından son birkaç senedir zor duruma düşmüştü. Gerek Asya’ya gerekte Amerika’ya satışların, toplumda değişen doğayı koruma anlayışı bağlamında azalması kaçınılmaz bir sondu. 2015 yılından beri elektrikli otomobil geliştirmek için devletten 60 milyon avro alan bu şirketler hiçbir adım atmadılar. Japonya ve Çin’de yıllardır hızlı bir şekilde geliştirilen ve üretilen hibrit motorlu (elektrikli-benzinli) taşıma araçları Almanya’yı iyice sarstı.
Dizel Skandalı, 2015 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansının bir araştırması sonucu ortaya çıktı. Araştırma sonucunda Volkswagen’in karbondioksit emisyon testlerinde bilinçli bir şekilde dizel motorlarda aldatıcı yazılım kullanarak emisyon değerlerini manipüle edip müşterilerini aldattığı tespit edildi. Bu yazılım ile araçların gerçekte 40 kat fazla karbondioksit çıkışı bulunmasına rağmen test sırasında ABD ve AB standartlarına uygun olduğu gösterilmekteydi ve Volkwagen 2009-2015 yılları arasında ABD’de bu yazılım ile donatılmış 500 binden fazla araç satmıştı. Bu manipülasyon Volkwagen’e büyük miktarda ceza getirdi. ABD’de 2016 yılında 500 bin VW kullanıcısına 5’er bin dolarlık bir ödeme yapmayı ve tamirat masraflarını karşılamayı kabul etmişti. Almanya’da ise Volkswagen korona salgınından kısa bir süre önce bu yazılımı kullanan araçların sahipleri ile mahkeme dışında anlaşarak toplam 830 milyon avro ödemeye karar verdi. Diğer şirketlerin ne yapacağı şu an belli değil. Ancak korona paketlerinin en başta otomobil sektörüne yarayacağı açık.
Almanya’nın kimya devi Bayer, 56 milyar avroya (66 milyar dolar) ABD kimya şirketi Monsanto’yu satın almıştı. Monsanto da yabani ot öldürücülerde bulunan kanserojen glifosat maddesi ile ilgili olarak kullanıcılarını uyarmadığı için ABD’de mahkûm edilmiş ve Monsanto’ya karşı 13 bin 400 tazminat davası açılmıştı. Bunu bilerek yapılan bu anlaşma Bayer’i ciddi sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Birçok ülkede olduğu gibi Fransa’da da yasaklanan bu ilaç, doğaya verdiği zarar ile tanınıyor. İçme suyuna karışan, çayırda otlayan hayvanların zehirlenmesine, böceklerin yok olmasına sebep olan bu kimyasal, et, süt ve un ürünlerinde de tespit edilmiş olmasına ve tüm protestolara rağmen, AB Komisyonu ilacın kullanımını 2016 yılında 18 ay daha uzatmıştı.
Bayer’in bile bile lades anlamına gelen bu satın almayla, sonu nereye varacağı belli olmayan ve Avrupa’da da muhtemelen yasaklanacak bir tarım ilacına bu kadar yatırım yapması onu da korona bahanesi ile kurtarılacaklar listesinde üstlere çıkarıyor.
İlaç üretimini Asya’ya kaydıran ve korona ile en acil ilaçların dahi tedarikinde darlık yaşayan Almanya’da ilaç sanayisinin tekrar ülkeye getirilmesi konusunda sesler yükselmeye başladı. Zaten az para getiren ilaçların geliştirilmesini ve üretimini uzun süredir askıya alan ilaç sanayinin tek başına böyle bir işe girişmeyeceği baştan belli. Ama milyarlık yardımlar, krediler söz konusu olunca işler tabii ki değişir.
Avrupa’da ırkçılığın ve faşist ideolojinin güçlenmesi neoliberalizmin güvence altına alınması için sürekli desteklendi. Liberal sol yıllarca faşizmle kapitalizmin bir alakası yokmuş gibi göstermeye çabaladı. Parlamenter sistemin bir parçası olan bu liberal solun, içi boşaltılmış bir faşizm tanımlaması ile kapitalizmin eleştirisi yapıyormuş gibi kendini satması özellikle genç nesillerde karşılık buluyor. Sanki bugün yaşananların sorumlusu kapitalizm değil de birkaç aç gözlü kapitalistmiş gibi sosyalizm söylemine mümkün mertebe uzak durulmaya çalışılıyor. Hiç kimse krizin sebeplerini kapitalizmde aramıyor. Yıllardır sürdürülen özelleştirmelerin toplumu bu sürece taşıdığı sanki tabu bir konu. Medyada yaratılan propaganda ile toplum uyuşturulmuş gibi. “Evde kal” sloganı ve akşamları alkışlamalarla çalışmak zorunda olanlara destek verildiği anımsaması geniş kitlelerde karşılık buluyor.
Binlerce insanın çalışmak zorunda olduğu kimseyi ilgilendirmiyor.
Kendi dışında gelişen olaylara hazırlıksız yakalanan sol, korona krizinde de bizleri yanıltmadı. Bırakın krize müdahaleyi, söylenecek söz bile bulunamadı. “Evde kal” sloganı arkasında saklanarak görülmezliğinin altını çizmiş oldu. Halktan bile bazı kişilerin tepki verdiği yerde sol hiç yoktu. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile ideolojik ve ekonomik alanda cirit atan neoliberalizm karşısında ideolojik ve örgütsel yenilgiyi sineye çeken Avrupa solu, geçen bunca süreye rağmen eski kabuğunu atamayıp gitgide daralmaya başladı. Krizi fırsata çevirecek yapıların olmaması solun içinde bulunduğu çaresizliği gözler önüne serdi. Bugün bir Avrupa solundan bahsetmek maalesef zor. Var olan tecrübelere ve pratiğe rağmen neoliberalizmin politikalar çok dar alanda hedef alınabiliyor. Yerel anti-faşist hareketler, ırkçılığa karşı küçük gruplar ve enternasyonalist dayanışma grupları bunların arasında öne çıkıyor. Ne bu grupları bir araya getirecek, koordine edecek ne de toplumun desteğini alabilecek bir yapılanma var.
Korona krizi örgütlü mücadelenin zorunluluğunu en açık şekliyle ortaya koydu. Kriz, virüs olayı bittikten sonra da yeni dengelerin kurulması ile devam edecek. Ve yeni bir krizde aynı şekilde hazırlıksız yakalanmamak istiyorsak gerekli adımların atılması gerekiyor. Yeni nesillere verebileceğimiz en güzel miras, onlara sadece örgütlü mücadelenin başarı getirebileceğini aşılayabilmekte yatıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.