Tarihi, yenilgiler, katliamlar ve kayıplarla dolu, çocukluktan itibaren kafasına şehitlik menkıbeleri yerleştirilmiş Türkiye solunun çeşitli öbeklerinde az ya da çok “şehit kültü” görüldüğü de söylenebilir. Özellikle zayıf düşülen, düşerken sarılacak dal aranan zamanlarda bu artmaktadır. Bunlar devrimcilerin önüne çıkabilecek risklerdir; büyüyememe, olgunlaşamama, kitlesel politik bir güç olamama hastalıklarıdır. Ancak, bunlardan dolayı suçu kahramanca eylem ve direnişlere atmak, bunları fazlalıklarından arındırmak yerine, redde vardırmak yanlıştır
Kahraman, belirleyici bir anda,
insan toplumunun çıkarları için
yapılması gerekeni yapan kişidir
Julius Fucik
Jean Paul Sartre, Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında, Fransız gazeteci ve yazar Henri Alleg’in Sorgu adlı kitabına yazdığı önsözde şöyle der:
“Sorgu’nun yayımlanması ile her şey değişti. Alleg bizi umutsuzluk ve utançtan kurtardı. Çünkü o da bir kurbandı ve işkenceyi yenmeyi başardı… O bizim adımıza kurban ediliyor bizse onunla yitirdiğimiz gururumuzun bir bölümünü yeniden buluyoruz… Başımıza böyle şeyler gelse biz de dayanabilir miydik? İşte bu ayrı bir sorun. Burada önemli olan, kurbanın bize dayanma gücü aşılaması, umutsuzluktan kurtarması. O dayandığına göre biz de dayanabiliriz her şeye.”[1]
Dünya çapında bir aydın aynı görüşte olmadığı birinin direnişine böyle bakıyor. Tanıl Bora ise tam tersi bir yaklaşıma sahip: “TİKB militanlarının ifade vermeye can pahasına direnmelerini anlatan Adressiz Sorgular (1989), bir heroizm inşasının timsalidir.” Bunun bir olumlama değil, olumsuzlama olduğunu devamından anlıyoruz:
“Heroizm söylemi… cesaret imtihanlarını, en yüksek ahlaki ve bizzat politik ölçü haline getirir…direniş ahlakının böylesine ‘saltıklaşması’… giderek politikayı ahlaka ikame eden, ahlakçılığı dönüştüren bir meyle girecektir. Sürekli can kayıplarıyla ‘70’lerde teşekkül eden şehitlik kültü, 12 Eylül’den sonra, bu heroik direniş söylemini kuran hareketler tarafından merkezi ve kurucu bir değere çevrilmiştir.”[2]
Yazar, “cesaret imtihanlarını, en yüksek ahlaki ve bizzat politik ölçü” almak ve politikayı ahlakçılığa dönüştürmek diye tarif ettiği “kahramancılığı” kanıt göstermeden suçluyor. Sebep, “heroik direniş söylemini kuran hareketler”in bunu sermaye haline getirmeleriymiş.
T. Bora,12 Eylül döneminde direnmenin gerekliliği üzerinde fikir beyan etmeden, böylesine olağanüstü koşullarda bir devrimcinin ne yapması, nasıl davranması gerektiği konularına girmeden, ağır çözülmeleri kınamadan, kendince birtakım riskleri bahane ederek “direniş ahlâkı”nı eleştiriyor. Adressiz Sorgular, Grup Yorum’un şarkı dizeleri, Devrimci Sol, tek tip elbise ve ölüm oruçları üzerinden birtakım dokundurmalarla radikal sola yönelik toptancı ve karalamacı suçlamalarda bulunuyor.
Her direnişin doğurabileceği riskler elbette vardır. Deniz’leri, Mahir’leri, İbrahim’leri kimi takipçilerinin dokunulmaz varsaydıkları, sol veya sağ bir sapmaya dayanak yaptıkları olmamış şeyler değildir. İşkencede ve cezaevinde direnişi önemsizleştirip sıfıra indirgeyenleri tersine çevirerek abartanlar da vakidir. Tarihi, yenilgiler, katliamlar ve kayıplarla dolu, çocukluktan itibaren kafasına şehitlik menkıbeleri yerleştirilmiş Türkiye solunun çeşitli öbeklerinde az ya da çok “şehit kültü” görüldüğü de söylenebilir. Özellikle zayıf düşülen, düşerken sarılacak dal aranan zamanlarda bu artmaktadır. Bunlar devrimcilerin önüne çıkabilecek risklerdir; büyüyememe, olgunlaşamama, kitlesel politik bir güç olamama hastalıklarıdır. Ancak, bunlardan dolayı suçu kahramanca eylem ve direnişlere atmak, bunları fazlalıklarından arındırmak yerine, redde vardırmak yanlıştır. Bebek banyo suyuyla birlikte atılmamalıdır.
T. Bora, “cesaret imtihanları” gibi apolitik formüllere sıkıştırdığı faşizme karşı her mekân ve zamanda aralıksız direnmenin ihmal edilmesinin sosyalist harekete verdiği zararları, bunun eski olumlu özellikler üzerinde yarattığı erozyonu sorun etmiyor. Bin sayfaya yaklaşan kitabında buna bir paragrafla bile değinmiyor. Ya çevre olarak kafalarında böyle bir sorun yok, ya kendilerini “reel sosyalist sistemin çöküşü”ne yüksek çözümler getirme hülyasına kaptırmışlar, ya da var olalı beri “cesaret imtihanları”nın hiçbirinden geçmemiş olmanın ezikliğini yaşıyorlar. Aslında bunların hepsi var.
Bora, Adressiz Sorgular’daki kimi anlatılarda görülebilen maksadını aşan çizgi dışı söylemlere değil, bunları fazlalıklarından arındırarak teorik bir düzeyde yeniden üreten ve devrimci tarih yazımının bir parçası haline getiren “İşkencede Direniş Üzerine Bazı Kısa Dersler” bakmalıydı. Orada yalnız işkencede direnmenin gerekliliği vurgusunu değil, bunun bilimsel sosyalist ideoloji, devrimci politika ve örgütlenme ile olan ilişkisinin de etraflıca ele alındığını görürdü. Ahlakçı ve hümanist yaklaşımları eleştiren, tekrar tekrar ideolojiye, politik yöne ve örgütlenmeye vurgu yapan ve direnmenin devrimcilik haritasını içindeki koordinatlarını işaretleyen bir kitabı, “mutlaklaştırma” ve politikayı ahlaka ikame etmekle suçlamak göz göre göre yapılmış bir haksızlıktır.
Her şeyi cesarete bağlayan sol “heroizm”e düşmemenin yolu sınırlarını doğru çizmekten geçer.
Heroizm, sözlüklerde genellikle kahramanlık, kahramanca davranış, olağanüstü cesaret ve fedakârlık, cüret ve cesaret olarak tanımlanır. Kahramanlık çağlara, toplumlara, sınıflara, ideolojilere göre değişir, farklı biçimler alır. Kahramanlık imgesi, antik çağlarda ayrı, aristokraside ayrı, burjuva devrimlerinde ayrı, faşizmde ayrı, küçük burjuva radikalizminde ayrı, proletarya sosyalizminde ayrıdır. Her cesaret gösteren, örneğin gangsterler, katiller, katliamcı faşistler kahramandan sayılmazlar. Kahraman olmak doğa güçlerine hâkim olmayı sağlamak, dış ve iç sömürücülerin boyunduruğuna karşı mücadelede yiğitlik göstermek, toplumun ilerlemesine ve iyiliğine katkılarda bulunmak gibi insanlık yararına yüce işler yapmış olmayı gerektirir. Kahramanlığa temel oluşturan toplumun önüne çıkan tarihsel görevlerin büyüklüğüdür. Kendiliğinden ve zahmetsiz gelişen, fedakarlıklar, iç savaşlar, ayaklanmalar olmadan zafer kazanan hiçbir ulusal kurtuluş savaşı ve devrim olmamıştır. Hiç kimse kahramanlık olsun diye ölmeyi, acı çekmeyi istemez; ölüm, özlem ve ideallere kavuşmak için ödenmek zorunda kalınan bir bedeldir.
Marksist klasikler tek tek bireylerin, grupların, devrimci sınıfın ve halkların kahramanca tavırlarından boş yere övgüyle söz etmezler. Komünizmin tarihinde Jakoben terörden esinlenerek devrimi, profesyonel devrimcilerden oluşan komplocu bir azınlığa bağlayan Babeuf’ün devrimciliği bireysel kahramanlığa dayanıyordu. Gizli örgütlenmiş seçkin devrimcilerin iktidarı zorla ele geçirerek komünist bir diktatörlük kurulabileceğine inanan Blanqui de aynı yolda yürüdü. Marks ve Engels’in ilk işlerinden biri kendinden önceki ve kendi zamanlarındaki öteki devrimci hareketlerle proleter sosyalizmi arasına sınır çekmek oldu. Devrimi, kendini fedaya hazır profesyonel devrimcilerden oluşan küçük öncü grupların kahramanlığına indirgeyen vesayetçi anlayışa karşı, örgütlü proletaryayı öne çıkardılar. Komünist Manifesto’dan itibaren sınıflar mücadelesini ve “Tarihi insanlar yapar” fikrini vurguladılar.
Çarlık Rusya’sında azınlık grupların terör eylemleriyle halk adına devrim yapabileceklerine inanan Narodnikler de Çarlığa karşı olağanüstü bir cesaretle mücadele ettiler. Narodnikler devrimi seçkin devrimcilerden oluşan küçük komplocu bir grupla yapabileceklerine inanıyorlardı. Plekhanov’dan başlayarak Marksistler, başta Lenin kendini feda etme ve bireysel kahramanlık üzerine kurulu Narodnik anlayışın devrimin zaferi için yetersiz olduğunu gösterdiler. Lenin, Narodnik kahramanlığın özünü reddetmeksizin, Marks ve Engels’in yolundan giderek kendi parti öğretisini geliştirdi.
Menşevikler, Lenin’in “bütün görevleri devrim için çalışmak olacak” profesyonel devrimcilerden kurulu parti önerisini, “komplocu bir klan” olarak yozlaşmaya yol açacağı gerekçesiyle reddettiler. Lenin’se onlara “üç asırlık bir iktidar deneyimiyle, oluşturduğu devlet aygıtıyla” Çarlığı yenmek istiyorsak, “mükemmele yakın, olağanüstü bir aygıta sahip olmamız gerekir” diye cevap verdi.[3]
Gönüllü olarak 24 saatini devrime adayan, belirli bir iş bölümü içerisinde hareket eden (ajitatör, propagandist, örgütçü, asker vb.), üye olabilecek asgari özelliklere sahip, politik ve örgütsel deneyimi olan, belirlenen disipline ve kurallara uyan, en ağır illegalite koşullarında mücadeleyi sürdürebilen, takipleri atlatma yeteneğine sahip, profesyonel devrimcilerden oluşan yeraltı örgütü olmasaydı, Çarlık Rusya’sı gibi zulmün kol gezdiği bir ülkede, ne Ekim Devrimi zafere ulaşabilirdi ne de sosyalizm inşa edilebilirdi. Sınıf mücadelesinin sert geçmediği, barışçıl biçimlerde seyrettiği günlerde değilse de karşıdevrimin saldırıya geçtiği yasa dışı koşullarda veya devrim anında korkusuzca, her türlü tehlikeyi göze alabilecek, kısacası kahramanca denilebilecek özellikler gerekiyordu.
E. Hobsbawm bunu şöyle anlatır:
“Lenin’in öncü partisi zulüm döneminde, Rus Devrimi savaş sırasında ve Sovyetler Birliği de iç savaş ve açlık sırasında ortaya çıkmıştı. Komünistler devrim olana kadar içinde yaşadıkları toplumlarından bir ödül bekleyemezlerdi. Profesyonel devrimcilerin bekleyebileceği tek şey hapis, sürgün ya da epey sık gerçekleşen ölümler olabilirdi. Komintern, anarşistlerden, İRA’dan, İslamcı intihar eylemcilerinin hareketlerinden farklı olarak bireysel şehadetleri putlaştırmıyordu.”[4]
Nazizm döneminde İngiliz Komünist Partisi üyesi olan Hosbawm, aydın özellikleri taşımasına karşın, devrimcilerin kendilerini ölüme ya da gaziliğe yakın hissetmelerini kahramanlık düşkünlüğüyle değil, “Komintern profesyonelleri”nin koşullarının ağırlığının getirdiği katılıkla açıklar. ”Katılık… politik jargonumuzun içine nüfuz etmişti (‘sözünden dönmez’, ‘boyuneğmez’, ‘Çelik gibi sert’, ‘tek vücut’). Devrimden önce, devrim esnasında ve sonunda da katılık daha doğrusu acımasızlık, yapılması gerekeni yerine getirmek, Bolşeviklerin esas ilkesiydi.”[5]
Her profesyonel devrimci kahraman değildir, ama belirli koşullarda buna dönüşebilecek nüveyi içinde taşır. Bu yüzden profesyonel devrimcide olması gereken özellikleri “heroizm inşası” olarak damgalamak yanlıştır. Devrimci gerektiğinde kahraman olabilen insandır. Profesyonel devrimci kavramı ahlaki ölçütlerle tanımlanmaz. O 24 saatini örgüt için harcayan bir örgüt üyesidir. Üye olabilmesi ideolojik olarak sosyalizmi, siyaseten proletarya partisinin yakın ve uzak amaçlarını benimsemesine bağlıdır. Ahlaki ölçütleri belirleyen bunlardır.
Adressiz Sorgular’ın işkencede direniş söylemi, Lenin’in profesyonel devrimcilik kavramını eksen alır. Eğer T. Bora, “İşkencede Direniş Üzerine Bazı Kısa Dersler” başlıklı giriş kısmını okusaydı, orada şöyle yazdığını görecekti:
“Kuşkusuz, çağımız koşullarında tarihin gerçek kahramanı rolünü oynayabilecek olanlar olağanüstü niteliklere sahip bireyler değildir; aksine kitlelerdir, proletaryadır. Gerek sınıfın öncü bölüğünü gerekse onun tek tek bireylerini ele alırken bu gerçeği unutamayız. Eğer bunu unutursak eninde sonunda tarihi olağanüstü kahramanların yarattıklarını, yığınlarınsa pasif bir ‘sürü’ olduklarını savunan bireysel terörizm politikasına var��rız. Bu bakımdan, tarihin yaratılmasında bireylerin rolü hiçbir zaman sınıfların ve sınıf mücadelelerinin yerini alamaz.”[6]
Burada ve başka yerlerde yazılanlar, gelenek olarak Narodnizm’in 20. yüzyıldaki versiyonları sayılabilecek İtalya’da Kızıl Tugaylar (BR), Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Japonya’da Japon Kızıl Ordusu (ARJ), Latin Amerika’da Tupamarolar, bizde THKO, THKP-C gibi, devrimi gizli örgütlenmiş küçük grupların kahramanca eylemleriyle başarabileceğine inananlardan farklı bir anlayışı temsil eder. Bireylere ve küçük bir azınlığa altından kalkamayacağı, ancak kitlelerin başarabileceği roller yükleyen böylesi girişimler, ister istemez akamete uğramışlardır. Bireylerin kahramanlığı partinin kahramanlığının, partinin kahramanlığı kitlelerin kahramanlığının yerini tutamaz. Kahramanlık söylemi abartılmayıp yerinde ve zamanında kullanıldığında, Marksist-Leninist ideoloji, siyaset ve örgüt bağlamına yerleştirildiğinde “mutlaklaştırma” ve ahlaka kurucu rol biçme mümkün olmaz.
T. Bora bu konularda bir şey söylemeden Adressiz Sorgular’ı “heroizm inşasının timsali” olarak gösteriyor. Devrimciler bireylerin (devrime zarar vermemek kaydıyla) olsun kitlelerin olsun kahramanca eylemlerine olumlu gözle bakarlar. Kahramanlık, olağanüstü işkencelere direnmekle, idam sehpasına tekme atmakla ve gözü pek askeri eylemlerde bulunmakla sınırlı bir şey değildir; Paris Komünü, Ekim Devrimi, SB’nin Nazi Almanya’sına karşı savaşı, Çin ve Küba devrimleri, ABD emperyalizminin yenilebileceğine model oluşturan Vietnam devrimi de kahramancadır, Stahanovist hareket de, yaşamından feda ederek yıllarca devrimin sabır ve inatçılık isteyen gündelik işlerinde çalışmak da kahramancadır. Bunlar kendiliğinden yeşermezler, ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci potansiyelini açığa çıkarmak ve onları devrim doğrultusunda motive etmek için kahramanlığa cevaz veren bir literatür gerektirir.
Burjuva hümanizminden öte devrimci kahramanlık anlayışı olmayan, çelişik sözler sarf etmekten geri duramayan T. Bora’nın tutumu son derece muğlaktır. Faşizm ve militarizmle ilişkilendirdiği “heroizm”e çoğu zaman olumsuz bir rol yüklüyor. Birikim dergisinde yayımlanan “‘Enkazda Altın Tozları’” yazısı buna örnektir. “Heroizmi Sorgulamak” ara başlığıyla başlayan yazının ilk iki cümlesi şöyledir: “Victor Klemperer, Nazi söyleminin yapıtaşlarından biri olarak kahramanlık mitosuna dikkat çeker. Kahramanlık en yüce değerdir bu söylemde, en büyük meşruiyet kaynağıdır.”[7]
Nazi kahramanlık söyleminin karşısına, sosyalist/antifaşist kahramanlık türlerini değil, kendisinin “sahici kahramanlık” dediği, Klemperer’in “Nazi döneminde Yahudi kocalarıyla evliliklerini sürdüren Aryan kadınları”nı çıkarır: “Gösterişsiz, şansız, ümitsiz ve yapayalnız bir insaniyet kahramanlığıdır bu kadınların yaptığı” gibi bir girizgahtan sonra, Klemperer’in LTI, Nasyonal Sosyalizmin Dili kitabından ‘Ari kadının kahramanlığı’ üzerine şu sözlerle biten uzun bir alıntı yapar:
“…yanındakine devranın döneceğini, günün geleceğini, o günü beklemenin bir görev olduğunu durmaksızın telkin edecek ve bunu ona her seferinde kabul ettirecek kadar kuvvetli olmak, grupsuz bir yalnızlaşma halinde… tamamen kendi başına durabilecek kadar kuvvetli kalmak: bütün kahramanlıkların ötesindeki heroizm işte budur.”[8]
Eşi Alman olan Klemperer, Nazi rejiminde yaşamış dilbilimci liberal bir Yahudidir. Belli ki, “bütün kahramanlıkların ötesindeki heroizm”den kastı karısı ve onun gibi küçük bir azınlıktır. Bora’nın, Nazizm’e ve faşizme karşı yiğitçe, olağanüstü bir cesaretle savaşarak ölen milyonlarca asker, komünist ve ilerici direnişçi, kadın ve erkek partizan, elde silah direnen halklar dururken, neden böyle bir örnek seçtiğine şaşmamak elde değildir. Sinekten yağ çıkarırcasına, icazetli, uzlaşıcı, son derece edilgen ve düşük riskli bir durumu kahramanlık olarak gösteriyor. Milyonlarca Yahudi katledilir, kurtulanlar çeşitli cephelerde ölümüne savaşırlarken, Klemperer’in canı karşılığında sırtını karısına yaslayarak statükoyla uzlaşması, her tarafından kanlar akan Nazi canavarına tahammül etmesi nasıl en üstün kahramanlık olabilir ki? Böylece Bora’nın kahramanlığının düzenle uzlaşmaya, yasallık ve konsensüse dayandıran bir noktaya geldiğini görürüz.
Bora, Klemperer’in izini takip ederek bir yandan ideolojiler ve sınıflar üstü (sınıf yerine yurttaşlık) bir zemine geçiş yaparken, öte yandan da kendi anlayışını ortaya koyar. En ağır şartlarda canı pahasına, olağanüstü yiğitlik gösteren kahramanlar döneminin eskide kaldığını, postmodern zamanlarda kahramanlığın “gereksizliğini”, “post-heroik toplum”un “kahramanlığın icap etmediği bir toplum tasarımı” olduğunu söyleyenlerden söz eder ve sözü kendi alternatifine getirir:
“Kahramanlığın güçlü bir alternatif kavramı var: Medeni cesaret. Batı dillerinden doğrudan aktaracak olursak. Sivil sıfatı, bu kavramın askeri-militarist cesaret anlayışından farklılığını vurguluyor…Yurttaşça cesaret diye de karşılayabiliriz… Sivil/medeni sıfatı, bu sorumluluğa hümanist değerleri ifade eder. Medeni cesareti tahrik eden, onu kahramanlığa sevk eden alarm hali, insan haklarının ve insan haysiyetinin ihlalidir.”[9]
Medeni cesaretin bir anlamı da “sivil cesaret”tir. T. Bora, “askeri-militarist cesaret’in karşısına “sivil cesaret”i koyarak, “heroizm söylemi” dediği devrimci kahramanlığı devreden çıkarır. Bu, bildiğimiz ölümü hiçe sayan, gözünü budaktan esirgemeyenlerin cesareti değil, kendisinin de ifade ettiği gibi “hümanist”, şiddet içermeyen, fazla cesaret gerektirmeyen cesarettir. Acı çekmek istemeyen, vuruşmaktan ve ölümden korkanların cesareti, “cesaret imtihanları”ndan elbisesinin ütüsü bozulmadan çıkmak isteyenlerin cesaretidir. Sivil cesareti, insan hakları kapsamına giren sorunlarla örtüşen bir liberal siyaset anlayışı, olağanüstü zamanlarda bireysel bir sivil itaatsizlik olarak da tanımlayabiliriz. Fiziksel saldırılara, zorbalığa karşı barışçıl yollarla direnmeyi, “insaniyet” yararına işler yapmayı içerir: “Özellikle savaş ve çatışma ortamlarında yaşatmayı, hayatı kurtarmaya çalışmayı bir değer olarak koruyanların kahramanlığı”… “Şahsi gayretiyle Konya ovasının çölleşmesine direnmeye çalışan bir emekli öğretmen”in kahramanlığı… hukuk adamlarının kahramanlığı…askerden kaçanların kahramanlığı… insan hakları savunucularının kahramanları… vicdani retçilerin kahramanlığı…[10]
Bora’nın, sıfır direniş durumunda hiç yoktan iyidir diyebileceğimiz “medeni cesaret”i, kahramanlık sınırlarını zorlamadan, başladığı yerde biter. Mahatma Gandhi’nin şiddetsiz direnişinin sınırları dışına çıkamayız.
Bora, toplumun devrimle dönüştürülmesine karşı olduğu, düzen içi demokrasiyi savunduğu için sola özgü kahramanlık söylemini, bazen kahramanca cesaret anlamında değil, “vatan millet sakarya” anlamında “hamaset”le özdeşleştirir. “Solda da hamasetin varlığını, pekâlâ iş gördüğünü, pekâlâ sevildiğini inkâr etmeyelim.” Demek ki, “heroizm söylemi”ne çatması ne direnişin “mutlaklaştırılması”, ne siyasetin “ahlaklaşması”ndan gelir. Derdi sivil toplum söyleminin sınırlarını çizmek ve böyle bir toplumun öznesi olarak “medeni cesaret”e alan açmaktır.
Bitti.
Önceki yazılar:
Dipnot:
[1] Henri Alleg, Sorgu, Alan Yayıncılık, İstanbul-1986, s. 9
[2] Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 685
[3] Zinovyev, Rusya Komünist Partisi Tarihi, Akış Yayıncılık, Ankara-1991, s.68
[4] E. Hosbawm, Tuhaf Zamanlar, İstanbul-2006, s.184
[5] A.g.e. s. 185
[6] Yaşar Ayaşlı, Adressiz Sorgular, Yurt-Kitap Yayın, Ankara-1993, s.56
[7] Aktaran T. Bora, “İnsani kahramanlık, sebat kahramanlığı: “Enkazda altın tozları”, Birikim, Sayı: 277, s.55
[8] A.g.sayı, s.56
[9] A.g.sayı, s.60
[10] Bu alanlarda da büyük cesaret gösterenler çıkabildiğini reddetmiyoruz. Özellikle Bora’nın paranteze alarak anlattığı “Kızıl Orkestra” örneği olağanüstü cesaret gerektiren bir iştir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.