Devrimciliğin kitabında, ‘Zafer garantiyse savaşırız, değilse savaşmayız,’ diye bir kural yoktur. Öyle zaman olur ki, yenileceğini bile bile dövüşürsün 1871’de 130 bin asker tarafından kuşatılan Paris’in, eğitimsiz ve mühimmatsız 40 bin komünar tarafından sonuna kadar savunulması çılgınlık mıydı?
Tanıl Bora, Cereyanlar kitabının “Sol”u anlattığı bölümünde şöyle diyor: “Halkın Kurtuluşu’nu pasif bularak ayrılan bir ekibin 1979 başında yeniden derlenmesiyle oluşan grup, yeraltı ve gizlilikte ustalaşmayı hedeflemişti.” Ayrılığın “pasif”likle, sonrasınınsa “yeraltı ve gizlilikte ustalaşmayı hedeflemek”le sınırlanması sığ ve eksik bir anlatım. İndirgemeci, redüksiyonist, hatta o bile değil. Elbette anlatma beceriksizliğinden yapmıyor bunu, yola tek nedenli, tek özellikli bir grup olarak çıktığı izlenimi yaratarak küçültmek istiyor.
1980 öncesi bölünmeler her ne kadar ayağa düşmüş idiyse de bu kadar basit değildi. Bunun bir arka planı, birtakım ideolojik, siyasi, örgütsel cepheleri vardı: “Üç Dünya Teorisi”, Türkiye yarı feodal mi kapitalist mi, “uzun süreli halk savaşı mı” ayaklanma da olabilir mi, proletaryanın hegemonyası, mücadele ve çalışma tarzı vs. Üstelik “yeraltı ve gizlilikte ustalaşma”, partileşme sorununun tamamı değil bir alt başlığıdır. Bunun örgütlenme ve kadro politikası, amatörlük, demokratik merkeziyetçilik, bürokratizm, uvriyerizm, kendiliğindencilik gibi başka yönleri de var.
“Yeraltı ve gizlilikte ustalaşma” ise laf ola beri gele söylenmiş bir şey değil. Ekonomik ve siyasi krizin, yönetemezlik halinin, düşük yoğunluklu iç savaş gibi olguların karakterize ettiği bir dönemden geçilmekteydi. Devlet, 1979 başında Türkiye tarihinin en devrimci dönemini bir karşı atakla bastırmaya girişmiş, kendi eseri Kahramanmaraş Katliamı’nın ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan ederek yasal çalışma ve mücadele alanlarını daraltmıştı. Devrimci hareketler ise İstanbul ve Ankara’da kapatılan dergi bürolarını ve yayınevlerini sıkıyönetimin olmadığı yerlere taşıyarak tıkanıklığı aştıklarını sanmışlardı. Sıkıyönetimin geçici bir önlem değil, ucu darbeye uzanan bir köprü olduğu tam kavranamamıştı. Darbe demek faşizm demek, yapıldığı andan itibaren yasal imkanların sıfırlanması demekti. Dolayısıyla acilen yeraltını güçlendirmek, barınma, baskı, dağıtım, ulaşım, mücadele biçimleri sorunlarının nasıl çözüleceği üzerine kafa yormak, aşırı yasallaşmaya son vermek gerekiyordu. Yasal olanaklar kullanılmaya devam edilmeli, ama bununla yetinilmemeli, başta “yeraltı ve gizlilikte ustalaşmak” olmak üzere birtakım hedefler konmalı idi. Bunların neler olduğunu burada uzun uzun anlatmak gerekmiyor.
Türkiye solunun çoğunluğu darbe olacağını tespit etmesine etmiştir, ama iş buna yönelik hazırlık yapmaya gelince kılını kıpırdatmamıştır. 1980’e gelindiğinde hala yasal imkanlar genişletilmeye çalışılmakta, günlük gazete, legal parti gibi bir yıllık ömrü olup olmadığı bile kestirilemeyen işlerle uğraşılmaktaydı. Tanıl Bora, darbeden 9 ay öncesine gönderme yaparken yadırgamadan, gayet normalmiş gibi şöyle yazıyor: “1979 Aralık’ında günlük Demokrat gazetesini yayınlamaya başlamış, hareketin ‘abileri’ o sıralarda legal parti seçeneğiyle ilgili bir fikir yoklaması da yapmışlardı.”[1]
Darbe ve illegalite
Darbe olduğunda şaşkınlık olması doğaldır, doğal olmayan 12 Eylül geldiğinde tığ teber ortada kalmaktan ileri gelen panik halidir. Bunun en önemli nedenlerinden biri yeraltı örgütlenmesine sahip olmamak ve ruhen hazırlıksızlıktı. Çoğu gizliliğin nasıl uygulanacağından, örneğin illegal yayınların nasıl basılıp dağıtılacağından habersizdi. Barınma, basım, dağıtım, ulaşım, haberleşme alanlarında gizlilik pratiğine yeterince sahip olmamanın sıkıntısı yaşandı. Bilinen evler değiştirilmekte, ama acemice, kimi aranan arkadaşının boşalttığı evi tutmak, kimi de Ankara’daki ev eşyasını İstanbul’a nakliyat şirketiyle taşıtmak gibi fahiş hatalar işleyebiliyordu. Çözülen bir kişi onlarca, yüzlerce adres verebildi. “Herkes başının çaresine baksın” denmişti ama bunu diyenin bile kendisinin ne yapacağını bildiği şüpheliydi.
12 Eylül 1980 öncesinde kurulan yasal partilerin hiçbiri yeraltına geçmeyi alabora olmadan başaramadı, çare bir yolunu bulup yurtdışına çıkmakta veya sıkıyönetime teslim olmakta arandı. Gizliliği yarım yamalak uygulamış yarı yasal örgütler de yeni döneme ayak uydurmakta zorlandılar; toparlanıncaya kadar önemli kayıplar verdiler. İllegal basım, dağıtım ve ulaşımda (vb.) ciddi bir sıkıntı ve duraklama yaşamadıysak, önceden hazırlıklı olduğumuz ve pratiğini yaptığımız içindi. Bunun için süper zekâ olmak gerekmiyordu. Ne Yapmalı, Bir Adım İleri Bir Adım Geri, Tasfiyecilik Üzerine gibi klasikleri doğru okumak ve somut koşullara uyarlamak yeterdi. Lenin, zamanında parlamenter mücadeleye göre ve yasal olarak yapılanmış örgütleri, önceden hazırlık yapmadan ağır koşullara geçiş yapamayacakları konusunda defalarca uyarmıştı.
Tanıl Bora kitabında 12 Eylül dönemine girerken devrimci grupların yeraltına geçmeye hazır olmadıkları, kılavuz edindikleri ideolojinin gerekliliklerini yerine getirmedikleri için eleştirmiyor. Çünkü hem Leninist parti öğretisinden bihaber hem de başkalarını kendisinin inanmadığı ve yerdiği bir öğretiyi uygulamadıkları için eleştirmeyi gereksiz buluyor. Ona asıl ters gelen bu işi kitabına uygun yapmaya çalışanlar, sivil toplumculuğa en uzak noktada bulunanlar.
12 Eylül faşist darbesi devrimci hareketi dövüşmek ya da teslim olmak seçeneğiyle karşı karşıya bıraktı. Ne yazık ki Türkiye sosyalist hareketi ekseriyeti itibarıyla direnmemeyi seçti. Geçmişini düzelterek ve bazı şeyleri saklayarak tarihi yeniden yazanlar bir tarafa, Türkiye solunun hemen bütün birimlerinin cuntaya karşı gerektiği gibi direnmediği, bir çeşit hezimet yaşadığı söylenebilir.
Bunun üzerinden bir sınıflama yaparsak direnmeyenleri kabaca üç grupta toplayabiliriz: Birinci grupta, “yapılacak bir şey yok”, “herkes başının çaresine baksın” diyerek “geri çekilme”yi fırtına dininceye kadar sürecek bir strateji haline getirenler yer alıyor. Çare yurtdışına çıkmakta, askere veya başka bir şehre giderek izini kaybettirmekte, içine büzülüp iyi günlerin gelmesini beklemekte aranıyor. İkinci grup cuntanın saldırısının şiddetini 12 Mart’ın tekrarı olarak hesaplayıp, geri çekilme taktiğini savunmadığı halde çöküşü önleyemeyen ve birkaç ay sonra birinci gruptakilerin yoluna girmek durumunda kalanlardır. Üçüncü grup darbeden önce veya darbeyle birlikte “geri çekilme” taktiğini savunup, bazı kadrolarını yurtdışına çıkarıp, düşük düzeyde ve taksitli bir faaliyet yürütenlerdir. Aralarında belirli farklar olmakla birlikte her biri hezimette az veya çok pay sahibidirler. 12 Eylül’e “dövüşsüz yenilgi” dediysek, bizdekinin olması gerekenden farkını vurgulamak istediğimiz içindir.
Elden geldiğince direnilse ve buna rağmen yenilinse kimse buna “bozgun”, “hezimet” diyemeyecekti. Önce direnmek, yenilineceği anlaşılınca da fazla kayıp vermemek için düzenli olarak geri çekilmek gerekirdi. Ama genelde yapıldığı gibi geri çekilme tası tarağı toplayıp ortalıktan toz olmak veya içe kapanıp beklemek olarak anlaşıldı.
Eğer böylesine ağır koşullarda yurtdışına çıkmadan, içe kapanmadan, ara vermeden, gücünün üstünde bir performans göstererek çökertildiği 1985 yılına kadar ayakta kalan, dışarıdaki tavrını, işkencede, cezaevinde ve mahkemede aynı tutarlılıkla sürdürenler varsa, kem küm etmenin, kelimeleri eğip bükerek sapkınlıkla malul bir direniş profili çizmeye kalkmanın ne alemi var. Bu çekememezlik midir, kendi sicilini örtbas etme kaygısı mıdır, hakkıyla direnenler olduğunun istenmemesi midir, her neyse.
Buna Birikim dergisi yazarlarından iki örnek vereceğim. Biri Kurtuluş kökenli Sezai Sarıoğlu’dur:
“Geçerken söylemek gerekir ki, TİKB yine kendine özgü, ‘dövüşe dövüşe yenilme’ geleneğiyle, cuntaya karşı direnme kararıyla, üyelerinin yarısının ‘şehit’ düşmesiyle ve ‘devrimin mezar kazıcısından başka bir şey olmayan mülteciliği de kadrolarına yasaklayarak’ da kendine özgü bir yol çizdi.”[2]
Bir yandan yakınlık duyduğu hareketleri efsaneleştirerek uzun uzun anlatırken, gerçekten direnenlerden bahsetmemenin sırıtacağını biliyor, öte yandan da cümle içinde iki kez tekrarladığı “kendine özgü” gibi vurgularla birtakım anomaliler yaratıp herkesin bildiği direnişi çarpık bir surette resmetmeye çalışıyor. Cuntaya karşı direnme kararı, “dövüşerek yenilmek”, mülteciliği kadrolarına yasaklamak niye “kendine özgü” olsun ki? 71 ihtilalcileri ve birçok ülke devrimcileri tam da böyle yaptılar. Bunlar yetmiyormuş gibi, bir de öyle bir şey yokken, Sarıkamış’ta askerlerini kırdıran Enver Paşa çağrışımı yapmak için, “üyelerinin yarısının şehit düştüğü” yalanını atıyor. Direndiniz ama yüzü astarından pahalıya geldi!
Sarıoğlu bu kadarla da yetinmiyor:
“TİKB’nin tarihe not düşülmesi ve belki de örgütsel-siyasi yanı bir kenara sosyolojik ve psikolojik olarak incelenmesi gereken ve kendi meşreplerince gelenek yaratan bir diğer özelliği de ‘kadrolarının çoğunluğu siyasi poliste konuşmayan Türkiye’deki ilk ve tek örgüt’ olmalarına yaptıkları vurgunun bir gerçeği yansıtmasıdır.”[3]
Dünyada gelmiş geçmiş bütün komünist/devrimci partilerin önlerine böyle bir hedef koyduklarını, koymaları gerektiğini bilmezden geliyor. İşkencede direnmeyi “kendi meşreplerince” diyerek istisnaileştirmekle de kalmıyor, herkeste olması arzu edilen, genelleştirilmesi gereken bir özelliği, “sosyolojik ve psikolojik” olarak mercek altına alma önerisinde bulunuyor. Asıl böylesine tuhaf bir öneride bulunan Sarıoğlu’nu ve bağrından Kıvılcımlı’ları, Kaypakkaya’ları, Öktülmüşleri ve sırf direndiği için katledilmiş, sakat bırakılmış yüzlerce devrimciyi çıkarmış Türkiye solunun neden bu kadar düşük bir performans gösterdiğini mercek altına almak gerekmiyor mu?
12 Eylül’dekinden daha ağır koşullarda mücadele eden komünist ve devrimci partilerin bu konuda talimatlar, broşürler yayımlayarak, anılar ve romanlar okutarak kadrolarını bu yönde eğittiğini, dünyada bizdekini kat kat aşan yaman direniş örnekleri verdiklerini her devrimci bilir. Fırtına Çocukları, Darağacından Notlar, Sorgu, Direnme Savaşı adlı kitaplarda anlatılanlar kurgu değil gerçektir. Hal böyleyken Sarıoğlu’ndan direnenleri değil hem yönetici mevkilerde olup hem de hareketi hakkında onlarca, hatta yüzlerce sayfa ifade vererek çözülenlerin psiko-analize tabi tutulmasını önermesini beklerdim.
Tanıl Bora dergidaşının bıraktığı yerden devam ediyor: “Darbede ‘bozguncu geri çekilmeciliğe’ karşı ‘direnirlik kazanma’yı öncelikli dava olarak koydular. Yaşar Ayaşlı (doğ. 1950) ‘Yenileceğini bile bile kavgayı sürdürmek’ten bir asli değer olarak söz eder.”[4] İki cümlenin ikisi de bağlamından kopartılmıştır.
“‘Darbede bozguncu geri çekilmeciliğe’ karşı ‘direnirlik kazanma’” ne demek? Ben bundan “direnirlik kazanma”nın darbeye karşı değil, “bozguncu geri çekilmeciliğe” karşı konuşlandırıldığını anlıyorum. Herhalde bozguncu “geri çekilmecilik”le rekabet etmek için “direnirlik”(!) kazanmaya çalıştığımızı ima ediyor. Bunu, iki paragraf sonra Dev Sol’un tek tip elbise zorlamasına karşı kararlı direnişini direngenliğine değil, “Devrimci Yol’la süren rekabet”ine bağlamasından çıkarıyorum. Böyle “öncelikli dava” mı olurmuş. Bora gibi ciltlerce kitap yazan kalemi kuvvetli biri, “Cuntaya karşı bozgunculuğa kapılmadan direnmeyi öncelikli dava olarak koydular” demesini bilmiyor mu? Biliyor bilmesine de yamuk cümlelerden bir sapma çıkaracak, maksadı o.
Aynı şekilde, “‘Yenileceğini bile bile kavgayı sürdürmek’ten bir asli değer olarak söz eder” derken de “heroizm inşası”na çıkan bir kapı açmak istiyor. Bora, orada Paris Komünü’ne gönderme yaptığımı anlayamayacak biri değil. Cümlenin aslı şudur:
“‘12 Eylül darbesi kaçınılmazdır; ancak darbenin zaferi de kaçınılmazdır’(Ergun Aydınoğlu) Yapılacak bir şey yok demek, eksiksiz kaderciliktir. Birçok grup tam da böyle düşündüğü için direnme gereği duymamıştır. Oysa devrimciliğin kitabında, ‘Zafer garantiyse savaşırız, değilse savaşmayız,’ diye bir kural yoktur. Öyle zaman olur ki, yenileceğini bile bile dövüşürsün (abç) 1871’de 130 bin asker tarafından kuşatılan Paris’in, eğitimsiz ve mühimmatsız 40 bin komünar tarafından sonuna kadar savunulması çılgınlık mıydı?”[5]
Burada sözü edilen Paris Komünü’dür. Dövüşerek yenilmek başarısız bütün devrimlerin doğasında olan bir şeydir. Mesela 1905 devrimiyle ilgili Bolşevik parti tarihi şöyle yazar: “Ama devrim henüz ezilmiş değildi. İşçiler ve devrimci köylüler dövüşe devam ederek yavaş yavaş geri çekildiler.”[6] Fazla uzağa gitmeye de gerek yok: 12 Mart bir yenilgiydi, 71’in devrimci örgütleri kaçarak değil dövüşerek yenildiler. Buna bir başka örnek de Che Guevara’nın Bolivya’daki girişimidir.
Dünya faşizmle mücadele tarihine bakalım: 1920-1945 yılları arasında Sarıoğlu ve Bora gibilerin ikide bir laf sokuşturdukları Komintern partileri, tüm eksiklik ve hatalarına rağmen, faşizme karşı kahramanca direndiler. Bazıları ara vermeden, bazıları zayıf düştüklerinde tekrar toparlanarak mücadele ettiler. Gramsci başta olmak üzere liderliğinin neredeyse tüm üyeleri hapsedilen veya sürgüne yollanan İtalyan Komünist Partisi, 1926’dan sonra yeraltına geçerek mücadelesini sürdürdü. Mussolini’yi ayağından asan partizan hareketinin 256 bininden 153 bini İtalyan Komünist Partisi taraftarıydı. Fransız Komünist Partisi, Nazi işgali altındaki Fransa’da sayısız eylem gerçekleştirdi; kitlesel grevler, gösteriler, protestolar, sabotajlar örgütledi; düzinelerce yeraltı yayını vardı. 300 bin Almanya Komünist Partisi üyesinden cezaevlerine ve toplama kamplarına atılan 145 bin kişinin çoğu, Fransa’da 75 bin, Yugoslavya’da 50 bin, Çekoslovakya’da 25 bin, Avusturya’da 2 bin komünist Nazi faşizmine karşı savaşta hayatını kaybetti. Dövüşenlere kimse mücadeleyi sonunda kazanacaklarının garantisini vermiş değildi. Buna rağmen direndiler ve kazandılar.
Bir sivil toplumcu olarak Tanıl Bora bunları “heroizm inşası” ile bağlantılandırabilir. Ben kendisinden farklı olarak Marksist-Leninist öğretiye bağlı biriyim ve klasiklerden okuduklarıma dayanarak bir genelleme yaptım. Lenin, “Önceden fırsatları kusursuz bir doğrulukla hesaplama girişimin şarlatanlık” ve “bilgiçlik” olarak gördüğü için Marx’tan şu cümleyi aktarır: “’Eğer savaşıma yalnızca yanılmaz uygunluktaki fırsatlar koşuluyla girişilmiş olsaydı’ diye yazıyordu, ‘dünya tarihini yapmak gerçekten çok kolay olurdu.’ ”[7]
Elbette 1980 Türkiye’si o yönde ilerlese de henüz devrim girişimi denecek düzeye gelmiş değildi. Devrimciler 1978 dalgasının kendilerine sunduğu fırsatları değerlendiremediler. Yine de devrimci bir kriz yaşanıyordu ve toplumun ezilen ve sömürülen kesimlerinin önemli bir kesimi teyakkuz ve eylemlilik halindeydi. Darbe yapılır yapılmaz devrimci hareket yenilmiş sayılmazdı. Yenilgi öncü örgütlerin direnmemelerinin faturasıydı.
Türkiye solu gerektiği gibi direnseydi başarılı olma olasılığı vardı. Tanıl Bora’nın yazarlarından biri olduğu Birikim dergisi sahiplerinin radikal solun direnmesini ve başarılı olmasını istediğini sanmıyorum. Çünkü hem Türkiye’deki sosyalizm ve devrim anlayışına karşılar hem de yenilgi halinde sosyalist solun döküntülerini CHP ve rakibi ulusalcı Aydınlık ile aralarında paylaşacaklarını biliyorlar. Bu yüzdendir ki, 12 Eylül’ün içinde direniş öğesi taşımayan serapa bir bozgun olduğunu döne döne işlemekten zevk alıyorlar. Bu tür yazıları bir araya getirilse, sayıca bir düzineyi aşar. Darbe yapıldığında devrimci hareketin dışında olmasının verdiği rahatlıkla, Bora Türkiye soluna veryansın edip, ne bozgunculuğunu ne “sinizm”ini ne “post-travmatik politik acz”ini bırakıyor. “12 Eylül bozgunun sürekliliği, Sol ve Sinizm” başlıklı yazısında şöyle diyor: “12 Eylül’ün en geniş anlamıyla sistem karşıtı muhalefet ve sol karşısında kazandığı en büyük başarı, bozgunculuğu, mağlubiyet psikolojisini yerleşikleştirmesidir.”[8]
T. Bora, sıra kendilerine gelince, sanki Birikim 12 Eylül’ün cehennem ateşinden geçerken kendini Cübbeli Ahmet’in kabir azabından kurtaran kefeniyle korumaya almışçasına emin ve rahat:
“12 Eylül’de ara verdikten sonra 1989’da yeniden çıkmaya başlayan Birikim, kaldığı yerden sosyalizmi yeniden tanımlamaya devam etti. Derginin 1970’lerde de ‘sahih’ anlamda sosyalist saymadığı reel sosyalist sistemin çöküş sürecinde bulunması, bu çağrıyı acilleştiriyordu.”[9]
12 Eylül’den önce Birikim her zaman kendini Türkiye solunun ideolojik akıldanesi olarak gördü ve ne yazık ki bazılarını buna inandırdı. Belge’nin sonunda “reel sosyalist sistemin çöküşü”ne nasıl bir alternatif getirdiğini anlayabilmemiz için, geçmişine bir göz atmamız gerekiyor.
Bildiğimiz kadarıyla Birikim tayfasına haber dergisi Yeni Gündem’de gazetecilik yaparak başlayan ve basamakları tek tek tırmanarak 2016’da Birikim yayın yönetmenliğine kadar gelen Bora’nın deyişiyle, “Birikim’e karakterini veren 12 Mart’ta THKP-C Davasından içeri alınmış M. Belge ve Ö. Laçiner’dir.” Entelektüalizmle malul Belge’nin görüşlerinin 1972 yılının yenilgi ortamından geçerken belirli bir dönüşüm geçirdiği söylenebilir. AKP destekçiliğine ve Avrupa Birliği savunuculuğuna kadar varmasına sebep olan virüsü, muhtemelen THKP-C içinde Mahir Çayan’ın çizgisine karşı çıkanların sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırken savundukları Türk demokrasisi geleneğini, “üretici güçleri” ve “ilericiliği” Abdülhamit-Menderes-Demirel hattının temsil ettiği görüşünden kaptı. Birikim 12 Eylül’e kadar geçen süreyi Marksizm-Leninizm eleştirisiyle ve sosyalizme Batılı sapkın Marksolog aşısı yapmaya çalışmakla geçirdi. Ama asıl yenilgi ideolojisi 12 Eylül’ün zifiri karanlığında boy attı.
Sivil toplumculuğu sola ilk sokan M. Belge’nin 1984’te yayımlamaya başladığı Yeni Gündem dergisidir. Yeni Gündem, Bora’nın deyişiyle, “Demirel’den İslamcılara uzanan geniş bir muhalefet zemininde demokrasinin ilkeselliğini tartıştırmaya” açtı.[10] Bora jargonunu açımlarsak: İtalyan Komünist Partisi lideri Berlinguer’in “tarihsel uzlaşma”sı ve İ. Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” tezleri sentezleniyor, solun sağ dediği “Doğucu-İslamcı cephe” sol”a yerleştiriliyor ve sosyalist solun yerinin burası olduğu ileri sürülüyordu. Kendi dışındakileri “sol muhafazakârlık”la suçlayan M. Belge, Marksist solu “bir bütün olarak ‘öğretisi’ni gözden geçirme”ye ve “değişen dünyayı kavramasını sağlayacak ‘teori’sini kurma”ya davet ediyordu.[11] Ona göre Türkiye kapitalizmi emek-sermaye çelişkisi, artı-değer, emperyalizm, sınıf mücadelesi gibi Marksist-Leninist kavramlar üzerinden değil, sınıflar üstü devlet-toplum, devlet-birey, merkez-çevre ikilikleri ve sivil toplum alanının genişletilmesi üzerinden analiz edilmeli ve devrimci proje buna göre yeniden kurgulanmalıydı. M. Belge, Ö. Laçiner ve A. İnsel gibi ideologlarla birlikte formüle ettiği çizgiye göre: Demokrasi mücadelesinin tarihi Abdülhamid, Prens Sabahattin ve Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla başlıyor, Demokrat Parti ve Adalet Partisi geleneğinin son halkası Adalet ve Kalkınma Partisi ile zirveye ulaşıyordu. Bu nedenle başkalarının sağ dediği, kendilerinin “sol” dediği, sözde “burjuva demokratik devrim”i gerçekleştiren “organik burjuvazi”nin temsilcisi AKP’yi cansiperane desteklediler ve işi Tayyip Erdoğan tarafından “akil adam” payesiyle ödüllendirilmeye kadar vardırdılar. AKP iktidarını başımıza bela etmekte büyük katkıları olduğunu herkes bilir.
Birikim çevresinin anlayışı Türkiye solunun 12 Eylül karşısında bozguna uğramasının kaçınılmaz olduğudur. Dirense de direnmese de yenilecekti. Ona göre Avrupa Birliği’ne girilerek otoriter-patrimonyal devlet geleneğini ortadan kaldıracak gelişmiş bir demokrasiye geçilmeden ve sağın tabanına oturan genişletilmiş bir sivil toplum alanı yaratılmadan girişilecek her sol proje yenilmeye mahkûmdur.
Sürecek
Önceli yazı:
Dipnotlar:
[1] Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 673
[2] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Sol, Olt:8, istanbul-2007, s. 1028-29
[3] A.g.e., s.1029
[4] Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 684
[5] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl, Yordam Kitap, İstanbul-2011, s.164
[6] J. V. Stalin, SBKP(B) Tarihi, İnter Yayınları, İstanbul-1990, s.103
[7] Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara-1990, s.151
[8] Birikim, Sayı: 198, s.43
[9] Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s.720-721
[10] A.g.e, s.720
[11] M. Belge, “Sol Muhafazakarlık”, Yeni Gündem, 2-8 Ağustos, 1987
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.