Sadece faşist Almanya değil, demokratik bir yönetime sahip olan Avrupa devletleri de “ırkı temizleme” yasaları çıkardılar. Uzun süre yürürlükte kalan bu yasalar evlenme yasaklarını, zorunlu kısırlaştırmaları, toplumdan izolasyonu, zorunlu bir yurda yerleştirme gibi uygulamaları içeriyordu
Avrupa tarihinde işlenen toplumsal cinayetler denildiği zaman ilk başta Nazilerin katliamları akla gelir. Böyle olması da gerekiyor vahşiliğinin ve acımasızlığın tavan yaptığı bu katliamlar diğer ülkelerde yakın geçmişimize dek dayanan işlenen toplumsal cinayetlerin adeta üstünü örtüyor.
Yunan filozofu Eflatun’un ilk olarak ortaya attığı, doğumların devlet tarafından kontrol edilmesi düşüncesi kendi başına bir bilim alanı Öjeni olarak devamlılığını sürdürdü ve birçok insanın hayatına mal oldu. Öjeni teorisi, aslında kısaca engelli ve hasta insanların “kalıtsal özelliklerinden” ayıklanarak ve sağlıklı kişilerin çoğaltılması ile bir toplum “yaratılması” olarak açıklanabilir.
Nüfusun hızla artması ile bazı bilim insanları 1883 yılı ve takip eden yıllarda toplum içerisinde etki yaratarak emellerine ulaşmayı düşünüyorlardı. Ortaya atılan tezler tartışılırken toplumda etkisi sınırlı kalmıştı.
Öjeni araştırmaları konusunda ABD diğer ülkelere oranla çok daha ilerideydi ve bunun sonucu olarak da ilk yasal adım da orada atıldı. 1896’da Connecticut eyaletinde “saralılar ve zihinsel engelli” insanlar için evlenme yasağı getirilmiştir. Indiana eyaleti bunu daha da genişleterek 1907 yılında “zorunlu kısırlaştırılma yasası” çıkarmış ve listeye görme ve duyma engellileri de eklemiştir. 32 eyalet bu ve benzeri yasaları çıkarmış, 1960’lı yıllara kadar yasalar yürürlükte kalmış ve toplamda 67 bin insan kısırlaştırılmıştır. Kısırlaştırılan insanların, zihinsel engellilerin ezici çoğunluğu da beyaz olmayanlardır.
Öjeni savunucularının sağlıklı toplum yaratma çılgınlığı yasalar yardımı ile mümkün olduğu kadar çok “kötü kalıtsal özelliklerinden” arındırılmış sağlık düzeyi yüksek bir topluma ulaşmayı hedeflemiştir.
1928 yılında Kanada’da yürürlüğe sokulan “Sexual Sterilizsation Act of Alberta” yasası “zihinsel engelli” insanlar üzerine yoğunlaşmıştır.
Avrupa’da ilk Öjeni yasası 1929 yılında İsviçre’nin Waadt kantonunda çıkarılmış ve 1985 yılında yasa kaldırılana kadar yürürlükte kalmıştır.
1923 yılında Danimarka’da hükümet bir kararname ile “zihinsel engelli” insanların Adalet Bakanlığı’nın özel izni ile evlenmelerine izin verilmişti. Bu hükümeti takiben iktidara gelen Sosyal Demokratlar 1939’da daha sert bir yasa çıkararak engelli hamile kadınlara kürtaj uygulanmasını zorunlu kılmıştır.
Danimarka’nın kara kutusu Öjeni yasasını ve uygulamalarına aşağıda geniş bir şekilde değineceğim.
Almanya’da “ırkı temizleme” geniş tartışılmalara yol açmış ama 1933 yılında Nazilerin iktidarına kadar toplumda istenilen karşılığını bulamamıştır. 1933 Temmuz’unda nasyonal sosyalist düşünceye denk düşen bir “yeni nesilleri kalıtsal özellikli hastalıklardan koruma yasası” çıkarılmıştır. Yasa, saralı, görme engelli, duyma engelli, vücutsal deformasyonlu, hastalıklı ve alkolik insanların kısırlaştırılmasını öngörüyordu.
1934-1935 yıllarında demokratik bir yönetime (çoğu sosyal demokrat) sahip İsveç, Norveç, Finlandiya gibi devletler “ırkı temizleme” yasalarını çıkardılar. Bunları 1937-38 yıllarında da İzlanda ve Litvanya izledi.
“Irkı temizleme” yasalarının ortak yanı neydi, yukarda adı geçen engelli ve hasta insanlar için neyi ifade ediyordu? Evlenme yasakları, zorunlu kısırlaştırma, toplumdan izolasyon, zorunlu bir yurda yerleştirme…
En geniş çaplı Öjeni programı (Nazilerinki dışında) İsveç’te uygulandı. İlk kısırlaştırma yasası 1935 yılında yürürlüğe girdi. Yasa genetik hasarlılık durumunda gönüllü kısırlaştırmayı öngörse de iki ayrı doktorun imzası olunca gönüllülüğün ortadan kalktığı bir durum söz konusu idi. 1941 yılında yeni bir yasa ile sınırları genişletilerek yürürlüğe konuldu.
Çarpıcı olan yan ise, sınırların sokaktan herhangi bir kişiyi kapsayabilmesiydi. Alkolikleri, danslı eğlencelere katılan gençleri, sosyal yanı zayıf kişileri de kapsaması ve sadece bütün partilerin değil Evanjelik Kilisesi’nin de onayını almasıydı. 1934-1948 arası kısırlaştırılan sayısı 12 bini geçmekte iken, 1976’da kaldırılan yasa çerçevesinde kısırlaştırılanların sayısı 63 bin kişiye varıyordu. Kısacası İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kısırlaştırılanlar 51 bin kişiye ulaşıyordu.
Nazi Almanya’sında kısırlaştırılanlar yasanın çıkarıldığı 1933’ten 1939’a kadar, yani sadece 6 yıl içinde 300 bini bulurken, 1945’e kadar bu sayı 6o bin kişi daha artacaktı.
İlginç olan, Almanya’nın 1945’te teslim olmasından sonra Öjeni tartışmaları itibarını yitirse de Amerikan kontrol mekanizmasının savaş sonrası Almanya’sında bu yasayı kaldırmamış olması. Ne de olsa aynı yasalar kendi ülkelerinde de geçerli idi.
Danimarka’nın kara kutusu
Danimarka’da 1967 yılına kadar 11 bin kişi kısırlaştırıldı. 1939’da sosyal demokratlar tarafından çıkarılan yasa engelli kadınlar için gebelik durumunda kürtaj yapılması zorunluğunu getiriyordu. Bunun gerçekleşebilmesi Dr. Christian Keller için kaçırılmaz bir fırsat olur. Zihinsel engelliler üzerinde çalışmaları ile ünlenen Keller, hükümet içindeki ilişkilerini kullanarak tedavi gören zihinsel engellilerin bulunduğu tüm tesislerin 1898’den itibaren devlet kontrolü altına alınmasını sağlamıştı. “Keller tesisleri” (akıl hastaneleri) o zamanlara göre psikolojik hastalıkların tedavisinde ilerici bir yapılanma idi.
1923 yılında Sprogo adasında kendi söylemine göre “zihinsel engelli ve cinsel açıdan ‘hafif’ kadınlar” için bir bölüm açmıştı. Amerika’daki Öjeni tartışmalarından etkilenerek 1923’te dünyada ikinci olacak kısırlaştırma yasasının çıkmasına öncülük etmişti.
Danimarka kısa sürede zihinsel engellileri izleme ve sistematik olarak akıl hastanelerine sevk etme ve yerleştirme konusunda lider ülke durumuna ulaşacaktı. Adadaki hastaneler adanın doğal yapısından dolayı ve daha az kontrol gerektirmesinden, hastaların güncel hayatlarında daha özgür dolaşabildikleri öne sürülerek insani yaşam koşulları açısından Avrupa’ya örnek gösteriliyordu.
Sprogo adasına getirilen kadınlar sözüm ona zihinsel engelli, asi, anormal ya da seks işçileriydi. İçlerinden bazıları evli olmayan hamile kadınları oluşturuyordu.
Sprogo adasında onları insanlık dışı cezalar, işkenceler ve izolasyon bekliyordu. Kısırlaştırılarak adayı terk etmeleri mümkün görülse de oraya “zihinsel hasta” olarak getirilmiş olmalarının altında yatan şey “kötü kalıtsal özelliklerin” yayılmasını engellemekti.
Orada “tedavi gören” kadınlar toplum için büyük bir tehlike olarak görülüyordu ve bu sebepten orayı terk etme şansları hiç yoktu. Dr. Christian Keller’e göre bu kadınlar zihinsel engelliydi, adada kalmaları hamile kalmalarını ve gayri meşru çocukların doğmasını önlüyordu ve adanın dışına çıkmaları halinde onların cinselliği toplumda cinsel yolla bulaşan hastalıkların yayılmasına sebep olacaktı. (Ülkemiz insanlarına bu ifadeler hiç de yabancı gelmiyordur sanırım.)
Bu kadınlardan hiçbiri ne kadar orada kalacaklarını bilmiyorlardı. Ortalama olarak 7 yıl orada kalmak zorunda bırakılıyorlardı. Sprogo’da kadınlar için 50 yatak vardı.
Tahminlere göre 1923 ve 1961 arası 500 üzerinde kadın adada tutuldu. Danimarka’da çok az insan bu “pasaklı kadınlar cezaevi”nin varlığından haberdardı. Bazı anneler, kendilerini dinlemeyen ve ergenlik çağında olan kızlarını eğitilmesi için bu adaya gönderiyorlardı.
Bütün bunları okuduktan sonra insan kendini şu soruyu sormaktan alamıyor: Nazi işgali döneminde Yahudileri evlerinde saklayan ve bununla haklı olarak da övünen insanlar nasıl olmuştu da kendi çocuklarını/kadınlarını böylesi bir sisteme teslim edebilmişti?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.