Gün batımını izlerken, balık avlarken veya çoktandır gitmeye çalışılan bir lokantada nihayet yemek yerken hemen masaya oturur oturmaz veya kuzu kapama gelir gelmez onun resmini çekmekten bahsetmiyorum. Bütün bu nihai anların içini boşaltmaktan çok daha önemlisi bu ana kadar olan süreçlerin parçalılığı, dağınıklığı ve birbirlerine temassızlığı
Doğrusu balık avlamak dokuz on yaşımdan bu yana hayli iyi bildiğim ve çok sık yaptığım bir eylem. Balık avlama av mekanına gitmek amacıyla yola çıkmadan çok daha önce başlayan ve eve dönüşe kadar birbirinin içine geçerek, bağlanarak, bir sonraki aşamaya kadar sabır ve metanet gerektiren birden fazla süreçleri içeren hayli zengin bir yaşam parçası. Daha sabah rüzgar ve denizin durumu, bir gece önceki yağmur fırtına sizi hangi kayalığa gideceğiniz ve nasıl bir yemle ne avlamaya çalışacağınız konusunda meşgul etmeye başlar. Av başlamıştır. Gerçekten de balığın oltaya vurup da yakalandığı an balık avının yalnızca parçalarından biridir ama en önemlisi değildir. Balığın tutulması kadar kaçması da önemlidir.
Arabayla neredeyse kumsalın ya da kayalığın denize temas noktasına kadar gelerek, üzerinde yeşil fosforların bulunduğu pahalı çubuklar ve gereçlerle, hayli pahalı sahte ve gerçek yemlerle, kafalarında birer ışık taşıyan ve kocaman bir balık çantasında çeşit çeşit pahalı olta, misina ve ıvır zıvır taşıyan gençlerin hızlı ve boş deneyimiyle çok alakalı bir şey değildir balık avı.
Yolu bisikletle veya yayan giderim ve bu başlı başına çok önemli bir bölümdür, rüzgar dönüyor mu, bulutlar, güneş, kartal ya da şahinler ve etraftaki tarlalarda mevsime göre giden faaliyetin hepsi ava dahildir. Bazen bu süreçteki verilerle gideceğim yeri de değiştirebilirim veya o gün pek bir şey tutamayacağımı hesaplarım ve bu da pek tutmayabilir: Bu öngörüler ve yanılgılar çok güzeldir.
Balık avlanacak kayaya gelindiğinde bakacak çok daha farklı bir coğrafya vardır ki, işte bu her türlü huzursuz ruhun huzursuzluğunu dindiren bir katmanlar ve harikalar diyarıdır. En üstte aterinalar ve onun altında daha koyu mavi bölgede daha iri balıklar ve yosunlar, deniz kestaneleri. Bambaşka ve seyrine doyum olmayan bir dünya. Kayık balıkçılığında bu güzellik daha sınırlıdır, oltaları koyu bir maviliğe atar ve beklersin ama o da kendi içinde büyüleyicidir.
Bir yandan yemlemeye ve hem ufka, geçen gemi ya da teknelere veya geri zekalı bir turistin kocaman bir zıpkınla yemlediğiniz yeri mahvederek önünüzden geçişine bakarsınız. Tüm bunlar olurken sessiz ve tüm algılarınız açık zamanın geçmemesini dilersiniz.
Denizin bulanık olduğu gün bütün bu görsel güzelliğin yerini aşağıda ne olup bittiğini anlamanızı sağlayan tecrübeyi kullanma becerisinin güzelliği alır. Küçük balıklar korkuyla hoplayınca aşağıya sargoz veya kefalin veya melanurun geldiğini anlarsınız ve bulanıktaki oltanıza bu iri balıklardan biri yüklendiğinde de bunu biraz tahmin etmiş olmaktan mutlu olursunuz. İyot kokusu da bu tatlara ek olarak ciğerlerinizi doldurur. Zaman uzar.
Şimdiki gençler çok hızlı ve gürültülü bir araçla balık avlama yerine geliyor, birden fazla olta atıyor ve biraları açıyorlar. Kazara bir balık yakalarlarsa hemen onun resmini çekip birilerine yolluyorlar. Ben hayatımda yakaladığım hiçbir balığın resmini çekmedim. Bu davranış balıkla aramızdaki sevgi saygı ve kutsal bağı zedeleyecekmiş ve sonsuz ilişkimizi ucuzlatacakmış gibi gelir bana. Balıkları kutsal görürüm. Gereğinden fazla avlamam. Onları öldürürüm ama onlarla dostumdur. Kıbrıs denilen çok oltalı sistemi asla kullanmam, dinamit atmam ve ışıkla avlanmam. Belki de bu acımasız yöntemler anlatmaya çalıştığım benim avlanma yöntemimle ahlaki bir çelişki halinde olduğundan değil ama “zamanla” bozuk bir ilişkide olduğundan, kim bilir.
Yazları geçirdiğimiz adada insanlara “gün batımı” diye bir şey yutturuyorlar. Adanın merkezinden en uzaktaki ıssız ve endemik bitkilerle zengin belli bir noktasına korkunç bir süratle giden arabalardaki çiftlerin oradaki endemik bitkileri ezerek, hayli tehlikeli bir uçurumun kenarına açılan bir masanın yanına açılan iki portatif sandalye ve masaya konan bir şarabın acilen telefonlarla fotoğraflaması veya videoya almasıyla sürüyor. Bu görüntüler hemen paylaşılıyor ama bu “paylaşma” kelimesine de hayli hakaret olan bir paylaşım. Gün batımı bu. Ne endemik bitkiler ne de günün batımı bir anlam taşıyor, en önemli şey şimdi ve burada olmak bile değil şimdi ve burada olduğunu başkalarına kanıtlamak. Yani aslında şimdi ve burada olmalarının gereği olan doğa güzelliğini izlemeleri ve bundan zevk almaları beklenen insanlar genel olarak o güzelliği yani gün batımını veyahut diyelim ki bin yaşındaki zeytin ağacını arkalarına alırlar, yani o korkunç bir hızla, kirpileri ve kedi yavrularını bazen de martıları bile ezerek geldikleri mekanda gün batımına kıçlarını dememeliyim, sırtlarını dönerler ve iki arkadaş, iki sevgili, her neyse başlarını yan yana getirerek bir çubukla ya da daha uzun kollu kimse onun koluyla selfiyi çeker ve internetle yaygınlaştırırlar; paylaşırlar(?).
Doğal güzellik dijital güzele dönüşmüştür. Telefondaki olağanüstü güçlü merceklere ek olarak normal kameralarda bile olmayan ışık ayarlayıcı ve çok çeşitli, üst düzel efekt aplikasyonlarıyla çekilen resim gerçekteki halinden daha güçlü ve daha güzeldir. Dijital güzel artık uzamda ve uzayda hiç bitmeyecek çok kısa, eğer fotoğrafsa anlık ve videoysa genelde bir iki dakikayla sınırlı hiç bitmeyecek ve sürekli tekrar eden bir şimdisiz şimdiki zamana hapseder. Gerçek gün batımı çoktan bitmiş ve ezilen kekiklerin üzerinden araba tekerleri çoktan başka bir eğlenceye geri dönmüştür.
Bütün bunlar çok sıradan ve bildik şeyler. Peki bu kadar eleştirdiğimiz bu “şeyler” niçin bu kadar yaygın. Çünkü bu bir (epidemi) hastalık. Ve bu hastalığın yayılması iktidar ve kapitalizmle birkaç farklı noktadan yakın, iyi ilişkiler içinde olduğu için bu hastalık bir tedavi geliştirmeyi bir yana bırakın daha da yayılacak şekilde besleniyor.
Bu hastalığın en önemli kısmı selfi çekmek, paylaşmak veya görüntüyle ilgili kısmı değil. Bu mevzu zaten hemen her şeyin gerisinde kalan akademinin ve kahveleri dolduran geniş erkek kesiminin ve bu suçun faillerinin bile temel muhabbet konusu ve eskidi.
Bu hastalığın habis tümörü, tüm zamanı paramparça ve hayli anlamsız ve ne geçmişle ne de herhangi bir geleceğin inşasıyla ilgili bir şimdiki zamana bile diyemeyeceğim şimdilikten de çıkmış bir bozuk şimdiye indirgemesi. Gün batımını izlerken, balık avlarken veya çoktandır gitmeye çalışılan bir lokantada nihayet yemek yerken hemen masaya oturur oturmaz veya kuzu kapama gelir gelmez onun resmini çekmekten bahsetmiyorum. Bütün bu nihai anların içini boşaltmaktan çok daha önemlisi bu ana kadar olan süreçlerin parçalılığı, dağınıklığı ve birbirlerine temassızlığı. Yani zaten gün batımı ile ilgili şimdilikten çıkmış şimdinin içini kendimizden başka herkese orada olduğumuz ve bunun çok zevkli bir durum olduğunun görsel ve işitsel kanıtlarını toplamak gibi polisiye bir faaliyete veya hukuki bir ispat eylemine dönüştürmüş durumdayız ve bu da yine içinde birbirinden alakasız şimdiciklere bölünmüş ve bir düğün fotoğrafçısı ekibin tüm faaliyetleri ve ürünleri kadar sahte olmakla kalmıyor. Bunun önündeki sürecin emek, öğrenme, araştırma, bulma, keşfetme, dinleyerek, başkalarının deneyimlerinden öğrenerek bir başlangıç yapma gibi hiçbir yönü yok. Bu şimdisiz şimdideki zaten parçalanmış faaliyetin öncesinde hiçbir şey yok. Tıpkı internetteki her şey gibi bu deneyim de “floating” büyük bir boşlukta anlamsızca yüzüyor ve bu saçma absürt mekanda iki hidrojenle bir oksijenin birleşmesi için gereken atomlardan birinin hiçbir özelliğini taşımadan, yani hiçbir şeyle birleşerek başka bir şeye dönüşmeyecek bir şey olarak dolaşıyor. Çok tehlikeli değil ama çok saçma, çok boş, çok anlamsız ve çok zevksiz dolaşıyor.
Bu boşlukta dolaşan deneyim geçmiş dediğimiz anılar, bilgiler, acı ve hazlar topluluğuna bağlı değil, geleceğe de bağlı değil ve bir başka “şeyle” birleşerek dönüşme olanağından da yoksun “kalp” yani, geçersiz, sahte ve içi boş bile değil. Bazı özellikleri hızlı olması anlık olması unutulmaya çok teşne ve yakın olması ama bunlar kirlenmekte olan bir denizi nasıl çoğalan denizanalarından ve onların amorf büyüklüklerinden tanıyorsak öyle çoğalmış durumdalar ve bağsız, içeriksiz yaşamlarımızın içinde çok ciddi bir yer tutuyorlar.
İşte internetin ve onun facebook, twitter, instagram ve diğer bölümleri gibi herkesin elindeki cep telefonlarının -ki çok daha pahalı olması gereken aletler ama iktidar ve kapitalizm herkesin eline vermek için bir tür sübvanse ediyor bu gereçleri[1]– esas büyük tahribatları tüm insanlığı kendi fotoğraflarını çekip duran maymunlara çevirmesi değil. Esas hastalık zamanın kendi ritmi, kıymeti, sürekliliği ve yavaşlığı büyüleyici öğreticiliği, geçmişin bugüne katlanmak ve bugünü daha anlamlı yaşamak için bize sunacağı tüm bilgi ve deneyimleri ve bunların şimdiki zamanda deneyimleyerek geleceğe doğru bir perspektif sağlamadaki anlamını; geçmişi şimdiyi ve geleceği dizgesinden kopararak paramparça etmesi.
İşte böylesine anlamını yitirmiş bir bozuk şimdiyle geleceğe ne kadar bilgi birikimi, tecrübe ve gerektiğinde savunma taşınabilir? Hiçbir şey. Bu şimdisiz şimdi gelecekte insanın işine yarayabilecek hiçbir şey üretmez. Dolayısıyla gelecek artık körlemesine gittiğimiz bir meçhul tehlikeler bütünüdür ve zaten çok kolay anlaşılacağı gibi şimdi yok olduğu için geçmiş de yoktur. Bundan dolayı bu kadar Prozac satılıyor.
Hayatlarımız da internetteki her şey gibi boşlukta yüzüyor. Bu yüzmede ne bir kara ne de bir dostla bir noktada buluşup daha yüksek bir noktaya artık başka iki kişi olarak çıkabilme umudu var. Tsunami’de yüzen eşya, hayvan ve insanların yüzüşü gibi bir yüzmeden bahsediyorum. Yani kısaca her türlü iletişim umudunu yok eden bir yüzme bu.
Herkesin internette sörf yaptığı düşüncesi yanlış. Hayatımız ve özellikle de yok edilmiş şimdi de bir sörf ama zevkli ve anlamlı değil. Tamamen anlık her şeyden kopuk ve eklemlenme, değişme, dönüşme, dönüştürme, gelişme şansını yitirmiş saçma ve boş bir gösteri toplumu var artık. Tam da bu kaygan kayıplık noktasında kültür uygarlık, zerafet ve bilgi gibi artık karlı dağların ardında kalmış da olsa suyun üstünde kalmak için tutunacağımız kavramları düşünmek zorunda kalırız ve orada da karşımıza Guy Debord çıkar ve kalan tüm umudumuzu yok eder. Yıllarca önce 1967 yılında yayınlanan “Gösteri Toplumu” kitabında şunları söylüyor: “Güncel olarak gösteri düşüncesi şeklinde devam eden bütün bilgi dalları haklı olmayan bir toplumu haklı çıkarmak yanlış bilincin genel bilimi olmak zorundadır.” Yani çağın ürettiği bilgi de -ki aslında doğru kelime enformasyon olmalı, bilgi değil- böyle bir çukura dönüşmüş durumda. Tüm bu çok kuvvetli süreçler ve belirleyenler aslında birbirine çok zıt gibi görünen toplulukları da o kadar benzeştirmiş ki bu toplulukların bunun hiç ayırdında olmamaları da yine aynı gereçler ve ortamlardan kaynaklanan (sanal alemden ve cep telefonu denen yüce aygıttan söz ediyorum) büyük körlükle ilgili bir durum olsa gerek. Bu arada sözünü ettiğimiz enformasyon üretimi veya daha doğru bir deyişle üretilen bu enformasyon tam olarak anlamını televizyon yarışmalarında ve üniversite sınavlarında buluyor. Beatles gurubunu kim kurdu. Bunu biliyorsun ve bu gurupla ilgili başka hiç bir şey bilmediğin için bunu veya Fatih’in İstanbul’u hangi yıl aldığını biliyorsun ama bu büyük değişimin sonuçları veya Fatih Sultan Mehmet’le ilgili hiç bir şey bilmiyorsun Enformasyon böyle bir şey işte. Aynı yaşamlarımız ve internet gibi. Hibrit.
Alain Badiou bu durum için şunu söylüyor “Sonsuz Düşünce” kitabında: “Bizim dünyamız mantık boyutuna da güçlü baskı uyguluyor; bunun nedeni de esasen dünyanın son derece mantık dışı bir iletişime teslim olmuş olması. İletişim, kopuk kopuk imgelerden, sözlerden, beyanlardan ve yorumlardan oluşan, kabul edilmiş ilkesi de tutarsızlık olan bir evren iletiyor” (S.12).
Düşünen insan benzer noktalara varıyor ister istemez. Zamanın yok edici hiçliği, evet zamanın yok edici hiçliğiyle zoru olan her insan aynı yere varıyor. Burada aslında bu yazıyı büyük bir korkuyla yazmama neden olan noktaya gelmek isterim. Tüm bu yoz ve bağlantısız dünya tasvirinin Trump, Bolsonaro ve Jennifer Lopez üzerinden izahı korkutucu durumun tam merkezi değil, yansımasıdır. Korkunç olan bazı kadın ve çocuk hareketleri dışında muhalefetin çok ciddi olarak sakatlanması. Belki de imkansız hale gelmesi. Her şeyi parçalayan; geçmiş bugün ve gelecek arasındaki tüm engelleri, yolları, temas noktalarını ve bağlantıları yok eden süreç insanları aynı çukura çekip aynılaştırıyor.
Bu kadar kıymetsiz ve dipte bir aynılık içindeki topluluk aslında çok doğal olarak hiçbir şekilde muhalefet üretme gücü ve perspektifi olmadan çoğalıyor. Çünkü iktidarın yanındaki toplulukla kendini onun karşısında konumladığını düşünen, sanan diyelim muhalif topluluk özünde aynı şey. Temel sorun bu şekilde toplumun tümünün bir yandan birbirine tıpatıp benzerken bir yandan tüm değerler düşünüldüğünde dibe doğru inmesi.
Dipnot:
[1] Bu telefonların kapitalist, görünür maliyetlerinin çok düşük olduğu ve kitlelere yine de çok pahalı satıldığı, dolayısıyla bir önceki cümlenin, sübvanse etme durumunun falan çok da doğru bir hesap olmadığı gibi bir eleştiri doğal olarak gelebilir. BU maliyet ve fiyatlandırma gibi kavramlara nereden baktığınızla ilişkili bir durumdur. Kapitalizm fiyat ve zenginlikle ilgili yaklaşımında temel olarak yoksulluğu sürdürmek yönünde bir temel karardan hareket eder ki bunu kötü olduğu için değil, zenginliği ve zengini var edebilmek için yapar. Yoksul olmadan varsıl, zengin olmaz. Bu nedenle de yoksulluğun sürmesi gerekir. Maliyetler de yüzyıllardır ve ama özellikle son yüz yılda tamamen böyle belirlenir. Esrara ulaşmak hem zor ve hem de pahalıdır ve bu durum ondan çok daha zararlı olan tütün üzerine verilmiş kapitalist kararla ilgili bir durumdur. Gerçek maliyet diye bir şey yoktur kapitalizmde. Bütün maliyetler kurmacadır. Asıl konudan çok uzaklaşmamak için kısaca geçeceğim ama bu telefonlarla ilgili maliyet hesaplarında da iki temel ucuz şeyi düşünmeden bir karar verilemez, bir yorum da yapılamaz. Bu iki ucuz şey ki onların ucuzluğu yalnızca telefonla ilgili değil, kapitalizmin temel prensipleriyle ilgili bir durumdur. Emek ve doğadan söz ediyorum . Bu telefonların üretimi Çin’de bir tür kölelerin emeğine indirilmiştir ve her bilmem kaç dakikada bir bu telefonları yapan bir kız işçi Çin’de çalıştığı binanın yüksek bir katından kendini attığı için bütün fabrikalara ağ gerilmiştir. Bu bir, ikincisi de bu telefonlarda kullanılan çok değerli (?) bir maden olan titanyum, wolfram gibi madenler de özellikle Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde çocuk kölelerce çıkarılmakta ve illegal oluşmuş bir kaçakçılık zinciri içinde gerçek değerinin çok altında belirlenen bir mafya yöntemiyle fiyatlandırılarak üretim zincirine ulaştırılmaktadır. Bu arada doğa da korkunç bir şekilde katledilmekte, işçilerin hem güvenliği hem de sağlığı hiçe sayılmaktadır. Elektronik atık maliyetinden hiç söz etmiyoruz bile.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.