Geçmişe, geçmişte işlediğimiz suçlara ve dolayısıyla onlara bıraktığımız ve adına gelecek dediğimiz karmaşık, kirli, dev ve artık çözülmesi neredeyse imkansız sorunlar yumağına dair ne diyeceğiz?
Geçmişe, geçmişte işlediğimiz suçlara ve dolayısıyla onlara bıraktığımız ve adına gelecek dediğimiz karmaşık, kirli, dev ve artık çözülmesi neredeyse imkansız sorunlar yumağına dair ne diyeceğiz?
Belki de baharın doğasında olan bir şey kısa olmak. Ama hiç de böyle olmayabilirdi, tüm mevsimlerin bahara dönüştüğü bir dünya düşümüz sürüyor.
Kapitalizm doğası gereği durmadan zengini daha zengin yoksulu daha yoksul yapan korkunç işlevini gerçekleştiriyor. Bugün dünyanın toplam zenginliğinin %90’ına dünyanın %1’i sahip. Bu anlamsız yüzdeleri artık hepimiz biliyoruz. Bu sonuç tamamen sistemle ilgili büyük bir kusur. Kapitalist sistem budur zaten, kocaman bir kusurlar yumağı.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından özellikle sömürgeci ülkeler gerek daha önceki yüzyıllardaki sömürgelerinden çalıntıyla elde edilmiş (kereste, altın, beyin, kakao, kobalt vs.) değerleri ve gerekse de bugüne dek hâlâ sürdürdükleri sömürünün getirileriyle çok hızlı bir kalkınma yaşadılar.
Bütün bunlara ek olarak adil paylaşım, eğitim hakkı, kadın erkek eşitliği, inanç ve inanmama özgürlüğü, grev hakkı gibi gerçek gelişme kriterleri veri olarak alınırsa örneğin birer sömüren ülke olarak Belçika’nın Kongo’dan çıkışına, İngiltere’nin Hindistan’dan çıkışına sevinmek mi üzülmek mi gerektiği de karışık. Biraz düşününce bu büyük ülkelerin arkalarında bıraktıkları etnik, teknik, dini, ekonomik karmaşayı da görünce acaba sömürülen bu ülkeler sözüm ona özgürlüklerini kazanmasalar daha mı iyiydi de demek mümkün. Çünkü İngiltere sömürgesi asla gelişemiyor ama İngiltere’nin bağımsızlığını bahşettiği sömürge daha büyük bir karmaşaya, iç savaşa, kıtlığa sürükleniyor. Özetle sömürü daha gizli bir şekilde sürüyor. Ama buna karşın yine kapitalizmin doğası gereği bu sömürünün sömürene getirdiği zenginlik adil paylaşılmadığı için bugün zengin ülkelerde de sorunlar büyüyor.
Almanya, Fransa, İngiltere, ABD, Kanada uyuşturucu kullanımı, gelir dağılımı eşitsizliği, işsizlik gibi temel sorunların büyüdüğü ülkeler. Pislik artık batının uygarlık dediği büyük halının altına sığmıyor ve ekoloji temelli hiç bir şeyden bahsetmeden henüz.
İnsanlığın baharının kısalığından bahsetmiştik. Düşünün, II. Dünya Savaşı’ndan hemen 25 yıl kadar sonra İtalya’da Kızıl Tugaylar, Almanya’da RAF ve İngiltere’de İRA, İspanya’da ETA vardı. Batılı ülkeler günümüzün şiddet sarmalı ülkelerinin sınırlarına girdiğinde sanki hiç “terör” yaşamamışlar gibi algılıyorlar. “Aman tanrım Berlin’de nasıl bomba patlar, hepsi mültecilerin kabahati ve onları bu ülkeye sokan aymaz politikacıların suçu.” Tipik Alman’ın düşünce sınırı bu ve bu sınıra yığılanların sayısı artıyor. Kaldı ki bu radikal grupları yaratan temel nedenin sömürgeci politikaları olduğunu da görmezden geliyorlar. Irkçı AfD Partisi Alman meclisinde, %10 civarı oy aldı, bu toplumsal hafıza sorunu nedeniyle. Medya istediğini unutturuyor ve istediğin hatırlatıyor. Bugün daha beteri var: Sosyal medya. Buna da girmeyeceğim şimdilik.
Bugün İngiltere, Almanya, ABD, Kanada’da çok büyük kitleler huzursuz, Fransa yanıyor. Kapitalizm budur: Bir yanda çok büyük bir israf, bunun yanında çok büyük kitleler için büyük bir açlık, yetersiz konut, gıda ve eğitim sorunu. Üçüncü dünya ülkelerini hiç anmıyorum bile. Ama hem batıda hem doğuda, hem kuzeyde hem güneyde ekolojik, ekonomik, eşitlik ve adaletle ilgili sorunlar büyüyor.
Kapitalizm budur ve hantal, katı ve hukuk tanımaz yapısı nedeniyle, çağın çok gerisinde kalmış “büyüme” gibi anlamsız kriterlerini tüm dünyada hala geçerli kılan dayatma gücü nedeniyle çökmüyor. Bütün kötü rejimler ve ekonomik modeller çöküyor ama en kötüsü olan kapitalizm hala ayakta. Çökse bile altındaki enkazdan dolayı göçmüyor, ayakta gibi duruyor. Kapitalizmin kullandığı anlamda büyümenin artık hem kendisi yanlış hem de büyüme kavramının altını dolduran kriterler yanlış.
Aslında yalnızca yarım yüzyıllık bir süreçten kabaca bahsediyorum. 1950 ve 2020 arasından bahsediyorum. Bu kadar kısa bir sürede dünyanın milyonlarca yılda oluşturduğu değerlerin neredeyse tümünü yok etme yolunda insanlık. Avustralya’daki resiflerden, Afrika’daki fillere, yerel tohum çeşitliliğinden, içme suyuna, orkinoslardan ötücü kuşlara ve yerel dillere kadar her şeyi yok etme yolunda ilerleyen insanlığa bakınca artık söylenecek hiç bir şey yok demek de mümkün.
Ama konuşacaksak şiddetin ve hukuksuzluğun büyük zaferini kolayca görmek mümkün. Bu yeni bir şey değil, yeni olan ar damarının çatlaması ve yine batılı icatlarıyla batılının yüzyıllardır söylediği şık yalanların ortaya çıkması. Değişen bu. Yalnızca IBM değil Mercedes ve WV de yalan söylüyormuş. Dizelin çevreci olduğu da yalanmış. Her şey yalanmış. Adorno, Zweig ve Kurt Vonnegut’a sırtının dayamış batı medeniyeti çöküyor. Onların adları da kurtaramıyor bu şiddet ve sömürüden beslenen kültürü.
Skalayı biraz daha genişletince, örneğin son yarım asırda neler değişti diye bakınca görünen gerçek daha korkunç. Bana göre birbiriyle de bağlantılı iki temel değişim var: Beş yüz yıl önce akıl almaz bir şiddetle zorla yurtlarından, Afrika’dan örneğin batıya, örneğin ABD’ye, Avrupa’ya götürülen köleler son elli yıldır bu yola kendiliklerinden ve isteyerek ve ölüm tehlikesini göze alarak ve istenmediklerini bilerek çıkıyor. Birincisi bu.
Eskiden mutlaka askerin de içinde olduğu, desteklediği bir zorlamayla iktidara gelen dikta rejimleri bugün halkın oylarıyla iktidara geliyor veya sistem öylesine kararmış ki o alacakaranlıkta seçilmiş gibi yapabiliyor ve o iktidarda da kalabiliyor, kaldıkça da alacakaranlık artıyor. Dünyanın hali ve son elli yıl içinde benim gözlemlediğim en büyük iki değişim bu. Tüm sözüm ona demokratik ülkelerde kaybeden parti seçimin hileli olduğunu savunuyor. Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi ülkelerde de bunun böyle olduğu zaten defalarca kanıtlanmış. ABD, Gürcistan ve Türkiye’de de temel konu bu: Hileli seçimler.
Bugün hepimiz Suriyeli mültecilerle ilgili sorundan haberdarız. Nasıl hava kar toplarsa Çin, Hindistan ve Bangladeş yörelerinde toplanan yüz milyonlarla mülteci yola çıktığında ne olacak? Eli kulağında. Peki ne yapacağız? Bu kadar temelsiz, yanıltıcı, yalan habere ek olarak hayatın her gün daha fazla üstümüze yüklenen maddi yükü ve ses çıkaramamanın manevi yükü binen zavallı bedenlerimiz ve ruhlarımız, yüzümüze güzel gözleri ve bir kaynaktan patlamış suyun temizliği ve masumiyetiyle bakan çocuklarımıza ne diyecek?
Geçmişe, geçmişte işlediğimiz suçlara ve dolayısıyla onlara bıraktığımız ve adına gelecek dediğimiz karmaşık, kirli, dev ve artık çözülmesi neredeyse imkansız sorunlar yumağına dair?
“Üzgünüz, bizi affedin.”
Bu durumda sanırım yalnızca bunu diyebiliriz.
Peki Yemen’de Alman, ABD, Fransa yapımı bombaların Suudi uçakları tarafından başlarına atıldığı ve talihli oldukları için hayatta kalmış Yemenli çocukların masum gözlerine bakarken ne diyeceğiz. “Üzgünüm, beni affet” herhalde yine bunu diyeceğiz.
Afrika’dan toplanıp Yemen’de, Irak’ta, Somali’de boyundan büyük silahları namluları yere sürte sürte taşıyan paralı asker çocuklara ne diyeceğiz? Ben söyleyeyim:
“Üzgünüm, beni affet.”
Bedava, belki bir öğün yemek için kakao, kahve, muz toplayan, kobalt çuvallarını zavallı sırtlarını parçalayarak taşıyan çocuklara ne diyeceğiz. Bir papağan gibi şunu: “Üzgünüm, beni affet.”
Asya’da diğer beş çocuğa bakabilmek için anne babaları tarafından satılan veya Manila’da fahişelik yapan on, on bir yaşında çocuklara ne diyeceğiz. Biliyorum artık siz de biliyorsunuz, cevap belli:
“Üzgünüm, beni affet.”
Bir öğretmen, okuldaki odasında, kopya çeken bir katil tarafından öldürüldüğünde, ülkenin çok önemli sanatçıları sabah karanlığında bir hiç için evlerinden toplanıp götürüldüğünde, imar barışı denen korkunç çift taraflı hırsızlıkla ilgili, bankaların, futbol kulüplerinin borcunu üstlenip, iki ineği olan çiftçinin borcunu üstlenmeyerek ve üstelik ineklerini gasp ederken artlarında kendi başında bir delik açmış bir çiftçi ve haykırışları yürek burkan bir kadın ve çocuklar bıraktığında da korkunç sessizliğimiz içinde kimse duymadan yine aynı cümleyi fısıldayabiliriz:
“Üzgünüm, beni affet.”
Ben öyle yapıyorum. Tüm bu olanlara sesimi çıkaramadığım için, sessizce, yalnızca kendimin duyacağı şekilde söylüyorum bunu.
Peki Putin, Merkel, Makron bunu söyleyerek benim kadar kolay bu suçtan ellerini yıkayabilir mi? Bütün uluslararası toplantılarda Yemen’de süren korkunç savaş bir an önce bitsin derken çok kötü bir tiyatrocu kadar sakil ve üstüne hiç oturmamış bir oyun oynayan Şansölye Merkel, içinden “İnşallah Rheinmetall beni ciddiye almıyordur” diye dua ediyor mudur? Yoksa bu en kötüsü yüz bin Avro maaş alan, silah üreten üst düzey yönetici dostlarının onun ne demek istediğini anladığından emin midir? Çünkü Almanya tüm savaş boyunca Yemenli çocukların üzerine atılan bombaların üretildiği ülkelerden biri. Suudiler üretimle çok uğraşmıyor. Dünya tarihinin en büyük ticari anlaşmasını ABD ile imzaladılar: Beş yüz milyar dolarlık silah alımı.
Gelişmiş ülkeler bu kanlı ticareti son derece şık bir şekilde yapıyorlar. Dünyanın en büyük silah üretici ülkelerinden biri olan Almanya ve bu ülkedeki en büyük üretici olan Rheinmetall İtalya’nın Sicilya bölgesinde açtıkları fabrika üzerinden gönderiyor bombaları Suudilere. Onlar da hiç bekletmeden daha fırından çıkmış ekmek kadar sıcakken bu bombaları okula giden Yemenli çocukların, müstakbel eşinin parmağına yüzüğü takarken damat adaylarının ve düğündeki tüm sivillerin, ölülerini son mekanlarına götüren acılı kalabalıkların üzerine atıyorlar. Almanya bütün bunları inkar ediyor, bir çocuk yuvasına veya camiye düşen bombaların seri numaralarından kanıtlanınca da bu bombaların İtalya’da üretildiğini söylüyor. İtalyan savunma bakanına sorulunca soru o da bombaların İtalya’da faaliyet gösteren bir Alman firması, Rheinmetall tarafından üretildiğini ve ihraç edildiğini dolayısıyla İtalyan hükümetinin olayla hiç bir alakası olmadığını söylüyor. Sorumlusu olmayan bir olay da aslında yok hükmünde olmalı ama bombalardan paramparça olan bebekler gerçek. Kolsuz, bacaksız, anasız, babasız çocukların kara gözlerindeki yaşlar gerçek ve bütün bunlara karşın Almanlar, İtalyanlar, Merkel ve ben bu çocuklara şunu söylüyoruz: “Üzgünüm, beni affet.” Sanırım bu bombaları taşıyan Azeri uçaklarının pilotları da bunu söylüyordur: “Üzgünüm, beni affet.”
Alman hükümeti “İtalyanlara sorun” diyor. Artık ülkesinde yaşamı tehlikede olduğu için Avrupa’da yaşayan gazeteci Andrew Feinstein bakanlıklardan ve Rheinmetall’den randevu bile alamıyor ki soru sorsun. Philipp Grüll bütün geleceğini tehlikeye atan belgeseli yapıyor ama ona da cevap veren yok. Bütün bunlar olurken Azeri uçaklarının taşıdığı bombalar ara vermeden Yemenli çocukların başına iniyor. Bombalar yetmeyince yine aynı şirketin Güney Afrika’daki bir başka fabrikasında üretilen bombalar devreye giriyor. Ve bu fabrikalarda aslında tam olarak ne tür bir bomba üretildiğini asla bilemiyoruz çünkü bir zeytinyağı ve sabun ve dondurma bile uluslararası dolaşım öncesi sırası ve sonrası bu bombalardan çok daha sıkı denetleniyor. Belki de Yemenli bebeler dünyaya başka bir katkıda bulunuyor ve hiç denenmemiş özellikte bombaların insanda ne tür yıkımlar yaptığının kobayı oluyorlar. Bunu da birinin yapması lazım. Alman, Fransız, İtalyan çocuklar üzerinde denenecek değil ya; Suriyeli, Yemenli, Somalili, Viyetnamlı, Iraklı çocuklar üzerinde denemek yeterli olacaktır.
Arap Baharı denen korkunç süreç acaba batılı fabrikalarda biriken silah fazlasının paraya, petrole ve çocuk cesedine çevrildiği bir borsa olmasın? Yaklaşık iki yıldır Yemen’e dayanışma için uğraşıyoruz, sonunda bir muhatap bulduk ama bombalar hiç ara vermeden Azeri uçakları ve son dönemde de Suudi gemileriyle taşınıyor. Komşu Katar da boş durmuyor, klimalı ahırlarında ABD’den gelen ineklerle Arjantin’den gelen yemler yediriliyor ve marketlerde üzerinde “Katar’da gururla üretilmiştir” yazan yoğurtlar satılıyor. Burada inekler için klimalar var ve inek yemleri Arjantin’den geliyor. Komşu Yemen’de aç ve yaralı çocuklar, bebekler gözleri kan çanağına dönmüş anne ve babalarının acılı gözleri önünde elektriksiz ve morfinsiz ameliyathanelerde ölüyor. Açlıktan ölen bir çocuğa ve hele kendi çocuğuna bakmayı hayal edebiliyor musunuz? Acaba o anne babaya “Üzgünüm, beni affet” diyecek bir yiğit var mıdır aramızda? Bunu ben bile diyemem.
Peki bizde ne oluyor. Biz de dünyanın gidişine uymuş durumdayız. Bir tatil köyünde binden fazla seçmen çıkıyor. Bir evde beş yüz seçmen çıkıyor. Taksi durakları, boş kulübelerden seçmen fışkırıyor. Tüm üretimleri durmuş ülkede seçmen bolluğu var. Bu görev için talip olmuş ve maaş alan muhalif vekiller iktidar karşısında bu konuda ne elde edebiliyor? Hiç. Buna alıştık son yirmi yılda, sürekli kaybetmeye. Çünkü oynanan oyunun hiç bir kuralı kalmadı. Kuralları yok olan oyunun hiç bir zevkli tarafı kalmadı. Kalan nedir? Bu oyunun kuralsız olduğunu yüksek sesle söyleyenlerin çektikleri acı. Kalan tek geçek acı ve haksızlık. Bizim adımıza büyük acılar çekenlerden biri de Ahmet Şık. Onu gördüğümde şunu söyleyeceğim: “Üzgünüm Ahmet, beni affet.”
Bizim gibi emeğiyle geçinen küçük insanların elinde kalan ne varsa alıp büyüğe aktarmak için çırpınan bir hükümetimiz var. Taksiciler, küçük balıkçı, küçük esnaf, emekçiler, bakkallar ve üç beş ineği üç beş koyunu olan küçük çiftçi ayakta kalmakta zorluk çekiyor. Daha doğru bir söyleyişle can çekişiyor. Karadeniz’in el değmemiş yaylalarından, İstanbul’da kazara askeri alan olarak kalmış son yeşilliğe kadar tümünü yok ettiler son yirmi yılda. Bütün bu daralan özgürlük alanları, bütün bu daralan hayatta kalabilme alanları, bütün bu daralan sağlıklı, doğru bir çalışma, eğitim, dayanışma alanlarına karşın ülkenin tümü genişleyen bir inşaat alanı. Tüm ülkeye “inşaat alanına girmek tehlikeli ve yasaktır” yazabiliriz. Çünkü her türlü itiraz, iktidara her türlü eleştiri tehlikeli ve yasak. Cumhurbaşkanı geçenlerde “Betonlaşan kente hayır” veya o anlama gelecek bir şey demiş İstanbul veya Türkiye için. Sanki bu kentin ve ülkenin tüm kararlarını o değil de ben veriyormuşum gibi son otuz yılda. İnsan gülsün mü ağlasın mı şaşırıyor.
Türkiye’de ve belki de dünyanın çok büyük bir kesiminde bilgiden, dayanışmadan, sağlıklı bir konut ve sağlıklı, adil çalışma şartlarından ve adaletten uzaklaştırılan dev kitleler -ki kapitalizm bunu kötü olduğu için yapmaz, yapısı bu olduğu için bu hale gelir birey ve toplumun yoksul kesimleri- bütün bu olanlardan birbirlerini, daha alt kesimleri örneğin göçmenleri ve örneğin Romanları ve kendileri adına onlar için risk alan entellektüelleri suçlarlar. Faşizm ve gericilik de tüm dünyada bu şekilde yükselir: Bkz. Trump, Bolsonaro, Putin, Suudilerin katil Prensi, Orban ve diğerleri. Bunlar artık hileli ya da değil adı seçim olan bir tiyatroyla iktidara geliyorlar. Yani gereken kadarını çalarak ekleseler bile ciddi bir oy alıyorlar. Çünkü bilgi ve dayanışma yok oldu ve büyük fakir kitleler radikalleşti, cahilleşti. Her şeyi, her yeri gören devletin, çok uluslu şirketlerin kameraları Yemen’i ve açlıktan ölen çocukları bu nedenle görmüyor ve göstermiyor. Çünkü bilmiyorsan karşı da çıkamazsın, muhalif de olamazsın. Bütün bu taraftarlık teşvikleri, büyük takım formaları, medyadaki bilgi yarışması denen saçmalıklar ve paparazi programlarının temelinde bu var. Bilmeyen karşı duramaz. Bilmiyorsun ki neye hayır ya da evet diyebilesin! Bilgiden soyutlandıkça daha fazla gösteren pornografik bir dünya tasavvurdan realiteye dönüştü. Bütün formatlar için ve en acısı belgesel için de geçerli bu. Gördüklerimizi, gösterileni gerçek sanıyoruz ki bazen gerçek de olabilir ama hakikatle alakası yok ve olanı da ayıracak bilgi ve sükunetimiz yok. Kalan son salim alanı da sosyal medya yok etti.
Bütün dünya ülkelerinde tüketici derneklerinin başına limitli zekada insanlar gelir. Çünkü sıradan insanın (mesela ben) en büyük ve tek gücü, kapitalizmin belini kıracak gücü tüketimdir. Bu şüphesiz kendi başına bir anlamı olmayan bir güçtür. Bu gücün güç olabilmesi için büyülü ve unutulmuş bir kelimeyi tozlarından arındırarak gün ışığına çıkarmak gerekir: Dayanışma. Dayanışma ama internette bir düğmeye tıklayarak değil gerçek bir dayanışma.
Ancak dayanışarak görebiliriz hakikati. Bu hakikat Yemen’de annesinin kollarında açlıktan ölen bir kız çocuğudur. Onu görmenin tek yolu dayanışmadır. Görürsek dayanışıyoruz demektir.
Dayanışmıyorsak ya görmeyiz ya da görmezden geliriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.