Sömürge tipi faşizmin krizi neoliberal sömürge kapitalizminin ve bölgesel sömürgeci istila girişiminin iflasından kaynaklanıyorsa bu krizin yeni sömürgeciliğin krizine dönüşme ihtimali var mıdır? Açık faşizmler birbirlerinin tekrarı olarak yaşanmadılar, yaşanmıyorlar. Bugünkü açık faşizm 12 Eylül açık faşizminin tekrarı değil. Zaten 12 Eylül açık faşizmi de 12 Mart faşizminin bir tekrarı değildi. Çünkü yeni sömürgecilik ve […]
Sömürge tipi faşizmin krizi neoliberal sömürge kapitalizminin ve bölgesel sömürgeci istila girişiminin iflasından kaynaklanıyorsa bu krizin yeni sömürgeciliğin krizine dönüşme ihtimali var mıdır?
Açık faşizmler birbirlerinin tekrarı olarak yaşanmadılar, yaşanmıyorlar. Bugünkü açık faşizm 12 Eylül açık faşizminin tekrarı değil. Zaten 12 Eylül açık faşizmi de 12 Mart faşizminin bir tekrarı değildi. Çünkü yeni sömürgecilik ve sömürge tipi faşizm yani emperyalist hegemonya, oligarşi ve kontrgerilla egemenliği herbirinde farklı sorunlarla karşı karşıyaydı; açık faşizme geçişe neden olan siyasi krizin niteliği herbirinde farklıydı; oligarşi ile halk arasındaki çelişki ve çatışmaların, oligarşi içerisindeki çelişki ve çatışmaların, emperyalizmle oligarşi arasındaki ilişki, çelişki ve çatışmaların kompozisyonu herbirinde farklıydı.
Ama bugünkü açık faşizmle diğerleri arasındaki fark bu genellikte değil. 12 Mart ve 12 Eylül açık faşizmlerine bakarak Erdoğan açık faşizminin kendine özgülüklerini açıklamak olanaklı değil. Çünkü bugünkü açık faşizminin içerisinden çıktığı “Sömürge Tipi Faşizm”, 12 Mart ve 12 Eylül’ün içerisinden çıktığı “Sömürge Tipi Faşizm” değil. Çünkü Yeni Sömürgeciliğin siyasi üst yapısı olan Sömürge Tipi Faşizm metafizik bir kategori değil, tarihsel bir kategori. Yeni sömürgecilik ilişkilerindeki değişim ve dönüşümlere bağlı olarak sömürge tipi faşizm de değişiyor, dönüşüyor.
Genel olarak “Yeni Sömürgecilik” kavramı altında topladığımız bağımlılık biçimini ülkemiz açısından iki büyük döneme ayırabilmek mümkün:
Birinci dönem, iki kutuplu dünya koşullarında ve Kemalist miras üzerinde şekillenen “Kuruluş ve Yerleşme-Olgunlaşma Dönemi” olarak nitelendirilebilir. İkinci dönem ise tek kutuplu dünyada, 12 Eylül faşizminin mirası üzerinde şekillen Neoliberal Yeni Sömürgecilik Politikaları ve bölgesel sömürgeleştirme hamlesiyle uyumlu “Yeniden Yapılanma Dönemi” olarak nitelendirilebilir.
Her iki dönemde de Türkiye “Batı” emperyalizminin yeni sömürgesidir. Her iki dönemde de Türkiye oligarşisi emperyalizmle bütünleşmiş yerli tekelci burjuvazinin hegemonyası altındadır. Her iki dönemde de devlet iktidarı kontrgerillanın elindedir.
Bunlar benzerlikler. Ama bu iki dönemi kalın çizgilerle birbirinden ayıran iki büyük unsur var:
Birincisi ilk dönemde emperyalizmin karşısında “Dev Dünya Sosyalist Bloğu” ve “yükselmekte olan Ulusal Kurtuluş Hareketleri” vardı; emperyalizm savunma durumundaydı. İkinci dönemin başlangıcında ise “Sosyalist Blok” yıkılmış, “Ulusal Kurtuluş Hareketleri” emperyalizme teslim olmuştu; emperyalizm bütün işgal ve istila yöntemleriyle dünyanın dört bir yanını, özellikle de Türkiye’nin kavşağında olduğu ülkeleri ele geçirmeye girişmişti.
İkincisi ilk dönem yeni sömürge kapitalizminin 2. Dünya Savaşı sonrasının koşulları içerisinde, Kemalist devletçi birikim modelini dejenere eden “kuruluş süreci” idi. İkinci dönem ise (devlet sektörü, özel sektörü ve tarımıyla birlikte) yeni sömürge kapitalizminin küresel neoliberal kapitalizme (ayak sürçmelerle, sıçramalarla ilerleyen) “adaptasyon süreci” olarak yaşandı.
(Üstelik bu Neoliberal-Lejyoner Yeni Sömürgecilik siyaseti daha ilk adımında Kürt isyanına yol açtı.)
Bütün bu ekonomik ve siyasi dönüşüm Türkiye tarihinin en büyük sosyal dönüşümüne neden oldu. Türkiye toplumu hızla mülksüzleşmeye, proleterleşmeye ve yeniden proleterleşmeye başladı. Küçük köylü topraktan koptu, kentlere yığıldı. Bu muazzam yoksulluk birikmesi ’50’li, ’60’lı yılların güdümleme ve patronaj sistemleri ile yönetilemezdi. Çünkü bu sistemlerin (devlet güdümlü sendikaların, tarımsal korumaların, sosyal güvenlik sisteminin, gecekondulaşmanın) dayandığı altyapı neoliberalizm tarafından tahrip ediliyordu. Bu olgu düzenin temsili siyasetinin geleneksel merkezlerinin rıza üretme yeteneğini derece derece tahrip etti.
Öte yandan 1990’lı yılların ortasına geldiğimizde hem neoliberal sömürge kapitalizmine uyumlu hem de yaşanan yoksullaşma-proleterleşme sürecini yönetme yeteneğine sahip düzen içi bir siyaset merkezi parlatılmaya başlandı: Neoliberal Siyasi İslam. Büyükşehir belediyelerini ele geçiren RP kadroları ve sömürgecilik hareketlerinin hedefindeki Müslüman nufuslu ülkelere hızla klonlanan Gülen Hareketi dinbaz sağ içinde farklı kökenlerden gelmelerine ve “eski düzen” içerisinde farklı işlevler üslenmelerine karşın, Neoliberal-Lejyoner Yeni Sömürgecilik programı içerisinde yeni bir yaşam enerjisi buldular. Düzenin eski merkezi, emperyalizmin ve oligarşinin yeni gerçekliğine karşılık veremeyip dağılırken, emperyalizmin ve oligarşinin yeni yıldızları Siyasi İslam içinden parlamaya başladı. RP’den çıkan AKP ve AKP’nin yerel ve merkezi iktidarı altında gübrelenerek fışkırtılan Gülen Hareketi kadrolarının oluşturduğu koalisyon 2007-2009 yılları arasına yayılan (ve ABD emperyalizminin ve oligarşinin açık desteği ve yönlendirmesi ile yürütüldüğü aşikar) bir post-modern karşı darbe ile kontrgerillanın geleneksel iktidarını ele geçirdi ve devlet iktidarına el koydu.
Bütün bu anlatımın özeti şudur: AKP-Gülen koalisyonunun kontrgerillanın iktidarını ele geçirmesi ve devlet iktidarına el koyması ile sömürge tipi faşizmin bir dönemi sona ermiş, yeni bir dönemi başlamıştır.
Sömürge tipi faşizmin bu yeni versiyonu, kontrgerillanın yapılanmasından rıza üretim mekanizmalarına, bağımlılaştırma ve kutuplaştırmaya dayalı yönetimden mezhepçi ve ırkçı dışlamaya dayalı kitle temeli yaratma yöntemine kadar birçok bakımdan bir önceki versiyondan farklı özelliklere sahipti. Çünkü kurulan yeni sömürgeciliğin yeni bir döneminin siyasi egemenlik aygıtıydı. Ama aynı zamanda bu yeni versiyon, devlet iktidarını devralan yapıların siyasal islamcı niteliğine uygun olarak, Türkiye’nin sömürge faşizminin üzerinde yükseldiği Kemalist otoriter devlet mirasının yerine Osmanlının (muhayyel) monarşist devlet mirasının geçirilmesi eğilimiyle de şekillendirildi.[1]
AKP-Gülen koalisyonunun krizi sömürge tipi faşizmin bu yeni döneminin damgasını taşıyan bir krizidir. Bu nedenle bugünkü açık faşizmi 12 Mart ve 12 Eylül ile kıyaslayarak “uyduydu, uymadıydı” tartışması yapmak doğru değildir.
Buradan hareketle geleceğe bakarken önemli olan tartışmalardan birini şu eksende yapabiliriz:
Sömürge tipi faşizmin krizi neoliberal sömürge kapitalizminin ve bölgesel sömürgeci istila girişiminin iflasından kaynaklanıyorsa bu krizin (devrimci bir halk ayaklanması dışında) yeni sömürgeciliğin krizine dönüşme ihtimali var mıdır?
Bugünkü açık faşizm, Türkiye’yi ABD/AB merkezli emperyalist kapitalist sistemin dışına taşıyabilir mi?
Bu ihtimaller mevcut değilse, muazzam bir propaganda aygıtıyla yoksul yığınları büyüleyen bütün bu anti-emperyalist, anti-kapitalist, yoksul-dostu “yalancı pehlivanlıkları” en etkili biçimde nasıl açığa çıkarabiliriz.
Açık faşist iktidar, sistemin dışına çıkarmış gibi yapıp, sisteme bir başka kenarından ve en vahşi kapitalizmi dizginlerinden boşaltarak eklemlenmeyi deneyecekse, bu yıkıcılığa karşı mücadelenin açık faşizme karşı mücadele içindeki yeri ne olabilir?
Dipnot:
[1] Sömürge tipi faşizmin bu “dönemsel versiyonu”nun özelliklerinin hem genel hem de yerel düzeyde ayrıca çözümlenmesi, kavramlaştırılması gerekiyor.
* Bu yazı eşzamanlı olarak Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanmaktadır
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.