En azından bir Güzellik şairi –tek başına Güzellik– başka hiçbir şey değil! Güzellik şairi olması iyidir. İnsanın o berbat tanrıçayı en acı sona kadar bile izlemeye cüret etmesi iyidir
Biz de, tam da bu sabah –dinle okur!– “üzüntüsüne karşın, Yeryüzüne bağlanan çiçeksi bir kuşağı” örtünmüş olabiliriz. Kimi “güzellik biçimleri karanlık ruhlarımızdan tatsızlığı henüz çekip almış” olabilir. Kederinin ağırlığının altındaki yaşlı Satürn’le birlikteyken bile, bu “güçlü ormanların, yeşil giysili senatörlerinin, ağırbaşlı yıldızların kollarını doladığı uzun çınarların” tatlılığını içmiş olabiliriz. Ve en kötü ruh hallerimizde bile hâlâ güzelliğin gelip geçmemiş olan nesnelerini yüksek sesle çağırabiliriz. Onları ıstırabını çektiğimiz şeylere “neden” olan, “neden olan, ruhum”un yanı başıyken bile yüksek sesle çağırabiliriz
En azından bir Güzellik şairi –tek başına Güzellik– başka hiçbir şey değil! Güzellik şairi olması iyidir. İnsanın o berbat tanrıçayı en acı sona kadar bile izlemeye cüret etmesi iyidir. Öteki Sunaklar gibi, o acımasız mermerden sunağın da kendi kurbanları vardır. “Beyaz benzersiz Afrodit” yüksek sesle kan diye bağırır – en sevgili muhabbetlerimizin kanı için; en neşeli umutlarımızın kanı için; onurumuzun ve inancımızın kanı için; aklımızın kanı için bağırır. Bizi sarhoş eder, kör eder, bize işkence eder, bizi deli eder ve bizi katleder – yine de onu en acı sona kadar izleriz!
Güzelliğin de, tıpkı diğerleri gibi, kendi Şehitleri vardır; ve bunların içinde Keats Baş Oyuncudur; en genç ve en adil olan; en büyüleyici olan kurbandır. Arkadaşlarına ve sevgilisine yazdığı olağanüstü mektuplardan, Güzelliğin bu hiddetli aşığının kendi Felsefesinden yoksun olmadığını anlıyoruz. Keats’in Felsefesi, parçalarını bu geçici itiraflardan teker teker topladığımız kadarıyla, modern hayatın terimlerine indirgenmiş olan eski politeist pagancılıktan başkası değildir. Modern kelimeyi kullanmak gerekirse o doğuştan “Çoğulcu” idi; ve onun için, adına Dünya dediğimiz bu ayrıksı ve benzersiz mucizeler toplamında, ne Birlik, ne İlerleme, ne Amaç, ne Yüksek-ruh değil, sadece Güzelliğin gizemi ve büyük adamların Anısı vardı!
Doğaya yaklaşma biçimi, hayattaki her olaya yaklaşma biçimi “çoğulcuydu”. Şeylerin kendisine mantıksal bir düzen ya da rasyonel bir bütünlük içinde gelmesini talep etmiyordu. Yalnızca ortaya çıkan her bir benzersiz şahsın; her bir benzersiz dağ eteğinin ya da çayırlığın ya da çitin ya da üzüm bağının ya da çiçeğin ya da ağacın; kendisi için Güzelliğin yeni bir vücut buluşu, izlediği acımasız Biriciğin yeni bir macerası olmasını talep ediyordu.
Asla daha az “mistik” bir şair – asla daha az “ahlaki” bir şair var olmamıştır. Doğasının zemini ve toprağı, Şehvet Düşkünlüğüydü – zengin, titreşimli, ezalı bir Şehvet Düşkünlüğü!
İsterseniz, onun olduğu şey için, “maddeci” sözcüğünü kullanabilirsiniz, ama böylesi bir sözcük saçma biçimde yanlış bir izlenim verir. Anormal derecede sorunlu duyularının fiziksel sinirleri, titreşimlerinin maddi kölelik içinde ölüp gitmesine izin veremeyecek kadar fazla narin, fazla tutkulu bir gerginlik içindeydi. Bu sallantılı teller en uzaktaki psişik dalgalara doğru titreşir; ve tek bir dokunuş onları ürperterek Ruhun yüksek bölgelerine gönderir. Böyle bir doğa için, dokularını yok eden tükeniş ateşiyle ve ruhunu kavuran Güzellik açlığının ateşiyle, taptığı, yakalandığı, tutsak olduğu, kapandığı, “körleştiği” Gizemin bütün sihrini ve harikalarını bulmaya yönelik cinsellik yanılsamasının hayaletimsi aleviyle tek bir kaprisli kızın zehirli tatlılığına sürüklenmiş olması en kabasından bir trajediydi. Keats –birçok büyük sanatçı gibi– kalpten bir anarşist olarak, İnsanın tanrıvari duyularıyla bunlara yönelik arayışın ilahi çılgınlığı arasına cesaretle gezinen her türlü haydutça iddiadan ve ayrıcalıktan, kızgın bir nefretle nefret ediyordu. Toplum mu? Kamuoyu mu? Ahlaki Düşünce mi? Entelektüel Moda mı? Yüksek Sınıfların tarzları ve alışkanlıkları mı? Bütün bunlar onun umarsız Arayışını rahatsız eden boşuna küstahlıklar değilse nedir? “Bütün centilmenler” diye bağırıyordu, “benim doğal düşmanımdır!”
Adanmışlığının ateşli fanatizmi kesinlikle hiçbir sınır tanımıyordu. Gece gündüz “yeni şehvetler” için ağlıyordu; ve başkaları için basit bir epiküryen düşkünlük olan bu türlü bir “şehvet”, onun için bir ihtiras, bir çılgınlık, bir delilik, bir öfke, ölüme doğru bir atılıştı.
Tıpkı Hippolytus’u kıskandığı gibi onu da kıskanan, Köpükten-doğmuş olan, onu kanlar içinde yere savurduğunda, ne kadar da gençti, ne kadar da acınacak kadar genç!
Ama arkasında nasıl bir Şiir bıraktı! Dünyada bir eşi daha yoktur. Güzelliğin halis, ölümcül, boşaltıcı, çıldırtıcı, mayıştırıcı kötülüğü bakımından bir eşi daha yoktur. O tam da Circe’nin kupası – tam da Güneş-zehrinin filtresidir. “Bir Güzellik Nesnesi sonsuza kadar Coşkudur!” Coşku mu? Evet – ama ilk aktığı yerden “sürüklenmiş” olan bir Coşku. İzleriz. İzlemek zorundayız. Ama; Ah yol yorgunluğu!
O ne muzaffer bir ilahidir – Endymion’da, o hemen çıkıp geliveren, Pan’ın onuruna yazılmış olanı! Karanlık ormanların loş zengin derinliklerini dalar ve mırıltıları, bataklıkların feryat figan alanları üzerinde, ölüp gider. Mantarımsı şeylerin ışık ve hava içinde tutunamadığı, mehtapla aydınlanmış patikalarda asılı olan karanlık otlar ve mayışık yaban otları, o çığlığı şehvetli düşlerinde onu işitir ve kaygıyla davranırlar. Genç ağaç-gövdelerinin dilsiz bitkisel “bekleyişi” onun tarafından şehvetli teröre doğru ayaklandırılır. Çünkü bu, Sirenks için öfkelenirken, nemli toprağı ezen Pan’ın toynaklarının sesidir. Orman tanrısının sancısını ve onun çılgın coşkusunu kimse, Endymion’un yazarının onları anladığı gibi anlamamıştır. Bu şairin çılgınca Güzellik arzusunun patırtıyla toprağı alt üst edişi, onu sonunda kayalara doğru sürüklemiş olmalıdır; ama kimi zaman, “o kızla” asla tanışmamış olsaydı, günlerini uzatacak olan, daha yumuşak, daha zarif, daha “vermilyon renkli” ruh halleri çıkagelir.
“Basil’in Çanağı” bunlardan birini ifade eder. Düşünceli ve kalp kırıcı olan bu şiirde nazik bir özlem “acıma”, aşk kaybının telafi edilemez acısının üzerinde, insanı, üstünü örten bir denizin altındaki, boğulmuş Angelus çanlarının sesi gibi avlayan, kuluçkaya yatan zarif bir melankoli vardır. Ölü oğlanın hayaletinin ortaya çıkışının ve onun muğlâk sorunlu konuşmasının tarifi, şu ana kadar yazılmış olan diğer hiçbir şeye benzemez.
St. Agnes Eve de, daha incelikli, daha tasarlanmış sanatı içinde, insanın böyle bir ifadeyi bozma korkusu yüzünden, basit bir “eleştirel denemede”, tek bir satırını bile alıntılamaya cüret edemeyeceği, öylesine dokunaklı, öylesine “duyusal anlamda bu dünyadan olmayan” bir güzelliğe sahiptir!
“Hyperion”un –Miltoncu olan ve yine de Milton’un asla bilmediği ürpertici bir sihirbazlıkla derdi olan– uzun iç çekişli kederli armonileri, okuru asla bitirmediği bir öfkeyle; öteki “Versiyon”da, Dante’nin etkisi aşikâr hale geldiğinde, yalnızca artan bir öfkeyle çıldırtır. “La Belle Dame Sans Merci! Acımasız Güzel Hanım!” Ah, orada onu; bedensel arzunun trajedisinin “şairini”, bütün acıları, aç sinirleriyle, psişik düzleme transfer edilmiş buluruz – onu orada bekleriz!
Çünkü “Güzel Hanım” Güzellik-Manyağının Ağıtı’dır – onun hayat-içindeki-ölüm Ağıtı, onun ebedi Mersiyesi’dir! Onunla, “ayakları tez olan” ve saçı “uzun olan” ve gözleri “vahşi olan” bu “büsbütün-güzel maya içindeki Hanım, peri kızı” ile bir kez tanışanlar –ve sadece onlar– “aç dudakların, sıkıntı içinde, iğrenç uyarıyla, aralanmış” olmasının anlamını bileceklerdir! Ve orijinal olarak zavallı Ofelya’nın umutsuzluğunu ödünç alan ve Bay Hardy tarafından benzersiz liriklerinden kimilerinde harika biçimde tekrarlanan o kırık yarım dizenin, “kuşların ötmediği yer” dizesinin haris duraksamasının sırrı okuruma aktarılmış mıdır?
Ama elbette, Keats’in en üstün, en bütünüyle tartışmasız, en yaklaşılamaz sanatçı olduğu yer beş büyük Kaside’sidir. Böyle şeylerin ürettiği kutsal sessizliği herhangi bir bayağı tekrarla bozarsam cennet beni affetsin! Bunların her biri, kuşların şafak vakti ötmesinden önce, tam da tatlı Acımızın Hanımının parmakları bize dokunurken, bizi arkalarında mest olmuş ve titremeler içinde bırakarak, bir yankı, bir titreşim, ölen bir düşüş bırakırlar!
Sözcüklerin, basit sözcüklerin böylesine mucizeler yaratabilmesi mümkün müdür? Yoksa bunlar hiç de sözcükler değil, insani tutkunun, kalbi kurutan nabız vuruşlarının tecavüzünün, hayat kanıyla dolu, onlara yaklaşan dudakları kızıla boyayan kupaları ve Kutsal Kâseleri midir?
Elbette o üstün Güzelliğin anlatılamaz, nihai, mutlak dokunuşuna sahiptir. Ve her şeyin ötesinde, heveslerin ve esrikliklerin ötesinde, Ölümün gölgesi asılıdır ve onun kalbinde, soğutulmuş ve bekleyen, derin kupanın içindeki engerek yılanında, tedavi edilemez ezanın zehirli ısırığı vardır! Psişe’nin uykusunu seyrederek, “örtülü serin köklü çiçeklerin, ıtırlı gözlerin” ortasında, sersemlemiş, dilimiz tutulmuş biçimde durabiliriz. O “meftun sihirli panjuru” “korku salan köpüğe” doğru açabiliriz. “Yabancı mısırın ortasında evi özleyerek” Ruth ile birlikte oyalanabiliriz. “Halkından boşaltılmış” olan ölü, soğuk, küçük, dağ kasabasına, dehşete düşmüş ve kapalı kalmış bir biçimde göz atabiliriz – “Sabah gülünün üstünde, ya da Şakayıkların üstünde kederimizle tıka basa” doyabiliriz. “Hanımımızın yumuşak elini hapsedebilir ve emsalsiz gözlerinin içine derinden, derinden bak”abiliriz. Zengin bir yılın bağ bozumunun son melankolik “sızıntılarına”, tatlı bir hüzünle dalabiliriz. Ama bütün bu şeylerin karşısında, yarılmış bir kalpten akan, kızıl, nefes kesen bir kan damlası gibi, bütün bunları şiire dönüştürebilmenin “ne anlama geldiğinin” bilgisi yatar!
Bunun anlamı Eza’dır. Bunun anlamı Umutsuzluktur. O Roma’daki mezarlığın tozundan kopan, “Ah Tanrım! Ah, Tanrım! Hiç benim acım gibi bir acı olmuş mudur?” çığlığıdır.
Sanırım Keats kısa ömründe Musa’nın herhangi bir ölümlü çocuğundan daha fazla ıstırap çekmiştir. Üstün Güzelliğin bu nihai yaratıları başka hiçbir biçimde ortaya çıkamaz. Tıpkı tanrılar gibi “Hayatın yaratıcıları” olacaksak, her şey –ama her şey– feda edilmelidir. Çünkü Hayat yalnızca yaraların en derine gittiği “o toprakta” doğabilir – yalnızca o çeşmenin aktığı yere vurduğumuzda sulanabilir! Kendisi için yazmıştır. Kalabalık, arkadaşlarının hükmü – bütün bunlar ne anlama gelir ki? Kendisi için yazmıştır ve diğer her şeyin tadını bezgin önemsizliğe dönüştüren o şarabın tadını tehlikeye atma cüretini gösterenler için!
İnsan, “Lübnan’daki yıllık yarası”, bizi ölümcül biçimde “cezp” eden Adonais’imizi, sadece acı bir çığlıkla terk etmeye isteksizdir. İnsan onu, tanrıların ona “tükenişin” ve “o kızın” ömrünün baharlarını zehirlemeden önce lütfetmiş olduğu o kısa katışıksız zevk anlarında “olmuş olduğu gibi” düşünmeye yönelik patetik bir insani özlem duyar! Ve o anlar, şiirine nasıl da İlkbaharın nefesi gibi geçmiştir!
“Büyük saplantı”sı içinde değilken, kim, Keats gibi, bize büyük Anamızın, Yeryüzünün serin, tatlı, bütünlüklü dokunuşunu hissettirebilir? Yalnızca Persephone’yi emzirmiş olan göğsün verebileceği o “tatlı düşlerle ve sağlık ve sakin nefesle dolu” uyku bizi de kısa bir süreliğine iyileştirebilir.
Biz de, tam da bu sabah –dinle okur!– “üzüntüsüne karşın, Yeryüzüne bağlanan çiçeksi bir kuşağı” örtünmüş olabiliriz. Kimi “güzellik biçimleri karanlık ruhlarımızdan tatsızlığı henüz çekip almış” olabilir. Kederinin ağırlığının altındaki yaşlı Satürn’le birlikteyken bile, bu “güçlü ormanların, yeşil giysili senatörlerinin, ağırbaşlı yıldızların kollarını doladığı uzun çınarların” tatlılığını içmiş olabiliriz. Ve en kötü ruh hallerimizde bile hâlâ güzelliğin gelip geçmemiş olan nesnelerini yüksek sesle çağırabiliriz. Onları ıstırabını çektiğimiz şeylere “neden” olan, “neden olan, ruhum”un yanı başıyken bile yüksek sesle çağırabiliriz.
“Ey parlak yıldız, Senin sergilediğin kadar sebatkâr olabilir miydim!
Gecenin tepesine kimsesiz bir ihtişam gibi asılmaksızın,
Ve izleyerek göz kapaklarımı sonsuza dek bir yana dökerek
Doğa’nın sabırlılığı gibi, uykusuz bir çocuk gibi
Kendi rahipçe görevleri içinde akan suları gibi
Dünyanın insan kıyıları etrafındaki saf abdestin—“
Bizi “uzaklaşabileceğimiz” “gece yarısında” ağlatan bu umutsuz, duyumsal acının, oraya geçmeden önce kalplerimizi katılaştırması gerekmez. Küçük huzur aralarımızın “gökyüzünde ötüşen toplanan kırlangıçları” bizi yine de öylesine tuhaf, kederli bir müteşekkirliğe sevk edebilir ki, bu bize hayat artık “ne” anlama gelirse gelsin, hayat verir!
Ve çok büyük adanmışlığımızın titreyen, gerilmiş sinirleri en sonunda onlar katlederken titreyen parmaklarla dokunulmadan baygınlaşmadıkları duygusuna sahip olabilirler. Sonuçta, “yaşadık”; biz de ve bir adamın oğlu olarak doğmuş olmanın çılgınlığını asla bilmeyecek olan o “mutlu cahillerle” “yer değiştir”meyeceğiz!
Ama kimsenin aldanmasına izin vermeyin. Yeryüzündeki trajik hayat ruhun değil, duyuların hayatıdır. Duyular tüm gizlerin en büyüğüne, birbirimiz üzerindeki tiranlığımızın gizine açılan ağrılı kapılardır. Kimse aşkın, daha büyük, daha gerçek, daha kırılgan olduğunu, Biriciğinin ölü bedeninin yanı başında durabileceğini ve başka dünyalardaki, buluşmaları ve arabuluculukları düşleyebileceğini düşünüyor mu? Hiç de öyle değil! Sevmiş olduğumuz şey soğuktur, soğuk ve ölüdür ve hiç de tanıyamadığımız “o şeye” dönüşmüştür. Herhangi bir muğlâk, ruhani yeniden birleşme bütün bir ebediyet boyunca bir daha asla görmeyeceğimiz o “küçük jestlerin, küçük dokunuşların”, küçük edaların kaybının yerini tutabilir mi? Ah! Şu anda, tam da şu anda olan, o tereddütler ve duraksamalar! Ah! O huysuz niyazlar, o tuhaf geri çekilmeler, o önemsenmeyen protestolar; artık hiçbir şey değiller, hiçbir şey bile değil, yalnızca anı oldular! Duyuların hayatı kalbin muhabbetlerini istila ettiği zaman – o zaman, işte o zaman, çocuğum, acı ve ağrı çıkagelir!
İşte Keats’in olduğu türden mahkûm şehvet düşkünlerinin başına gelen de budur. Ölüm konusunda ona işkence eden şey sevgilisini – ve onun gerçek bakışını, dokunuşunu, havasını, edasını ve varlığını, sonsuza kadar yitirmesi gerektiği düşüncesiydi. O ilhamlı Aşığın, Emily Bronte’nin bağırdığı gibi, “boşuna”, “boşuna, söze gelmez biçimde boşuna”, teselli edecek “bütün avuntu” budur!” “Basitlik diye yanlış yere adlandırılan basit hakikati” duymaktan yorulmuş; hayatın bütün sezginliğinden yorulmuş bir halde; bütün bunlardan “defolup gideriz” – “yalnızca aşkımızı yalnız bırakmak için ölürüz”!
Ama “duyuların trajedisinin yattığı yer” yalnızca, etten ezeli ayrılığın ölümcül tehlikesinin bizim için güneşten ya da aydan daha gerekli hale gelmesi değildir. O tam da kutsal ihtirasın bu panterlerini elediğimiz, boşalttığımız, onlara eza ettiğimiz ve onları incelttiğimiz yoğunluktadır. Keats’in şiirini anlayanlar onu, Marlowe’un sözleriyle, “cennetsi mükemmellik” için yanıp tutuşturan tutkuda, aynı zamanda korkunç bir gericilik tehlikesinin de var olduğunu kabul ederler. Coşkunun acımasız elleri “hep elveda teklif ederek, dudaklarındadır” ve “örtülü melankoli bütün lezzetlerin kalbine ‘hâkim tapınağını’ sokmuştur”.
Bu “üstün Güzelliği” – yani, fikirlere ve ideallere değil, yaşayan biçimlere ait Güzelliği izleyenlerin üzerindeki lanettir. Koşulların ağır basıncı tarafından onu kurtarmaya, onu terk etmeye, ondan yüz çevirmeye sürüklenirler!
Aynısı, böyle bir sanatçının kendi dilini ve büyüsünü yaratmak için üst üste koymuş olduğu “sözcüklerin” üstün gizemi için de geçerlidir. Eşsiz tarzının o “uzun süredir ziyaret edilen oyalanan tatlılığının “ yudumlarını, damla damla, tattıktan sonra, gürültü içinde dinlemek zorunda kaldığımız sislerin eveleme ve gevelemelerine, uluma ve cayırtılarına yuvarlanmaya nasıl katlanabiliriz ki? Ah! Çocuk, çocuk! İçten-masum gözlerini bu gizemlerin ölümcül girişine çevirmeden önce dikkatli düşün! “Onu gördükten sonra” günlerimizin geri kalanını bu kopyalarla ve “insanlığı böylesine tiksindirici biçimde taklit eden” fahişeliklerle, bayağılıklarla ve parodilerle geçirmektense, Melos’un Kızının o yüce, korkunç tatlılığını asla bilmemiş olmak daha iyidir!
Bu en kötüsüdür. Bu onun acısıdır. Bu dünyadaki bütün “büyük arayışlar” bizi ayartır ve bizi imha eder, çünkü biz yok olmadan önce bir kez aç dudaklarımıza dokunsalar da, yapamayacakları tek şey –Güzelliğin, bütün arayış türlerinin bu en kutsalının yapamayacağı tek şey budur– ve bu da dünyaya geri döndüğümüzde ve insanlarla nesneler bu dünyada, aptal, gezici idoller gibi durup bakındıklarında, sıradan hayatımızda yavan aralıklar yaratmaktır!
Ama ne fark eder ki? Cezamızı ödeyelim. Bedeli ödeyelim. “Buna değmez mi?” Güzellik! O ilahi, O zalim Kadın! Hâlâ tapmamız gereken sensin, sensin ve seninle birlikte de senin hizmetkârın buhurdanlıkları taşıyanlar! Çünkü hayatın sırrı bütün riskleri; hatta insanın kendisini, anıların olmadığı, sunakların olmadığı, Senin olmadığın bir diyarda, “hiçbir tapınağın, hiçbir kehanetin, hiçbir düş gören soluk-ağızlı peygamber sıcağının olmadığı” bir diyarda, sürgün bulması riskini bile, korkusuzca karşılamaktır!
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının on birinci bölümüdür.
[Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.