Şimdiye dönersek; ilk anın şaşkınlığı biraz geçmiş olsa da, yeni bir “normalin” içinde konumlanmanın çok uzağındayız, üstelik yakın dönemde yeniden ani yükselişler doğuracak bir toplumsal atmosferi soluyoruz. “İşte, Yenikapı!” mı diyorsunuz; hiçbir sorunu çözmeden yapılan bayağı gösterilerle nasıl denge kurulacak; sözgelimi, hem Kürt gerillalarla savaşı hem de ABD-AB ekseniyle gerginliği yükselterek sistem içinde nasıl konumlanılacak? Yenikapı’nın […]
Şimdiye dönersek; ilk anın şaşkınlığı biraz geçmiş olsa da, yeni bir “normalin” içinde konumlanmanın çok uzağındayız, üstelik yakın dönemde yeniden ani yükselişler doğuracak bir toplumsal atmosferi soluyoruz. “İşte, Yenikapı!” mı diyorsunuz; hiçbir sorunu çözmeden yapılan bayağı gösterilerle nasıl denge kurulacak; sözgelimi, hem Kürt gerillalarla savaşı hem de ABD-AB ekseniyle gerginliği yükselterek sistem içinde nasıl konumlanılacak? Yenikapı’nın parlaklığını ve kuru gürültüsünü, yaşananlardan-yaşadıklarından “korkarak” sinip, gözlerini ve kulaklarını kapatarak telaş içinde sığınacak “liman” peşine düşen şaşkınlara bırakalım ve gerçekle yüzleşmeye çalışalım
Mayıs ayında art arda yapılan hamlelerle, Erdoğan odaklı bir “Başkanlık” rejimi kurmanın önündeki kimi pürüzler kısmen temizlenmiş, eskisinden daha karmaşık bir yapıya bürünen ve daha hızlı akan bir özel sürecin içine sürüklenmiştik. Uzanıp iktidarı zapt etmek istiyorlardı, çok belliydi; ama aynı Mayıs ayında, kendilerini ilerleten hamlelerin aynı zamanda sırtlarındaki yükleri arttırdığı da bir gerçekti.
Haziran ayına oldukça hızlı girdik.
Bütün toplumsal ve siyasal güçler yüksek türbülans[1] içinde zorlanarak ayakta kalmaya çalışıyor, aynı anda artan gerginliklerin her yandan kendilerini sıkıştırmasıyla da yüzleşiyorlardı.
Bu durumun uzun süremeyeceği ve olağanüstü gelişmelerin bizi beklediğini yazmıştık. Bir biçimde bir çıkış yapmanın zorunlu olduğu anlaşılıyordu. Aynı zamanda, toplumun içine sürüklendiği bu olağanüstü sıkışmadan çıkışın artık pek de “normal” yollarla olamayacağı da görülüyordu. [2]
İşte, Haziran’daki yaşadığımız bu geleceği belirsiz karmaşa anında, egemenler arası ittifak alanındaki güç dengelerinde ani bir oynama olmuştu.
Mayıs ayında yaptığı hamlelerle inisiyatifini güçlendiren Erdoğan’ın Haziran’da birden zayıfladığını görmüş ve Akar-Başbuğ inisiyatifindeki Ordunun ağırlığının artmaya başladığına şahit olmuştuk. Ordu merkezli güç alanının bir yanına ilişerek yer kapmaya çabalayan Perinçek, Erdoğan için, “teslim aldık” diyebiliyordu.
Gerçekten de, Haziran ayında, dramatik bir dizi gelişme yaşanmıştı.
Ülkenin dış politikasını bir müddettir kilitleyip açmaza sokan “ana hat”, yetkileri elinden alınan Davutoğlu’na yüklenmiş ve oldukça farklı bir hatta girme manevraları yapılmaya başlanmıştı.
Öteden beri İlker Başbuğ’un konuşmalarında dillendirilen ordunun görüşleri dış politikada öne çıkıyordu. Rusya’ya “kusura bakmayın” dendi, İran’a “dostça” mesajlar verilmeye başlandı. Sırada Mısır’ın olduğu anlaşılıyordu ve Suriye politikasında da değişim belirtileri görülüyordu.
Yine yaklaşan Askeri Şura’da da önemli gelişmelerin yaşanacağı anlaşılıyor, Cemaat taraftarı çok sayıda subayın tasfiye edileceği söyleniyordu.
Mayıs’la birlikte hızlanan ordu ve Kürt gerillaları arasındaki savaş ise, her geçen gün şiddetini arttırarak ve yayıldığı alanı genişleterek sürüp gidiyor, taraflar yeni bir “barış” girişimine kapalı duruyorlardı.
15 Temmuz Darbesi
İşte, Mayıs’tan Temmuz’a olağanüstü hızla akarak, etrafından yoğun gerilimlerle sıkıştırılarak, yüksek türbülans içinde sarsılarak ve içinde çözümsüz gerginliklerle yüklü olarak var olan çok özel bir toplumsal gerçekliğin içinde “bindik bir alamete, gideriz kıyamete” ruh halinde sürüklenirken, beklenen oldu ve gerçekten de “kıyamet” koptu.
15 Temmuz (15T) darbesi, çok da beklenmeyen bir odaktan aniden çıkıp geldi ve yüksek şiddet içeren büyük bir gözü dönmüşlükle patlayarak açığa çıkıp, zaten kendi dengelerini kurmakta oldukça zorlanan özel bir toplumsal gerçekliğe çarptı.
Öncesinde yediği yumruklarla zaten epey sarsılmış olan toplumsal ve siyasal güçler, 8-10 saate sıkışmış yoğun bir saldırıyla adeta “nakavt edilmek”, düşürülmek ve teslim alınmak isteniyordu. Hedef Erdoğan’dı, ama vurulan darbenin başka amaçlarının da olduğu gün geçtikçe daha anlaşılır hale geliyor. N. Klein’ın uygulanmış örnekleriyle gösterdiği “Şok Doktrini” bir kez daha hayata geçiriliyordu.[3]
Sürecin halen devam ettiğini, sonucun henüz belli olmadığını da hemen vurgulayalım.
Darbeciler yenilip tutuklanmış olabilir; ama vurdukları darbe sahiciydi ve vurduğu yerde ağır hasar yaratacak bir şiddetle yüklüydü.
Şimdi, darbe sonrasında, toplumun tümüne yayılmış bir dizi çukur, yarılma, yırtılma ve parçalanma gerçekliğiyle yüzleşiyoruz.
Üstelik, henüz yara soğumuş değil ve tahmin edebiliriz ki gerçek hasar o zaman anlaşılacak. Soğuma fırsatı bulabilecek mi, yoksa peşi sıra çıkıp gelecek yeni biçimlerdeki yeni darbelerle verilen hasar derinleştirilmeye mi çalışılacak, henüz o da belli değil; ufukta belirsizlik var.
Her şey birbirine girdi, devlette ve toplumda farklı güçte parçalanma ve dağılma süreçleri ivme almış durumda. Yeniden toplama girişimleri ise, henüz yaşanan sarsıntının yarattığı hasarı giderecek çapta değil. Bu girişimler oldukça yüzeyde kalıyor ve fırsatçılığın üstünü kuru gürültü ve parlaklıkla örterek yol almak gibi bir “iş bitirici” siyasal ahmaklıkla yüklü!
Şimdi, neredeyse her şey hareket halinde ve ayrıca “kesinlik” olgusu da bir süreliğine rafa kalkmış durumda; “gelecek” ise, oldukça bulanık görünüyor ve çok sayıda olasılık barındırıyor. İnsanlar gerçekle ilgilerinin doğru olup olmadığını kontrol eder ya da yaşadıklarının gerçekliğinden şüphe eder hale dönüştüler.
Önceki dönemden zaten gittikçe büyüyen ve hızlanan bir çığ gibi kopup gelen “türbülans” ve “yüksek gerginlik” olguları ise, 15T darbesinin kendilerini daha da körüklemesiyle aniden toplumun dengelerini bozacak noktaya kadar yükseliverdi.
Acaba, toplumsal ve siyasal “devreler” bu kadar yüksek seviyedeki türbülans ve gerilimi kaldırabilecek mi, yoksa patlayacak ve içindeki hiçbir gücün/öznenin kontrol kuramadığı bir kaosun içine mi sürükleneceğiz; henüz belli değil, ama çok uzun sürmeyecek bir zaman dilimi içinde en azından hangi yöne doğru yol aldığımızı anlayabileceğimizi umut edelim.
Ve, elbette, tahminde bulunma yerine “karar veren” öznelerin/iradelerin içinde bulunma ve özneler arasında yaşanacak mücadele sonucunda ortaya çıkacak “bileşkenin” (Engels) ağırlıklı ögesi olmaya çalışmak gerekiyor.
Şimdiye dönersek; ilk anın şaşkınlığı biraz geçmiş olsa da, yeni bir “normalin” içinde konumlanmanın çok uzağındayız, üstelik yakın dönemde yeniden ani yükselişler doğuracak bir toplumsal atmosferi soluyoruz. “İşte, Yenikapı!” mı diyorsunuz; hiçbir sorunu çözmeden yapılan bayağı gösterilerle nasıl denge kurulacak; sözgelimi, hem Kürt gerillalarla savaşı hem de ABD-AB ekseniyle gerginliği yükselterek sistem içinde nasıl konumlanılacak?
Yenikapı’nın parlaklığını ve kuru gürültüsünü, yaşananlardan-yaşadıklarından “korkarak” sinip, gözlerini ve kulaklarını kapatarak telaş içinde sığınacak “liman” peşine düşen şaşkınlara bırakalım ve gerçekle yüzleşmeye çalışalım.
Yüzleşelim ki, gerçekten de “korkutucu” süreçlere gebe olan mevcut durumdan halkçı ve demokratik bir çıkış için neyi, kimlerle ve nasıl yapmamız gerektiğini keşfetmenin ilk adımını atmış olalım.
İşte, yürütülen algı operasyonlarını bir kenara itersek, hemen vurgulamalıyız ki, 15T’nin ilk sonucu olarak, bir devlet krizinin içinde bulunuyoruz.
Devletin zirvesinde, kimin kime ne kadar güveneceğinin, hangi kurumun hala işleyebildiğinin belli olmadığı anlaşılıyor. Darbe, devletin içinde, zirvelere doğru çıktıkça yoğunlaşan ve bulaştığı yerlerde yıkıcı sonuçlar yaratan bir “güvensizlik” mikrobu üretti, bu mikrop hızla tüm devlete yayılıyor.
Zirveden eteklere doğru indikçe, IŞİD tarzı kimi uygulamalarla vahşileşen bir iç çatışma yaşandıktan sonra, şimdi 15T’nin ulaştığı zirveden bir çentik aşağı seviyede sürüp giden olağanüstü yoğun bir türbülans tarafından halen sarsılıyor ve sürekli zorlanıyoruz. Öncesinden daha da artıp güçlenen gerilimler daha sert biçimde her şeyi ve her yeri sarıp sarmalıyor, yırtmaya, parçalamaya, dağıtmaya çalışıp, çözülmeye zorluyor.
Aslında açık konuşmak gerekirse, 15 Temmuz darbesi, sistem ve onun politik ve toplumsal alanında epey geniş yer kaplayan bir “boşluk” oluşturdu ve henüz kapatılabilmiş değil. Neredeyse bir boşluğun üstünde duruyoruz! Aşağısı epey karanlık bir uçurum!
Evet, toplum, ülkenin siyasal ve toplumsal yapısına zaten içkin olan çözümsüz gerilimlerle sürekli itilip kakılırken ve onlar yetmezmiş gibi Erdoğan’ın bir “yönetim tarzı” olarak uyguladığı gerilimlerin eklenmesiyle bir türbülansın oluşması ve onun süreklileşmesi, yayılması ve sertleşmesi gerçekliğinin içinde zaten oldukça zorlanırken; bu türbülansın 15T sonrasında herkesin birbirinden şüphelenir hale girdiği ve devletin kurumsal işleyişinin ağır hasar aldığı bir noktaya sıçraması gerçeğiyle yüzleşiyor. Türbülansın şiddetinin gücü ve yayılım hızı, şayet böyle devam ederse toplumun var oluş koşullarını zorlayacak bir zemine yerleşiyor.
Öyle oluyor ki, eskiden Erdoğan gerginlikleri sürdürüp yöneterek iktidar olurken, şimdilerde işler tersine dönme eğilimine girdi ve gerginliklerin ulaştığı düzey de Erdoğan’ı önünde sürükleyerek çözülmeye zorluyor. Artık, birbirine zıt bu iki eğilimin bir arada olup itişip-kakıştığı bir özel dönemin içindeyiz.
Kopuş ve süreklilik
15T darbesi, şaşırtıcı bileşenleri, yapılış tarzı ve özellikle devletin farklı merkezlerine uyguladığı şiddetle ve zaten öncesinde de olağanüstü bir türbülans içinde sarsılıp zorlanan müdahale ettiği alanda yarattığı ağır hasarla, ülkeyi eskisinden koparıp yeni bir dönemin içine soktu.
Bu dönemin nasıl bir şey olduğunu henüz kimsenin tam anlamıyla bilemediğini söylersek, abartmış olur muyuz?
Şimdilerde, bu dönem hem altında hem de içinde büyük bir boşluk taşıyor. Bütün güçlerin bu boşlukları kendi ihtiyaçları yönünde doldurmak için hamle yaptığını görüyoruz. Bu hamlelerin başarısı ve başarısızlıkları içinde yaşayacağımız yeni dönemi belirleyecek, önceden belli bir kaderi/”kaderimiz” yok!
Bu anlamda, açılan yeni dönemi kavrama çabalarında oluşmaya başlayan iki önemli zaafa dikkati çekmek istiyorum:
İlkin, öyle bekleniyor ki, 15T’nin sert darbesinin verdiği hasar giderildikten sonra, “nerede kalmıştık” denilecek ve her şey kimi ekler edinerek kaldığımız yerden devam edecek! Yani, aslında yeni dönem 15T öncesinin kimi nüans farklılıklarıyla zenginleştirilmiş bir benzeri olacak!
İkinci kavrayışa göre ise, önceki döneme dair ne varsa artık geçmişte kaldı; “Eskiyi unutun yepyeni bir dönem başlıyor!” deniyor bize.
Gerçekte, yaşananların olağanüstü özelliklerinin bilincimizi baskı altına almasına izin vermeden gözümüzün önünde olup bitenlere soğukkanlıca bakarsak; bir itiş-kakış yaşandığını, eskinin eğilimlerinin kendisini aynen sürdürerek yeni dönemi de belirlemeye çalıştığını ve ama aynı zamanda, yüksek şiddetle zorlanan toplumsal ve siyasal ortamın çalışan reflekslerinin hızla yepyeni süreçler üreterek öncesinden tümüyle farklı bir yeni dönem inşa etmeye çalıştığını görebiliriz.
Yani, aslına bakarsanız, iki eğilim de gerçek; aynı ortamda bakışımlı olarak var olmaya ve güçlenmeye çalışan bu farklı eğilimler birbirleriyle itişip kakışıyor; ne olacağı bu itiş kakışın içinde belirlenecek.
İki eğilimden birinin daha ağırlıklı olduğu bir dönem yaşanabileceği gibi, muhtemelen daha yüksek bir olasılık olarak, her iki eğilimi de hem içererek hem de onlara varlığını dayatarak “kendisi” olan ve egemenlik kuran “melez” bir yeni dönemin içine gireceğiz.
Yeni dönem, eskinin yüzeydeki ve zayıf bazı dinamiklerini tümüyle yok ederken, daha derinlerde ve daha güçlü konumlandıkları için kendisini sürdürebilen ana dinamiklerini 15T tarafından “etkilenip-eğitilmiş” halleriyle içerecek; ama aynı zamanda, 15T’nin yüksek şiddetinin etki gücü ve uygulandığı toplumun zaten etkiye açık zayıf hali dolayımıyla doğup ortaya çıkan yepyeni dinamikleri de barındıracak.
Ama, şu da gözüküyor ki, bu bir arada olma, basit bir yan yana gelme ya da aritmetik toplam biçiminde olmayacak ve kendine has bir yeni dönemi var edebilecek bir özgün asabiyete sahip olacak.
Dolayısıyla, basit değil karmaşık bir iç içe geçme sürecinde eğitilecek bu eğilimler, artık kendilerini “aynen” sürdüremeyecek, 15T “riskine” çarpmanın sonrasında oluşan ve bir dizi dolayımla birbirlerinin içine girip “başkalaştıkları” bir yapıya sahip olacak/lar. Biz de, eskisi ve yenisiyle var olan bütün eğilimleri kendi egemenliğinde bütünleştirip yeni anlamlarla yükleyen özel bir yeni toplumsal ve siyasal alanın içinde konumlanacağız.
Bu durumda, her şeyin, eskiden sürüp gelen en temel eğilimlerin bile, açılan yeni dönemin içinde başkalaşıp yeni dönemin gerçeklerine uyum sağlamaya zorlanacağını beklemeliyiz.
Söz gelimi, Erdoğan muhtemelen darbeyi püskürmüş olmanın verdiği kendine güvenle ( birçok yorumcunun da vurguladığı gibi) kaldığı yerden devam etmek ve “Başkanlık” ilan etmek isteyebilir; eh, önceki tarihine baktığımızda sırf kendi isteğine kalsa kesinlikle böyle yapacağını düşünebiliriz. İyi de, neredeyse boşlukta duruyor ve böylesi kaotik bir ortama egemen olabilmek için önce ayakta kalmayı becerebilmesi gerekmiyor mu?
Ya, kaos içindeki Ortadoğu ve çözümsüz kaldıkça artan oranda kanayan Kürt sorunuyla boğuşurken, darbe yapmak isteyip de “ağır bir darbe almış olan Ordu gerçekliği” ve eğer kısa zamanda aşılamayıp ta süreklileşirse zamanla içinde barındırdığı muazzam ölçülerdeki yıkıcı dinamiklerle tanıştıkça ne olduğunu daha iyi anlayabileceğimiz “Devlet krizi” ne olacak?
Evet, bu iki ağır pranga ayaklarında bağlıyken Erdoğan nasıl hareket edebilecek?
İşte, Erdoğan her zamanki fırsatçılığıyla ileri doğru hamle yapmak isteyebilir de, nereye dayanacak, gücü nereden alacak?
Üstelik, yüksek türbülansla sürekli sarsılan süreç halen sürüyor!
Erdoğan yanlısı yazarlar “Haşhaşiler” deyimini bolca kullandığına göre biliyor olmalıdırlar; Haşhaşiler, yöneldikleri herkese son hamleyi vurmazlardı; söz geçiremeyeceklerini düşündükleri Selçuklu vezir-i azamı Nizam-ül Mülk gibileri doğrudan öldürürken, Sultan Sencer ya da Selahaddin Eyyubi gibi bazılarına da “esas patronun kim olduğu mesajını vererek kendi etkilerini güçlendirmekle” yetinirlerdi.
Darbeciler yenilseler de, hiç olmazsa ellerine verilen mesajı ilgili adrese ulaştırmayı başaracak ölçüde bir şiddet uygulamayı da başarabildiler; önceden farklı düşünülmüşse bile sonuç böyle oldu; bakalım hedefteki güç alanı/Erdoğan mesajı alabilecek mi?
Mesaj, açık: “Ya bu deveyi güdersin ya da ama öyle ya da böyle bu diyardan gidersin; gerisini sen bilirsin!”
Mesaj kimden mi geliyor?
Öyle anlaşılıyor ki, “taşıyan” Cemaat ama “gönderen” ABD içindeki güçlü bir devlet odağı!
AB’nin de mesajın içeriğine katıldığı açık değil mi?
Şimdi, sözünü ettiğimiz “süreklilik ve kopuş” mantığı içinden olası gelişmelere bakalım.
AKP’de neler oluyor?
AKP, özellikle 2010 sonrasında, öncesindeki 8 yılda edindiği tecrübeye ve iktidar alanı içinde kazandığı mevzilere güvenerek olsa gerek, eskiden olduğundan daha yüksek bir özel “asabiyet” yüklendi.
Erdoğan, 2010 sonrasında, iktidara sımsıkı yapışacağını ve bir “kurucu” misyon yüklenerek yeni bir politik rejim ve ona uygun yeni bir toplumsal alan inşa edeceğini açığa vurdu ve kendi özel amaçlarını daha açık tarzda hayata geçirmeye çalıştı.
Kendilerine meşruiyet yaratabilmek için “ Ordu vesayetine karşı demokrasi ve AB üyeliği” havucunu göstererek kullandıkları liberal ahmaklara artık ihtiyaçları kalmadığını açıkça söylediler ve oligarşik iktidarın zirvesine kalıcı olarak yerleşebilmenin gereksindiği hamleleri yapmaya başladılar.
Onların “demokrasi” sorunları yoktu. Var olan oligarşik-totaliter yapının zirvesinden orduyu indirip kendilerini geçirmek ve söz konusu iktidar öznesi değişiminin meşruiyet aracı olarak da kendi çıkarlarına uygun bir biçime soktukları İslam’ı kullanmak istiyorlardı.
Ancak, hedefe ulaşmak hiç kolay değildi ve ona doğru yürüyen Erdoğan, neredeyse attığı her adımda birbirinden oldukça farklı güçler tarafından sürekli zorlandı ve yolu kesilmeye çalışıldı.
Bu zorlamalar 6 noktada zirve yaptı:
PKK’nin “Devrimci Halk Savaşı” (DHS) hamlesi ve sonrasında yaşanan “Çözüm Süreci”, Gezi isyanı, 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonları, Rojava’daki gelişmeler, HDP’nin 7 Haziran seçim zaferi ve en son 15T darbesinde, çok farklı güç alanları Erdoğan odaklı iktidara sert darbeler vurdu.
O ise, her seferinde sarsıldı ama bugüne dek gelebildi.
Erdoğan, ittifak güçlerini değiştirerek ve o andaki darbeyi vuran karşıt güçlere şiddetle saldırarak bir biçimde ayakta kalmayı başardı, ama sonuncusunda “ölümle” yüzleşti. Yani, evet yol alıyor da, ağır hasarlar alarak ve gittikçe artan zaaflarla yüklenerek ilerleyebiliyor; iktidar artık fazlasıyla bir “ateşten gömlek” haline dönüşmüş durumda.
Hedef, bir “başkanlık rejimi” kurmak; karşısındaki halkçı güçler bu hedefe tümüyle karşıyken, gene karşıt güçlerden olan değişik sermaye fraksiyonlarının “Başkanlık rejimine” değil, onun Erdoğan tarafından kuruluş ve uygulanış tarzına karşı oldukları görülüyor.
Erdoğan, hedefine doğru yaptığı her hamlede yıprandı ve sıkışmayı aşabilmek için uyguladığı devlet şiddetinin sonuçlarını taşıdığı omzundaki heybenin ağırlığı hep arttı.
Şimdi, Mayıs hamlelerinden sonra, nihayet “Başkanlık” için final turunu yapacağını düşünüp-hazırlanırken yediği 15T yumruğu, en ağırı oldu ve öyle görünüyor ki, bir yandan “zafer kutlamaları” yapıyor olsa da, öte yanda neredeyse ayakta durmakta zorlanıyor.
Artık hedefine ulaşabilse bile, öyle çok darbe yemiş ve o kadar yıkıntı ortasında olacak ki, sadece bir “Pirus zaferi” kazanmış olmaktan ötesini başarabilmiş olmayacak ve üstelik “Başkan” oluşunun ilk anından itibaren düşmanları tarafından sert biçimde zorlanacak. Kendi şahsi durumu bir yana, yönetmeye çalıştığı kapitalist sistem de aynı süreçlerin içinden geçecek ve sürekli zorlanacak.
“Abi, adam işini biliyor, yürüyüp gidiyor işte” diyenlere, zaten epeydir/Gezi’den beri bir ayağının boşluğa doğru çekildiğini ve 15T sonrasında neredeyse iki ayağının da boşlukta olduğunu belirtelim; öyle gözüküyor ki, “işini bilen” Erdoğan “bildiği gibi” yürürse, günün sonunda Türkiye’nin varlığı tartışılır hale gelebilecek! Halep oradaysa, arşın da burada ve durum herkesin görebileceği netlikte ortada!
Öte yandan, Erdoğan, hedefine doğru yürüyüşünün neredeyse her aşamasında, AKP’nin içinde de bolca “temizlik” yaptı.
Erdoğan “şahsileştikçe” ya da “putlaştırıldıkça”, yola eşitler/kendi deyimiyle “kardeşler” olarak yola çıktıkları “refikleri” tarafından eleştirilmeye başlandı. Erdoğan, eleştiren ya da nüans düzeyinde olsun farklılaşan bütün “kardeşlerini” geri konuma iteleyiverdi, eğer iddia sahibi olmaya yeltenirlerse de itibarsızlaştırarak dışladı. Hatta, öyle oldu ki, herhangi bir farklılığa bile gerek kalmadan, potansiyel rakip olma bile dışlanma sebebi olabildi.
“Beraber yürüdük biz bu yollarda” sadece laf; gerçekler her durumda şahsilik ve “tek adam” olma tarzıyla yapılandırıldı.
Erdoğan’ın bu tutumuna “rest çeken” bir güçlü irade henüz görülmedi.
Hepimizin bildiği, Gül-Arınç-Babacan ekseni, var mı yoksa var olabileceği için var mı sayıyoruz, pek de anlaşılmıyor. Bu eksen, kendisini maddi bir güç olarak henüz göstermedi. Göz kırpmalar, küskünlükler, bir şeyleri ima etmeler ve dargınlıklar gibi, güç ilişkileri alanında hiçbir sonuç üretemeyen zavallıca tutumlarla kendilerini kendi açtıkları bir “güvenilmezlik” çukuruna gömüyorlar.
Ya da 15T sonrasında diyebiliriz ki, belki de biz öyle sanıyorduk.
Kim bilir, belki de “oralarda” böyle süreçler tam da kendilerine yakışacağı gibi, yüze gülüp dostça kucaklaşırken aynı anda “saman altından su yürüterek” yaşanıyor olabilir!
İşte, şimdi, 15T darbesinden sonra, o “küsmeler”,”dargınlıklar”, “geri çekilmeler” birden ortaya saçılıverdi. Darbeciler şayet başarılı olsalarmış, Erdoğansız bir AKP’yi iktidara getireceklermiş! Acaba Başbakan kim olacaktı dersiniz, sakın gözlüklü ve “stratejik derinlikli” bir kitap yazarı olmasın? Daha da ötesinde, günün sorusu “Darbenin siyasi kanadı kimlerdi?” ve söylentilerde cevabı da harflerle veriliyor: AG ve BA! Ben bir şey anlayamadım, siz anladınız mı?
İşte, darbe, darbeciler yenilmiş olsa da, ülkeyi içine sürüklediği ağır koşullar dolayımıyla, kendi hedefini ülke gündemine oldukça güçlü bir şekilde soktu.
Şayet Erdoğan’ın varlığı bir istikrarsızlık ögesi haline gelerek ülkeyi “Suriyelileşme” noktasına doğru sürükleme tehlikesi taşıyorsa ve egemenler Erdoğansız bir AKP talebini her yolla ve ısrarla dayatıyorsa, AKP’nin “birlik ve beraberlik ruhu” daha ne kadar dayanabilir?
Evet, Gül’ün darbe gecesi ondan hiç alışık olmadığımız biçimde ateşli konuşması ya da Davutoğlu’nun her yere koşturup darbe karşıtı söylev çekmesi, sakın “örtü” olmasın?
Neyi mi örtüyor olabilirler?
Kim bilir?
Sakın Erdoğan’ın bolca kullandığı “Kardeşlik Hukuku” adlı hançeri, birileri ona karşı kullanmayı istemiş olmasın?
Ya da, tam tersine, alışık olduğumuz üzere, her kritik aşamada olduğu gibi şimdi de, Erdoğan gene “kardeşlik hukuku” hançerini kullanmaya mı hazırlanıyor?
Yoksa, daha şimdiden AKP’de yeni bir “itibarsızlaştıma-dışlama” sürecinin içine girildi de, AKP çevrelerinden aktardığımız yukarıdaki söylentiler “giriş” hamleleri mi?
Ama, hiç unutmamalıyız, artık 15T sonrasındayız ve işler farklılaşıyor; şimdi bulunduğumuz momentte süreçler eskisinden çok daha yüksek gerginlikle yüklü olarak, dolayısıyla yüksek yıkım gücü ve yüksek çözülme riskini aynı anda taşıyarak hareket ediyor! Erdoğan’ın ya da başkalarının söz konusu hançeri oldukça dikkatli kullanması gerekiyor!
Öyle gözüküyor ki, Erdoğan AKP’ye topyekun bir müdahalede bulunmaya zorlanıyor; hatta, yeni zamanların diliyle konuşacak olursak, işler “format atma” noktasına dek sıçrayabilir. Eh, çok açık olarak belli ki o atmazsa birileri ona “format atacak.”
Erdoğan, 15T gecesinde bir anda uçuruma doğru sürüklendi, aşağıdaki “ölüm” diye adlandırılan kesinliğin derinliği ve karanlığını görmüş olmalıdır; üstelik onu oraya sürükleyen “türbülans” halen sürüyor ve doğal olarak şimdi daha yüksek bir “güvenceye” gereksinimi var! Gül ve Arınç’ın öne çıktığı “eski” ve “küskün” ağır topların varlığını eskisinden daha fazla riskli görüyor olmalıdır.
Ayrıca, şayet “Batı” ile ilişkiler, “kopma ya da bir “mesafe koyma” tarzında bir dönüşüm yaşayacaksa, AKP’nin üstünde bulunduğu “paradigmaya” bile “format atılırsa” hiç şaşırmamak gerekiyor. Böylesi bir tutumun, çok daha kapsamlı bir kadro tasfiyesini dayatacağı açıktır.
Ya da tersine, şayet ilgili “mesaj” alınmışsa ve geri adım atarak “Batı” ile “pürüzlerden” arınmış bir ilişki kurulacaksa, bu sefer de son günlerde epey neşeli ve “ateşli” olan başkalarının/sözgelimi Karagül gibilerinin tasfiyesi gündeme gelecektir!
Elbette, şimdiki kaotik ortam sürdükçe önceden görülemeyecek başka birçok olasılıkla yüklenecektir.
Evet, şimdilerde hepsi pek şenlikli olsalar da biz “baykuş” olup uyaralım, kader AKP’nin kapısını çalıyor!
15T ve CHP
Darbecilerin kendi bildirilerinde Kemalist-laik bir söylem kullanıp “tuzak” kurarak “avlamak” ve kendi destekçileri yapmak istedikleri CHP kitlesi, tuzağa düşmedi. Bu kitle, “sol duyuyla” davrandı, sokaklar AKP’nin önceden hazırlandığı belli olan kadroları tarafından tutulduğu için sokağa çıkamasa da, darbeye karşı net tutum aldı.
Darbenin etkisiyle toplumsal ve politik zeminlerde açılan “boşluğu” kendi çıkarları yönünde doldurmak için çırpınan AKP gibi CHP de aynı “boşluğa” doğru hamle yaptı: Taksim mitingi ve Saray toplantısına katılım, farklı anlamları içinde barındıran ama CHP merkezi açısından birbirini tamamlayan iki önemli hamle oldu.
CHP merkezi, Taksim’de, risk alıp oraya gelen canlı ve enerjik yüz binleri toplayıp, sonra da Kılıçdaroğlu’nun her zamanki “sade suya tirit” konuşmasıyla o kitlenin öfkesini boşaltıp biriken enerjisini toprağa vererek heba ederken; aynı zamanda, devletin yeniden örgütlenmesinde ortaklaşmayı hedeflediği AKP ile oturacağı “pazarlık masasında” elini güçlendirmek istiyordu.
O masa ise, oldukça açık biçimde kurulmuş durumda. (Yazı bittikten sonra A. Koç ve Ö. Koç’un yaptığı Saray ziyareti de masanın arkasında sermaye güçlerinin olduğunu gösteriyor.)
Ancak, CHP’nin inisiyatif kazanması çok zor görünüyor; kazansa da, geçici olmaya yazgılı olacaktır.
15T’nin en çok etkileyeceği siyasal güç alanlarından birinin de CHP olacağı kesindir.
CHP ya da temsil ettiği siyasal gelenek artık boşlukta! Daha hassas bir değerlendirmeyle, bu geleneğin “gövdesinin” kapladığı hacme göre “destek aldığı alanın” hacminin epey küçülmüş olduğunu söyleyebiliriz.
CHP, zaten bir “siyasal mevta” olarak sürüklenerek var olabiliyordu; ama 15T sonrasında kendine özgü asabiyeti ve dokusu ile kendisini aynen sürdürmesi tümüyle imkansız hale geldi. Bir “dönüşüm” olasılığının ise, önü tıkalı gözüküyor. Şimdi, CHP açısından, bir “çözülerek dağılma” ya da “küçülme” sürecinin başladığını saptayabiliriz.
CHP’nin boşaltacağı alan, yine CHP’nin içinden çıkabilecek Rıza Türmen gibi inisiyatifler ya da şayet kendi kısıtlamalarını aşabilirse HDP veya en iyi durumda, içinde HDP’nin de olduğu bu coğrafyanın bütün demokratları ve devrimcilerinin ortaklaşarak özneleşmiş iradesi tarafından doldurulacaktır.
CHP ya da temsil ettiği siyasal gelenek, en büyük güç kaynağını kaybetti ve artık büyük oranda boşlukta duruyor; eninde sonunda “yerçekimi yasalarının” hükmünü icra edeceğinden emin olabiliriz; üstelik bu durum çok da uzak olmayacak bir gelecekte yaşanabilir.
CHP, herkesin bildiği gibi, TC’yi kuran irade tarafından, kuruluşun yapısına ve işleyişine uyumlu olarak, oluşan siyasal alanın hegemon gücü ya da kontrol veya denge aracı olması “göreviyle” kuruldu. Şimdi, bizzat bu kuruluşun ana yapısı olan devlet ve onun vurucu gücü ordu krizde olduğuna göre, güç kaynakları “o” devlet ve ordu olan ve kendi dengelerini gene “o” devlet ve ordu üzerinden kuran CHP, gücünü nereden alacak ve dengelerini nasıl kuracak?
Üstelik, CHP, tıpkı yerli sermayemiz/yerli finans kapitalimiz gibi, “devlet fideliklerinde” tohumu atılarak ve “el bebek gül bebek” şımartılarak yetiştirildi; o, şımarık ve güçsüz; kendi gücüyle kendisine yol açmaya ve kendi dengelerini kendi yaratıcı hamleleriyle kurmaya alışkın değil!
Taksim mitinginde öfkeyle “darbeye ve diktaya karşı” haykırarak alanı dolduran yüz binlere “dokunamaması” ya da belki de bilinçlice “dokunmaması” ve sonra da birçok toplumsal gücün ondan beklediğini yapıp güçlü bir “AKP karşıtı demokratik seçenek” olmak yerine “kuyruğunu bacaklarının arasına alıp” tıpış tıpış Saray’a çıkarak ya da Yenikapı’ya giderek Erdoğan’ı meşrulaştırması boşuna değil, başkasını yapma gücüne ve yeteneğine sahip değil!
CHP, şimdi değil çok önceden beridir bir siyasal mevta olarak var ve sadece geçmişine ve elinde olan belediyelerdeki olanaklara dayanarak kendisini sürdürebiliyor. Bu ülkede CHP’nin iktidar olabileceğine inanan var mı?
O, kurucu sözcülüğünü yaptığı Türkiye kapitalizminin yaşadığı gelişme-dönüşüm tarafından çok önceden boşluğa itildi; ama bir rakibi şekillenemediği için ve başta Aleviler olmak üzere bazı toplumsal güçleri ve solu sistem içine çekme yeteneği yüzünden sermaye güçleri tarafından “yaşam ünitesine bağlanarak” sunni teneffüsle ve besinle “yaşatılıyor!”
AKP’nin CHP’yi sürekli silkelemesi, baskı altına alması ve “etkisiz eleman” konumuna sürüklemesi, kendi gücünden daha fazlasıyla rakibinin güçsüzlüğünden kaynaklanıyor. Erdoğan, şimdi de, ayakta durabilmek için en ufak bir desteği dahi önemsediği şu günlerde CHP ile “iyi geçinecek”, onu biraz “yemleyecek”, kendisine acilen gereken meşruiyeti yeniden üretebilirse ve dengelerini yeniden kurabilirse çöpe atacaktır!
İşte, CHP merkezinin hiç de şaşırtmayan ve beklediğimiz bir tutumla, Taksim’de toplanan demokrat, özgürlükçü ve laik kitlenin ihtiyaçları yönünde davranmak yerine; AKP’nin devleti kendi ihtiyaçları temelinde restore etme tutumuna güç vermesi, onun meşruiyetini arttırması ve Erdoğan’ın “Başkanlık” yolunun açılmasına destek olması; 15T sonrasında ne kadar süreceği belli olmayan özel bir moment oluşabileceği yönündeki tahminimizi doğrulamış oldu.
Açık değil mi, Gezi’de de birlikte olduğumuz Taksim’deki yüz binler, kendi ihtiyaçlarını dillendirecek ve öncülüğünü yapacak bir toplumsal ve politik özneleşme sürecinin içinde olmaya ya da oluşacak böyle bir özneyi desteklemeye eskisinden çok daha fazla açıktır.
Evet, CHP’nin var oluşunun kaynağı olan ve onu ayakta tutan “asabiyetinin” özü, devlet ve ordu odaklıdır. Şimdi devlet krizde ve ordunun durumu da belli olduğuna göre; o artık iyice dibe doğru sürüklenmeye yazgılıdır ve “CHP yüzünü sola dönmelidir” gibi beklentiler de, “ölü gözünden yaş beklemek” anlamına geliyor. CHP, kendi yapısına uygun davranıyor ve kendi kaderiyle yüzleşiyor, hiç şaşırmamak gerekiyor.
Ancak, şimdiye dek bir biçimde CHP’nin etki alanında olan bazı toplumsal güçlerin/özellikle de laik demokratların ve Alevilerin ihtiyaçları bu konumlanmayla tümüyle zıt bir yönde şekilleniyor ve 15T darbesi de bunu iyice açığa çıkaran bir “işaret fişeği” oldu.
Evet, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak sürekli yeni alanları fetheden sermayenin toplumsallaşmasının günümüzde ulaştığı aşamanın “işçileştirdiği” laik-demokrat toplumsal güçlerin ve kurulmaya çalışılan yeni rejimin Kürtlerle beraber “ötekisi” olmaya yazgılı olan Alevilerin ihtiyaçlarını kim dillendirecek, bu kitlenin bağımsız, demokratik ve özgürlükçü yapısının eskiden kalma “pürüzlerinin” aşılmasına kim destek olacak ve esas olarak bu güçlerin “kendisi” olarak-kendi ihtiyaçlarını esas alarak “özneleşmesi” nasıl gerçekleşecek?
Bu özneleşme sürecinde en büyük sorun alanını, CHP’nin ve onun dillendirdiği “sol” görünümlü devletçi-despotik politikaların etki alanında olan sol güçler oluşturuyor.
CHP’nin yapamadığını yapmaya (Kemalist cumhuriyetin ana yönelimlerini sol söylemle süsleyerek sürdürmeye) talip oldukları anlaşılan bu güçler, şimdi hangi parlaklığa bürünmüş ya da güce ulaşmış olurlarsa olsunlar, yeni dönemin akışı içinde tarihin çöp sepetinde yerlerini alacaklar. O paradigmayı kendilerini etki altına alacak denli bir totaliter tarih içinde egemen yapan güç kaynakları epey zayıfladı, biz söylemiş olalım!
KP’de odaklanıp seyrelerek Haziran’a uzanan solun bazı ana güçlerinin, böyle gelmiş olsa da artık kesinlikle böyle gitmeyeceğini görmeleri gerekiyor; kader onların da kapısını çalıyor!
Ancak, öyle görünüyor ki, son tahlilde Kemalist devletten kopuşamayan bir bilincin eseri olan icazetli “ulusalcı” – “laik”-“cumhuriyetçi” bir “sol” konumdan, özgürlükçü ve halkçı-devrimci zemine ve onun kendine özgü ulus, laiklik ve cumhuriyetçilik yönelimlerine doğru tam bir kopuş oldukça zor; çok açık ki yeni bir “Kızıldere” gerekiyor, ama bu sefer “bilinç” zemininde!
Tarihsel günler, tarihsel doğumlara ve tarihsel kopuşlara gebedir; sorun halkçı-devrimci olasılıkların güçlenebilmesi için gereken politik öncülüğü becerilebilmekte düğümleniyor. On yıllardır CHP tarafından “kontrol” edilen halk güçlerinin özgürleşebilmesi için bir moment oluştu, ama bu momentin gebe olduğu halkçı-demokratik olasılıkların kendiliğinden gerçekleşmesi elbette ki beklenmemelidir.
Söz sollarımızdan açılmışken bir kelam daha etmezsek olmaz. CHP mitinglerine (muhtemelen oluşan yeni durumu değerlendirme amacıyla değil de eski “bağımlılıkları” ya da alışkanlıkları üzerinden) katılıp da, HDP mitinglerinden itinayla uzak duranlara soruyoruz; Kürtlerden neden korkuyorsunuz, mikrop mu taşıyorlar?
Şayet demokrasi ve özgürlük bu toprakları onurlandıracaksa, bu demokratik süreç bütün etnik kökenlerden ve inançlardan halklarımızın omuz omuza vermesiyle gerçekleşecek ve günümüzde bu ihtiyaç her zamankinden daha fazla öne çıkmış durumda!
Görünüşte CHP aslında Kemalist devlet odaklı “bağımlılıklardan” netçe kopuşamadan günün acil ihtiyaçlarını karşılayacak güçler arasında olamaz, olacağını zannedenler yanıldıklarını her zaman olduğundan daha çıplak ve daha hızlı biçimde görmeye yazgılılar.
Şimdi, halkçı toplumsal güçler ve onların siyasal sözcülerinin her zamankinden daha titiz biçimde “kendisi” olmasının/kendisinde, kendi ihtiyaçlarında ve kendi özgürlük arayışlarında odaklanmasının, o arada özellikle de “uluslaşma”, “laiklik” ve “cumhuriyetçilik” gibi politik süreçlere hiç olmazsa halkçı- demokratik bir zeminde odaklanmasının, bu “özgür” zeminde bir odaklanmayı engelleyen her türden “bağımlılıktan” kurtulmasının tam zamanıdır. Ve zaten eleştirilerimiz de, dostluk anlayışımızın gereğidir.
Evet, kader CHP’nin ve etki alanındaki sollarımızın da kapısını çalıyor, duyuluyor mu?
15T, ABD ve Cemaat
Açığa çıkan somut gerçekler, “stratejik ortak” ABD içindeki güçlü bir devlet odağının/fraksiyonunun, ABD’nin TC içinde zaten fazlasıyla var olan ağırlığını yeterli görmeyerek ve muhtemelen devlet cihazını tümüyle ele geçirmek amacıyla, diğer “gizli işgal” alanlarına ek olarak Ordu içinde bir doğrudan ajan ağı kurduğunu gösteriyor. Anlaşılan, Türkiye coğrafyasında açık bir işgal ya da bir yeniden sömürgeleştirme hedeflenmiş!
Darbeci subayların “yıllarca kendilerini gizlemeyi başarmaları” üzerine yazılanları okuyunca gülmemek elde değil.
Demek ki, bir kasaba vaizi aklını iyi çalıştırıp bütün bunları becerdi öyle mi? Sadece Türkiye’de değil, neredeyse tüm dünyaya yayılan bir ağ ve kontrol edilen trilyonlarca dolar zenginlik, demek ki Hoca efendinin külahından çıkıverdi!
Bu kişinin 60’lı yıllarda CİA tarafından seçilerek ajanlaştırıldığı, bir MİT-CİA ortak projesi olan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde örgütlenmesinin sağlandığı, daha sonra da devlet kurumları ve bütün burjuva siyasetçileri tarafından istisnasız desteklendiği, Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, Özal ve en sonunda Erdoğan’ın da bu destekçiler kervanında gönüllü olarak yer aldığı yeterince açık değil mi?
Hepsine bu yönde yönlendirme yapan “üst aklın” ABD olduğu da belli değil mi? Delile mi ihtiyaç var?
O tarihsel momentte Sovyetlere karşı “ön cephe” olan Türkiye’de yürütülecek anti-komünist faaliyetler için görevlendirildiği belli olan bu ajan, yetenekli olduğu saptanmış olmalı ki, İslam coğrafyasının tümüne yönlendirildi. İslam coğrafyasının kapitalizmle bütünleşmesinde yaşanan “pürüzlerin” giderilmesiyle görevli olduğu anlaşılıyor.
Ayrıca, Batı Avrupa’da kapitalizmin ve onun egemeni burjuvazinin doğuş döneminde yaşanan gerçek toplumsal çatışmaların içinde Hıristiyanlık alanında oluşan Protestanlık ya da Kalvinizm benzeri bir “iç dönüşümün”, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak oluşan toplumsal gerçekliğin uygun hale geldiği saptanarak Türkiye’ye dayatıldığı anlaşılıyor.
Ama, İslam içindeki bu dönüşüm, Hristiyanlık içinde olduğu gibi somut-tarihsel bir gerçek toplumsal akış içinde ve bu akışın gerçek toplumsal çatışmalarının içinde “belirlenerek” çıkıp gelmeyecek; CİA tarafından uygun yapı ve biçim verilen bir özel-seçilmiş bir İslam hedefine doğru yürünecekti: “CİA İslamı!”ya da “Amerikancı İslam!”[4]
Afganistan’da El Kaide ve Irak ve Suriye’de IŞİD’le “terörist İslam’ın” önü açılırken, Türkiye’de Cemaat üzerinden “ılımlı-akıllı İslam” oluşturulmak isteniyordu!
Muaazam güce sahip bir devlet, bir dine “müdahale” ediyor ve onu kapitalizmin güncel ihtiyaçlarına uygun biçimlere doğru sürüklemeye çalışıyordu.
Hedef, İslam coğrafyasını hem yeniden sömürgeleştirerek emperyalist soygunun nesnesi yapmak hem de o coğrafyadaki toplumsal ilişkileri kapitalizmle daha uyumlu olacağı bir yapıda yeniden örgütlemekti.
Elbette, bunlar yapılırken, İslam coğrafyasında zaten var olan toplumsal ve siyasal eğilimler gözetiliyor, onlar üzerinden onlarla birlikte davranılıyordu.
ABD, “Tanrı” değil, keyfine göre davranıp istediğini hayata geçiremez; ama, var olan toplumsal gerçeklik içindeki zengin olasılıklar hazinesinden uygun gördüğünü destekleyip güçlendirerek öne çıkarabilir ve uygun gördüğü bir yapıya doğru eğip-bükebilir. Bu süreç, tarihsel eğilimlerin kendilerini sürdürme isteklerini “kullanmak” ve bu süreç içinde edinilen imtiyazlı konumlanma üzerinden o eğilimleri uygun bir yapıya doğru sürüklemek biçiminde akar.
Bu eğilimler ya da yapılar, şayet bir kitlesel siyasal eğilim haline dönüşürse kontrolden de çıkabilir. Ama söz konusu olan Cemaat olunca, onun tümüyle kontrolde bir “kadro” hareketi olduğu, saçaklarındaki sıradan katılımcılar dışında kalanların ne yaptığının bilincinde olan “ajanlaşmış” kişiler olduğu konusunda şüphe etmemeliyiz. Eğitim aldıkları ve öğrendiklerini uyguladıklarını saptayabiliriz.
Darbe sonrasında yapılan ABD’ye iltica girişimleri rastlantı değil, ne yaptıklarını ve neye hizmet ettiklerini iyi biliyorlar; ama beceremeyip kaybettikleri için “kirli bir mendil gibi” çöpe atılıyorlar!
İşte, öyle olağanüstü gizlenme yeteneği falan yok; bu ajan ağı, Türkiye kapitalizminin ve devletinin doğrudan bağımlı olduğu ABD tarafından uzun yıllar boyunca yapılan sürekli hamlelerle, bu topraklarda var olan bir toplumsal gerçekliğin içinden (antika tefeci-bezirgan sermaye ve onun kendi sömürüsünü meşrulaştırdığı “tarikat” ağlarından, bu antika egemenlik kurumunun etrafında oluşturduğu geleneklerden, ritüellerden, toplumsal eğilimler ve insan psikolojisinden ) yol alınarak inşa edildi. Günün şartlarına ve ABD’nin çıkarlarına uygun bir kimliğe/yapıya kavuşturulan bu yapı, bütün devlet kurumları ve yerli burjuva politikacıları tarafından da desteklendi, onlar da bu “inşa” faaliyetine kendi katkılarını yaptılar.
Her şey ortadaydı; kral çıplaktı; bu ajan ağının önü açıldı, doğrudan ve güçlü biçimde desteklendi! Hatta, “desteklendi” kelimesi bile yetersiz, doğrudan örgütlendi ve yönlendirildi!
Açığa çıkan gerçekler gösteriyor ki, biz tüm boyutlarıyla bilemesek de, şimdiki darbeci generallerin 80’li yıllarda henüz askeri liselere yerleştirilme zamanlarından beri, her şey “herkes”/egemen oligarşinin zirvesindekiler tarafından biliniyormuş! Yakın zamanlarda da, N. Özel’e ve H. Akar’a bu generallerin ismi, rakip fraksiyonlar tarafından ihbar edilmiş, ama hiç birine dokunulmamış. Zaten, N. Özel’in üstü biraz kazınırsa, altından ne çıkacağı pek de belli değil!
Evet, açık değil mi, dokunulmazlıkları var!
Neymiş, çok iyi gizlenmişlermiş, hatta Melih Gökçek “üç harflilerin” de yardım ettiğini açıklayarak bizleri aydınlattı! Açıktır ki, darbeciler kadar bu bilinçli algı operasyonunu yürütenler de aynı “tezgahın” içindedirler!
Şimdi, ABD merkezli bu odak, sıkı bir yumruk yedi ve bin bir emekle kurduğu ajan ağı açığa çıktı.
Güçlerini abartan bu güçlerin şımarıkça davrandığını ama beceremeyince de toplanması zor olacak biçimde inisiyatif ve itibar kaybettiğini saptayabiliriz.
Darbe günü, ABD’nin bütün olarak mı, yoksa bu ajan ağını baştan itibaren örgütleyen Pentagon ve CİA içindeki bir güçlü fraksiyon olarak mı devrede olduğu henüz anlaşılmıyor; muhtemelen ikinci seçenek geçerlidir, ama bir biçimde ABD’nin devrede olduğu nettir.
Bir kez daha açığa çıktı ki, ABD dünya tarihinin gördüğü en büyük terörist örgütleri içinde barındıran bir yapılanmadır ve zaten Dünya kapitalizminin tarihsel sınırlarının belirmeye başladığı günümüz koşullarında o sistemin hegemon gücü başka nasıl olabilir ki?
Yüzlerine tükürelim! Defolun gidin bu coğrafyadan terörist alçaklar!
15T, kapitalizm ve ABD
Çok açık, neredeyse 50 yıla yayılan bir süreçte oluşturulan bir ajan ağı, bu toprakların tarihsel derinliğinden günümüze sarkan gerçek toplumsal süreçlerle (ki, AKP de aynı zeminde konumlanır) ustaca kaynaştırılarak derinlik kazandırılıp güçlendirilmiş.
Uzun vadeye yayılan bir süreç içinde, yaşanan güncel gelişmeler içinde sürekli hamle yapıp alan genişleterek ve toplumsal gerçekliğin gerçek akışıyla bir yandan uyum sağlanırken öte yandan onu etkilemeye çalışıp-etkileyerek yürütülen bu inşa faaliyeti, 15 Temmuz da güçlü bir hamle yaparak kendisini açığa vurdu. [5]
Bu bölümde ilk olarak vurgulamak istediğim, 15T’nin aynı zamanda, ABD’nin günümüzdeki küresel ve bölgesel hedeflerine ulaşabilmesi için yapılan bir hamle olmasıdır.
Sermaye sisteminin yaşadığı güncel çok yönlü krizin bir bileşeni olarak yaşanan küresel hegemonya krizinde inisiyatif kazanmak isteyen ABD’nin, Ortadoğu coğrafyasında TC eliyle güç kazanabilmek için üzerinde uzun yıllardır çalışılan bu ajan ağını devreye soktuğu anlaşılıyor.
Yaptığı “maraziliklerle” sürekli “pürüz” yaratan Erdoğan “engelini” ortadan kaldırmak ve Türkiye’ye doğrudan el koymak istemişler!
Türkiye’de kazanılan egemenliğin, Ortadoğu coğrafyasında egemenlik kurmak için belirleyici önemde olduğu açık değil mi? Ve elbette, Ortadoğu coğrafyasında kullanılan egemenlik de, küresel hegemonya alanında güçlü inisiyatif kazandıracaktır.
Öte yandan, ikinci olarak vurgulamak istiyorum ki, Cemaat’in örgütlenme ağı ve bağlı olduğu ABD’nin bir devlet fraksiyonunun rolü önde gözükse de, olup bitenin sadece bundan ibaret olduğunu düşünmek, yaşanan olayın bütünlüğünü göremeyen yetersiz bir değerlendirme olur.
Bunu mümkün kılan gerçeklik, sermayenin küresel ve yerel düzeydeki somut-tarihsel hareketi ve onun günümüzde ulaştığı güç ve yeteneklerdir. Ortada, ABD olarak kendisini adlandıran bir örgütlenme ağıyla kendisini gösteren bir metafizik “mutlak kötülük” yok!
Güncel düzeyde koşturan bütün aktörler, devletler, istihbarat örgütleri ve ajan ağları, ancak sermayenin somut-tarihsel hareketi ve onun güncel ya da dönemsel talepleriyle ilişkilenebildikleri oranda “fantezi” olmaktan çıkarak gerçekliğe kavuşabilir, güç kazanabilir ve yol alabilir!
Olup bitenlerden şaşırarak, “nasıl yani, gerçekten mi?” diye soracak okuyucuyu, “lütfen dünyada yaşananlara daha dikkatli ve birbirleriyle ilişkilendirerek bakar mısınız?” diye başka bir soruyla cevaplayabiliriz. “Dışarıdan” bakış, fazla genel olma-yeterince nüfuz edememe gibi bir riski taşısa da, olup bitenlerin doğrudan “içinde” yaşanmıyor oluşunun yarattığı bir soğukkanlı tutum yüzünden bazı durumların daha net görülmesini sağlayabilir.
Söz gelimi, yakın zamanda yaşanan Afganistan’daki, Irak’taki, Suriye’deki ya da Libya’daki gelişmeler; ya da, Venezüella’daki “muhalefet” ve Kolombiya’daki “iktidar” olayı veya Brezilya’da yaşanan “parlamenter darbe” gibi gerçek gelişmelerin hepsinde, sermayenin küresel çok yönlü krizinin farklı yönlerinin yarattığı sıkışmadan çıkma çabası ortak payda değil mi? Ya Ukrayna, aynı senaryonun farklı bir türü değil mi? Alman maliye bakanı Scheuble’nin Syriza’ya nasıl diz çöktürdüğünü gün be gün naklen yayın gibi izlememiş miydik?
İşte, çok bileşenli küresel krizin içinden çıkılamamasının ve krizin bir bileşeni olarak devrede olan küresel hegemonya krizinin ulaştığı aşamanın ortaya çıkardığı yüksek enerjinin, krizin taraflarını, eskiden “gizlice” yürüttükleri süreçleri açığa çıkarmaya ve artan oranda şiddet kullanarak “çözüm” bulmaya zorladığı anlaşılıyor. Bu alçaklar, sadece coğrafyamızda değil, yeryüzünün tümünde cehennemin kapılarını açıyorlar!
İlk bakışta “inanılmaz fanteziler” gibi görülebilecek olup bitenler, kapitalizmin “arizi” değil, “normal” işleyiş yasaları içinde çok anlaşılır bir anlam taşıyor; hiç de şaşırtıcı değil ve şimdiden sonra da dünyanın farklı bölgelerinde benzerlerini bolca göreceğiz.
Artan ulaşım ve iletişim olanakları ve biriken mali ve askeri güç, sermaye güçlerine geçtiğimiz asırlarda olduğundan daha güçlü küresel manevraların imkanını sağlayabiliyor, daha karanlık komplolar düzenleyebiliyor ya da daha güçlü mali operasyonlar yapabiliyorlar; hazır olmak, şaşırmamak gerekiyor!
Ortada, tekrar ve özellikle vurgulayalım ki, metafizik bir mutlak kötülük yok; kapitalist sistemin gerçekliğinin normal-yapısal işleyiş yasaları hükmünü icra ediyor; asla ve kesinlikle, kuru gürültüyle bu gerçekliğin üstünün örtülmesine izin vermemek, tam tersine sürekli öne çıkarmak gerekiyor!
Bir şeyi daha öne çıkarmalıyız; evet, sermaye güçleri bin bir kılığa bürünerek şeytanın yeryüzündeki gölgesi gibi çalışıyorlar; ama onlar “Allah” değiller; olmuyor, beceremiyor, sonuç alamıyorlar! Her seferinde bir kez daha çirkinlikleri ve şeytanlıkları açığa çıkıyor, biraz daha batağa batıyorlar!
Sözgelimi hemen belirtmeliyiz ki, şayet şimdiden sonra hızla davranarak Türkiye’de kendisini düze çıkarmayı beceremezse, ABD’nin işi daha da zorlaşacak.
15 Temmuz’da gücünün sınırları bir kez daha görüldü, üstündeki “her şeye kadir!” büyüsü bir kez daha bozuldu ve bu yöndeki her gidiş aynı zamanda rakiplerinin önünü açıyor!
Rusya’nın ilk anlardan itibaren darbeye karşı tutumunun bir sonucu olarak şekillenen Erdoğan’ın 9 Ağustos’daki Rusya ziyareti ve Çin’in darbeyi kınaması, her gücün de kendi hesabı olduğunu ve fırsat kollayıp açık beklediğini gösteriyor.
Türkiye’nin “Batı” bloğundan koparak Rusya-Çin küresel odağına doğru bir eksen kayması gerçekleştirmesi, bugünden bakıldığında oldukça zor olmakla beraber, herkes tarafından tartışılmaya başlanması bile yeterince önemli değil mi?
15T ve TC devletinin darbe üreten yapısal zaafları
Osmanlı padişahı 3. Selim, Erdoğan kadar hızlı ve kurnaz olsaydı, Boğazın uzak bölgesi Büyükdere’den kendisini öldürmek için yola çıktığını önceden öğrendiği Kabakçı Mustafa ve etrafındaki 500 isyancıyı hemen engelleyebilirdi; Levent’teki karargahlarında olan Nizam-ı Cedid’e emir vermesi yeterliydi, silahlarını kuşanmış bekliyorlardı.
Ama, bestelerinden anladığımız kadarıyla olağanüstü ince ruhlu ve hassas/kendi deyimiyle “yumuşak huylu” olan bu padişah, günümüzdeki yaverler gibi etrafını sarmış olan başta Köse Musa Paşa gibi vezirleri tarafından tuzağa düşülerek önce padişahlıktan çekilmeye zorlanıp düşürüldü, 14 ay sonra da inzivaya çekilip kendisini 4 makam keşfedecek kadar çok sevdiği müziğe verdiği saraydaki odasında ve “gözdesinin” yanı başında öldürüldü.
3.Selim, henüz tahta çıkmadan ve pek de devlet teamüllerine uymayan biçimde daha sonra devrimle yıkılacak olan Fransa kralı 16. Luis’le yaptığı gizli yazışmalarda aldığı öğütlerle Fransız burjuvazisinin doğum sancılarını bildiğinden olabilir, Osmanlı devletinin içinde oldukça kapsamlı bir dönüşümün/restorasyonun denemelerini yapmış, bedelini de en ağır biçimde ödemişti. Ama, kendisi öldürülse de, nesnel gerçekliğe uygun düşen restorasyon sürdü.
Arkasından gelen 2. Mahmut’un acımasızlığı ile amcasının oğlu olan 3. Selim’in acıklı sonu arasında bir bağlantı olduğu açıktır. Sonradan Atatürk’e bağlanan birçok “dönüşüm” hamlesinin 3. Selim’le birlikte başlatıcısı olan bu padişah, önlemini aldı ve başta Köse Musa olmak üzere mevcut ve olası muhaliflerinin önceden “kellesini almayı” ihmal etmedi. Hatta, cüretli davranıp sonuna dek giderek, “Vaka-i Hayriye” diye adlandırılan bir hamleyle Yeniçeri ocağının kaldırıp “modern ordunun” önünü açtı. 3. Selim’in başına gelenleri hiç unutmayan 2. Mahmut, 1826’da Yeniçeri ocağını topa tuttu ve sağ kalanları da idam etti.
Sürecin aktörleri ve olayları aslında oldukça dramatik ve hızlı bir akış içinde konumlandı:
“Gülhane Hattı Hümayunu”, Reşit ve Ali paşaların çabaları, Mithat Paşa’nın sivrilişi ve harcanışı, aynı zamanda iyi bir marangoz ustası olan Abdülhamit’in öncesinde olup bitenlerden korkusundan olsa gerek kurup yaydığı istihbarat ağıyla desteklediği rejimi, İttihatçıların komplocu bir askeri darbeyle çok korktuğu ama ne yaptıysa engelleyemediği kaderiyle ( siz bu “kaderi”, metropollerde kapitalizmin inşası, sanayi devrimiyle büyük güç kazanması ve “çevreye açılım” ve sömürgeleştirme zorunluluğuyla Osmanlı devletinin de içinde olduğu coğrafyalara kendisini dayatması olarak da yorumlayabilirsiniz) Abdülhamid’i yüzleştirmesi, Alman, İngiliz, Fransız ve Rus devletlerinin Osmanlı üzerindeki oyunları, sonunda Osmanlı’nın işgali ve parçalanması süreci ve bu sonuncusu içinde bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal’in İngiltere ile anlaşıp Bolşevik Rusya’dan aldığı destekle kurmayı başarabildiği Türkiye Cumhuriyeti/TC.
İşte, aslında Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa ya da Alemdar Mustafa Paşa’nın farklı yapıdaki hamleleriyle zorlansa da bir biçimde kendisini sürdüren Osmanlı devleti, sonunda 1. Paylaşım savaşının güçlü dalgalarına direnemedi ve tarih sahnesinden oldukça gecikmeli biçimde çekildi.
Ama, gelin görün ki, bu “çekilme”, o günün şartlarında artık ayakta bile durmakta zorlansa da hala “eski günlerin” özlemiyle kontrolsüz davranışlarda bulunabilen Osmanlı’nın “padişahlık” biçimindeki örgütlenme biçimini çözebilse de, oligarşik-totaliter ve despotik yapısının bir ulus devlet biçimine bürünecek bir yapıya dönüşerek kendisini sürdürmesini engelleyemedi. Sonuçta, yıkılan Osmanlının “ruhu” aynen değil ama kapitalizmin koşullarına uyum sağlayacak biçimde restore edilmiş haliyle günümüze dek sürüp gelebildi.
Fransız devriminin kalıcı kimliğini kazandırdığı ulus devletlerin yapısına ve birleştirici ögelerine içkin olan her şey de, bu “despotik” yapının damgasını yiyip dönüşmüş-gericileşmiş haliyle “içeri girebildi.
Evet, Mustafa Kemal bir ilericidir; onda 3. Selim’in, 2. Mahmut’un, Mustafa Reşit ve Mithat paşaların ve hatta padişaha isyan edip dağa çıkan Resneli Niyazi’nin izlerini rahatça görebilirsiniz. Aslında, sanki 2. Mahmut onun şahsında yeniden iktidara gelmiş gibidir!
O, Enver Paşa’nın güç dengelerini gözetmeyen hatalarından ders çıkararak gerçekçi davranmış ve Osmanlı’nın dağılıp çözülen yapısının içinden Anadolu burjuvazisine “Pazar” olacak bir coğrafyayı kurtararak, onun üzerinde o günlerin dünya şartlarının zorladığı bir ulus devleti inşa etmeyi becerebilmiştir. Çok zor bir işti, başarmıştır!
Ama, işte o kadar!
Onun ilericiliği, demokratik değil despotiktir; halkçı değil burjuvadır ve eğitimini aldığı Osmanlı ordusunun ve dolayısıyla devletinin genetiğini kurucu öncülüğünü yaptığı TC’ye taşımadan edememiştir.
Entelektüel birikimi yüksek ve güçlü kişiliği olan bir Osmanlı subayı, var olan sosyal sınıfların aktif olarak devrede olmamasından/olamamasından imkan bulup öne çıkmış, günün şartlarının dayattığı kapitalist bir burjuva ulus devletinin kuruluşuna öncülük etmiş, o kuruluşu da kendi kişiliği ve bilincini oluşturan Osmanlı devletinin genetiği olan despotik yapının kodları içinde kalarak yapabilmiştir.
Yaptığı her şeyi kendisinin subayı olduğu bir devleti “korumak” eğilimiyle başlatmış, orada aldığı eğitimin belirlediği bilinciyle davranmış, tümüyle “koruyamayacağını” anladığı devletin biçiminden vazgeçse de, ana yapısını sürdürme yönünde davranmıştır.
Eh, sosyal sınıfların yeterince devrede olmadığı-olamadığı“ bir tarihsel akış içinde, o sınıfların mücadeleleriyle yeterince “eğitilmemiş” bir subay başka ne yapabilirdi ki! Fransa’daki gibi bir burjuva devrimi yaşanmayınca ve işin öncülüğünü yapmak küresel gelişmeleri en iyi görme imkanına sahip olarak “sınıflar adına davranan” orduya kalınca, o ordu kurulan yapıya elbette kendi damgasını da vuracaktır, vurdu da!
Sonuçta, 1920’lerin başındaki “halkçılık programı” sosyal sınıflar tarafından yeterince sahiplenilemeyince kadük kalmış ve Osmanlı’nın subayı M. Kemal en iyi bildiğini örgütleyerek, Osmanlı devletinin ana yapısını günün şartlarına uyumlu biçimlere sokup TC ulus devletinin içinde yeniden canlandırmıştır.
Aslına bakarsanız, Osmanlı’da o yapıyı Bizans’tan devralmıştı.
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet kendisinin de Bizans tarafından/Bizans devletinin ana yapısı ve iç işleyişi üzerinden fethedildiğini acaba fark etmiş miydi bilinmez; ama, eğer güncel dalgalanmalar değil de “yapılar” kertesinden bakarsak, o aslında sadece dönemin gerektirdiği bir “restorasyon” ustasıydı; tıpkı M. Kemal gibi!
Ve zaten, Fatih Sultan Mehmet olsun, M. Kemal olsun, bütün insanlar gibi, kişi olarak istedikleri yönde “keyfi” davranma özgürlüğüne sahip değillerdi; son tahlilde onların kişi olarak ne düşündüklerini- neyi istediklerini bilemeyiz ve bilseydik de çok önemli bir bilgi olmazdı; onlar kendilerini sımsıkı saran şartların izin verdiği yönde eğilip-bükülerek yol almak zorundaydılar; öyle de oldu!
Konuyu daha fazla uzatmadan bağlayacak olursak; 1900’lerin başında Anadolu burjuvazisinin pazar ihtiyacını gideren ve “ecnebi” olan “komprodor” burjuvaziyi tasfiye ederek mallarını aynı Anadolu burjuvazisine sunan, yetmediği yerde “devlet fidelikleri” kurarak ve her türlü işçi haklarını kanunla yasaklayarak sermaye birikimi için bütün şartları oluşturan M. Kemal’in kurduğu ulus devletin despotik yapısı, tam da böylesi bir “vahşi ilkel birikimin” taleplerine cevap veriyordu.
Bu despotik yapı, burjuvazinin feodal güçlerle çatıştığı ve sonra da serbest rekabet çağındaki “devrimci” döneminde ve işçi sınıfı öncülüğünde yürütülen mücadelelerde kendisini gösteren halkın zoruyla “eğitilerek” inşa ettiği ulus devletlerin, ulus, demokrasi, cumhuriyetçilik ya da laiklik gibi kurucu olgularını oldukları halleriyle içine alamaz, alsaydı da doku uyuşmazlığı yaşardı.
Onlar “despotik” bir çarpılmadan geçirilerek içerildiler; biçimsel olarak vardılar ve hala varlar; ama esas olarak ancak despotik bir yapıyla çarpıtılmış halleriyle var olabildiler, halen de öyleler.
Sözgelimi, bütün darbelerin ve komploların gerçek sebebi olan demokrasi yokluğu, ülkenin tümünü merkezden atanan valiler ve kaymakamlarla yöneten, o merkezin merkezine de orduyu yerleştiren bir devlet yapısı biçiminde kendisini gösterdi. Kaba bir benzetmeyle, padişahın yerini ordu almıştı. Sistemin egemeni olan sermaye bile ancak Menderes’in başını vererek iktidara ortak olabildi.
Halkın seçtiği yerel belediyeler ve hatta Ankara’da şimdi bombalandığı için sözümona kutsallaştırılan Meclis, sadece toplumsal yaşamın günlük akışını düzenlemek ve asıl iktidar sahiplerinin işlerini kolaylaştırmakla görevlidir. Ayrıca, o seçimlerin de hangi şartlarda yapıldığı herkesin malumudur.
Sermayenin Erdoğan’a verdiği görev, o merkezin merkezindeki ordunun kenara doğru itilmesi ve zirvenin tümüyle kendisine/sermayenin mutlak iktidarına bırakılmasıydı. Yapının despotik dokusuna yine dokunulmayacak, sadece iktidarın öznesi kapitalizmin yapısıyla uyumlu hale getirilecekti.
Eh, doğrusu Erdoğan kendisine verilen görevi yerine getirdi de, o yapının zirvesinde olmak çekici gelmiş olacak ki, iktidara bu sefer kendisinin temsilcisi olduğu güç alanının ortak olmasını, hatta kendi deyimleriyle M. Kemal’in açtığı “parantezi” kapatarak tek adam-padişah olmayı istedi-istiyor ve işler o noktada çatallandı.
Sonuçta, Türkiye kapitalizminin bugün geldiği aşamayı bile taşımakta zorlanan mevcut devlet yapısı, bizzat yapısı gereği, yani kendisini her türden halk denetiminden uzak tutan oligarşik bir azınlığın egemenliği olarak var olduğu için, öncesindekiler de şimdiki darbe de, bu yapının iç işleyişinin kaçınılmaz demokrasi düşmanlığından ve gizliliğinin içinden çıkıp gelmiştir.
Dünya politika literatüründe çok kullanılan “Bizans entrikaları” deyiminin doğduğu topraklarda yaşıyoruz ve zaten o devletin genetik kodlarını hayli dönüşmüş biçimde de olsa halen taşıyan bir devletin içindeyiz; “saray darbeleri” ve her dönemin kendine uygun Köse Musa’ları olması kaçınılmaz değil mi?
Ve, “Erdoğan’la beraber darbeler dönemi bitti” liberal palavralarının boşluğa düştüğü bu günlerde bir soru soralım; şimdiden sonra da bu yapı yapısı gereği sürekli darbe üretmeye yazgılı değil mi? Akrebin sokması kötülüğünden midir?
İşte, evet, TC’nin Osmanlı’nın yıkıntılarının üzerinde inşa edilmesi sermayenin egemenliğinin önünü açan bir burjuva devrimidir, ama yarım kalıp tamamlanmamış ve bu yıkıcı zaaf kendisini bin bir biçime sokarak sürekli göstermiştir.
Despotik devletin kucağında şımartılarak büyütülen sermayenin korkaklığı ve şahsiyetsizliği ise, 15T sonrası şu olağanüstü günlerde bile kendisini gösteriyor.
Öyle gözüküyor ki, “bedavacılığı” onun sonunu getirecek ölümcül zaafı olacak. Risk alıp hamle yapamıyor, kendi düzeninin yaşadığı kaotik ortamdan çıkışa öncülük yeteneği yok, o çok şikayetçi olduğu ordu vesayetini özlemiş olmalılar, ama o da şimdilerde kendi derdine düşmüş durumda olduğuna göre, işleri zor!
Türkiye’de darbelerin engellenmesi ancak demokrasi sorununun çözümüyle olabilir.
Bu çözüm, halkın seçtiği yerel meclislerin üstünde şekillenecek bir demokratik cumhuriyettir!
Kökünü birkaç bin yıl öncesine uzatabileceğimiz despotik yapının şimdi yaşadığımız sarsıntılarının ve yıkıntılarının üzerinden bir güneş gibi doğacak olan bu yapı, darbeler dönemini bitirecek ve daha yüksek seviyedeki toplumsal özgürleşme pratikleri için en büyük desteği sunacaktır.
Ve bu bahiste son bir söz de bazı sollarımıza söylemesek olmaz; çok lafını ettiğiniz laiklik ve cumhuriyetçiliği o kadar çok gerekli görüyorsanız, hiç olmazsa despotik çarpılmaya uğramamış orijinal burjuva devrimleri çağındaki halleriyle savunun; en iyisi de, gelin birlikte o burjuva devrimcisi halini de aşıp günün şartlarına uyumlu bir halkçı-devrimci kimliğe kavuşturarak, kuracağımız demokratik cumhuriyetin yapı taşları yapalım!
Mustafa Kemal’i de rahat bırakın tarihteki yerinde kalsın; siz onu günümüze getirmeye çalıştıkça içindeki epey fazla olan gerici ögeleri canlandırarak kirletmekten başka bir şey yapmıyorsunuz.
Üstelik, M. Kemal’i bu kadar çok sevip de, onun muhtemelen çok bilinçli olarak takipçisi olduğu 3. Selim ve 2. Mahmut’u neden hiç anmadığınız hiç “anlaşılmıyor!”
Yoksa, her şey dönüp dolaşıp “ulus-devlet” kurgusunu mutlaklaştırarak, onu bir “kalıcı yuva” olarak görme, onun ritüellerine, kutsallarına ya da ana eğilimlerine bir biçimde “bağlılık” gösterme, “komünist” bile olunsa yine de o “sıcak yuvadan” kopuşamamadan mı ibaret?
İyi de, o “yuva” bile bir “yanılsama”; siz oraya bağlandıkça muhtemelen hiç hoşlanmadığınız Osmanlı ve Bizans’a da bağlanmış oluyorsunuz, bilmem farkında mısınız?
15T ve devlet krizi
15T darbesi, yürütücü öznesi, vuruş gücünün yüksekliği ve yarattığı yıkımın bir ürünü olarak, diğerlerinin yanı sıra bir de “devlet krizi” olgusunu ortaya çıkardı.
Şimdi, şayet sürerse yaratabileceği muazzam sonuçlara gebe olan bir devlet krizinin içine düşmüş durumdayız.
Evet, her ne kadar Erdoğan “hızlı davranan yol alır” diye düşünerek her gün yeni bir hamleyle doldurmaya çalışsa da, ortada öyle kolay çözümlere kapalı bir devlet krizi ve onun yarattığı siyasal ve toplumsal bir boşluk var. Her şey, hepimiz büyük oranda bir boşluğun üstündeyiz ve etrafımız da o boşluk var!
Ama, bu durum, isteyenin istediği yöne doğru yol alabileceği ve boşluğu keyfince dolduruvereceği anlamına da gelmiyor; aman dikkat, boşluk patlamaya hazır mayınlar ve aniden düşülüverecek uçurumlarla dolu!
Şimdi, devlet krizin şimdilik öne çıkan kimi bileşenlerine değinelim:
İlkin, sanırım herkes de hemen hak verecektir ki, devletin “büyüsü” bozuldu, artık eskisi kadar gizemli değil!
Peki, onu güçlü kılan en önemli yönlerinden birisi de gizemi değil midir?
Artık her sıradan vatandaş, devlet denen örgütlenmenin içinin “ne” olduğunu ve “nasıl” işlediğini yüzeyden de olsa bilebiliyor; 15 Temmuz gecesi ışıklar yanıverdi ve birçok şey göründü!
O, artık ne olduğu hiç bilinmese de, “kadir-i mutlak” bir gizemli “şey” olarak her yerde olan, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her türlü tartışmanın üstünde olan bir “mutlak iyilik” ya da “mutlak doğruluk” veya “mutlak güç” değil; etrafına “sonsuz güven” veremiyor; “yönetenlerinden” bazıları ortaya çıktı ve meğerse herkes gibi hırsları, zayıflıkları ve çıkarları olan insanlarmış!
Bu “bilgi”, şimdi henüz oluşabilen bu en basit haliyle bile oldukça önemli ve Gezi isyanıyla başlayan “özgürleşme” sürecini bir çentik daha yukarı itiyor. Daha derin bir bilinç düzeyine ulaştıkça toplumsal güçlerin kendilerini tanıması ve gücünün farkına varmasının daha yüksek seviyelere ulaşabilmesinin en büyük destekçisi olacaktır.
Devletin üstündeki büyülü ve gizemli örtü kalktıkça, onun egemenlerin aracı olduğunun anlaşılması kolaylaşacak; tarihsel kökü padişaha mutlak itaat ve onun kulu olma yönündeki reaya bilincinde olan ve devletle özdeşleşerek ona mutlak itaati içselleştiren “köle” bilincin yerini, devleti kendi hizmetinde bir araç olarak gören ve onu yönetip denetlemeye talip olan “özgür yurttaşın” demokratik bilinci alacaktır.
Günün en acil ihtiyacı olan demokratik bir cumhuriyet, zaten ancak herhangi bir metafizik güç tarafından “aldatılamayan” ve kendi ihtiyaçlarını esas alan özgür yurttaşlardan oluşan toplumsal güçler tarafından inşa edilebilir.
Sözgelimi, Alevi inancına sahip toplumsal güçler şayet bilinçlerini bulandıran devlet ve CHP odaklı kimi zaaflı “bağımlılıklardan” kopuşup kendi acil ihtiyaçlarını esas alırlarsa, tam da demokratik bir cumhuriyetin kurucu güçlerinden birisi olma yoluna çıkmış olacaklardır. Nitekim, 15T sonrasında kendi yaşam alanlarına dönük yapılan kimi saldırı girişimlerine anında meşru savunmayla cevap vermeleri, Gezi’de başlayan özgürleşme sürecinin devam ettiğini gösteriyor.
İkincisi, devletin bu topraklara özgü asabiyetinin en önemli ögelerinden olan “Ordu-millet olma” kurgusunun çözülüp dağılması olgusudur.
Sadece o da değil, aynı asabiyetin yine kurucu ögelerinden olan ve son yıllarda özellikle öne çıkarılarak yeni bir kuruluşun harcı yapılmak istenen “ İslam dinine mensup olma” olgusu da, darbecilerin bir İslami tarikata mensup olmalarıyla ağırlık kaybına uğramış olmadı mı?
İşte, kendisini neredeyse sahip olduğu çıplak güç kadar güçlü yapan ve içinde yaşayanları ona bağlayan ona özgü “eski” ve “yeni” asabiyette çatlak oluşan ve hatta seyrelme yaşayan bir devlet, kendi normal işleyişini yürütmekte zorlanacaktır. Herkes onun içinde ama aynı zamanda ona bağlı olmadan var olabilme imkanını görecek ve hatta, kendi hizmetine olacak bir devleti örgütleyebileceği yeni bir halkçı-demokratik asabiyet yaratmaya yönelebilecektir.
Devlete bağlılık, onun asabiyetinin seyrelmesi oranında zayıflamaya yazgılıdır.
Şimdi toplumsal güçler kendileriyle ve yaşamsal ihtiyaçlarıyla çıplak olarak yüzleşecek; bu yüzleşmeyi gölgeleyen “bağımlılık” ya da “yanılsamalar”, beslendikleri kaynak zayıfladığı için eskisinden daha kolay aşılabilecek engeller haline dönüşüyor.
Asabiyet kaybı, elle tutulup gözle görülemediği için sanki pek önemli gibi görülmese de, en büyük güçsüzlük kaynağıdır.
Üçüncüsü, darbeyle bir biçimde ilişkili oldukları için devletten ve özellikle Ordu ve polisten tasfiye edilenlerin yarattığı boşluk ve bunun bir sonucu olarak kısa zamanda giderilemeyecek olan “kalite” kaybıdır. Evet, hızla yapılan atamalarla yüzeysel olarak o boşluklar doldurulsa da, yetişmiş-işinin ehli eleman noktasındaki zayıflık, devletin stratejik yönelimlerinin değerlendirilmesinde ve hatta rutin-günlük işleyişinde ciddi sorunlar yaratacaktır.
Zaten AKP tarafından devletin “İslamileştirilmesi” sürecinde “laik” kadrolar dışlanarak ve Ergenekon operasyonlarındaki tasfiyelerle ciddi bir “kalite kaybı” yaşayan devlet, şimdi de onların yerini dolduran yetişmiş Cemaatçi kadroların tasfiyesiyle bir kez daha zorlanıyor.
Türkiye kapitalizminin ulaştığı seviyenin ihtiyacı olan iç işleyiş esnekliği ve zenginliği, bölgesel hegemonya ihtiyacı ve küresel bütünleşmede daha yüksek noktalarda konumlanma zorunlulukları, sistemin devlet ve siyasal rejim olarak örgütlenmesinde olağanüstü rafineleşme ve hatasız hız talep ederken, tersinden yaşanan devlet kadrolarındaki şimdiki “zayıflama” yıkıcı sonuçlar yaratmaya yazgılı görünüyor.
Dördüncüsü, devlette tasfiyelerle boşalan kimi alanlarda yapılan “Ergenekon sanıkları” takviyesinin yaratacağı sorunlardır.
Bu yeni atanmalar, neredeyse 5 yıldır kendi alanlarından kopmuş olan kişilerin atandıkları görevlerin gereksineceği liyakata sahip olmakta zorlanacakları gerçeğiyle yüzleşecek ve istenen sonucu alamayacaktır.
Daha önemlisi, atananların yaşamlarının en verimli uzun yıllarını Erdoğan’ın “savcısı” olduğunu defalarca söylediği mahkemelerin verdiği kararlarla hapiste geçirmiş olmasının yaratacağı sorunlar nasıl çözülecektir?
Cemaatçi polislerin operasyonları sonucunda hapse düşmüş olsalar da, bu polislere güç veren siyasi iradenin halen de işbaşında olmasının, bir gerilim ekseni oluşturacağı açık değil mi?
Bu gerilimin “mağdurları”, aldıkları eğitim gereği “devletin bekasını” esas alarak günümüzün ortamında “susuyor” olsalar da, ilk fırsatını bulduklarında olup bitenlerin “hesabını sormaya” çalışacaktır. Ve zaten, içinde bulundukları politik zemin de sözünü ettiğimiz gerilimin taraflarını zıt noktalarda konumlandırarak olası bir “çatışmanın” aktörleri olmaya yazgılı kılıyor.
İşte, şimdi hızla ve “kurnazlığı-fırsatçılığı” esas alan bir bayağı yüzeysellikle “kotarılmaya” çalışılan “devletin yeniden kuruluşu”, henüz yolun başında oldukça kritik ve bu coğrafyanın oldukça iyi bildiği tarihsel bir gerilim eksenini de kendisiyle beraber yeniden karşılıklı konumlandırıyor.
Tarihin mutlaka aynen tekrar etmeyeceğini ve kapitalizmin gelişmesinin güncel aşamasının kendi ihtiyaçları doğrultusunda tarafları “terbiye” edeceğini tahmin etsek bile, iyi bildiğimiz ve oldukça yıkıcı sonuçlar üretme kapasitesine sahip bu somut-tarihsel gerilim ekseninin yeni koşullarda yeni biçimlere bürünerek kendisini yeniden üreteceğini ve ne zaman yükseleceği belli olmayan bir “çatışma” potansiyelini bir biçimde taşıdığını not düşmeliyiz.
Günümüzün şartları bir yandan onu “terbiye” etse de, bu noktada yaşanabilecek herhangi bir “kırılma” ya da “çatışmayı”, aynı koşulların yarattığı olağanüstü ortamın hassas ve kırılgan dengeleri taşımakta zorlanacaktır.
İşte, bir devlet krizinin içinden geçiyor olmamız gerçekliği, Erdoğan-Ergenekon ekseninin taşıyabileceği olası gerilimleri de o krizin bileşenlerinden birisi yapıyor.
Öte yandan, söz ordu güçlerinden açılmışken, bu güçlerin arasındaki iç ilişkinin yeni koşullardaki yapısının da özel bir gerginlik üreterek devlet krizini beslediğini vurgulamalıyız.
Hepimiz biliyoruz ki, Ergenekon sanıkları Rusya-Çin eksenini önemsiyor. Bu tutumun NATO ile ilişkileri ne kadar etkilediğini bilemezsek de, bu alanda bir seviyede sorun yaratacağı bellidir. Öte yandan, Akar ise, doğrudan NATO yanlısı olarak sivrilerek ordunun başına geçebilmişti.
15T’nin bu farklılaşmayı nasıl etkilediği henüz belli olmasa da, zaten oldukça zayıf bir konuma sürüklenen ordunun kendi içindeki bu farklılaşmayla daha da zorlanacağı açıktır.
Üstelik, çıkarılan KHK’lardan anlaşıldığı üzere, zaten böylesi bir iç gerilimle yüklü ordu içi ortama şimdi de AKP kendi inisiyatifini sokmaya ve 3. ordu içi odağı inşa etmeye çalışacaktır.
Evet, askeri liseler ve harp okullarının kapatılmış olmasının yaratacağı boşluğun, ordunun yeni eleman alma biçiminde sorun üreteceğini ve bu noktada bir itiş-kakış yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu da ön görebiliriz.
Beşincisi, Erdoğan yapmayı denediği “Amok Koşusu” benzeri hamlelerin yarattığı ve yaratacağı gerilimlerdir.
Erdoğan, 15T’nin yarattığı boşluğu görüyor ve hızlı ve sürekli hamle yaparak o boşluğu kendi çıkarları yönünde doldurup, zayıf ve şaşkın rakiplerini “oldu bittiye” teslim olmaya zorluyor.
Gerçekte ise, kendisi de ayakta durmakta zorlanan Erdoğan’ın yaptığı emrivaki hamlelerle “kazandığı” alanları koruyacak gücü yok; o yürüyor da, boşlukta yürüyor!
Daha açık konuşursak, eskiden de öyleydi, ama 15T sonrasında daha güçlü olarak belli ki, Erdoğan’ın “Başkanlık” sevdasının öteki anlamı “Türkiye’nin Suriyelileşmesi” oluyor.
Bu sevda, öyle gözüküyor ki halen sürüyor ve şimdi hem gerçekleşme olasılığının daha da küçülmüş olmasından hem de bir biçimde gerçekleştiği takdirde yaratabileceği yıkıcı sonuçlardan dolayı, devlet krizinin bileşenlerinden birisi olarak özel bir anlam daha kazanıyor.
Altıncısı, 15T üzerinden daha net olarak ortaya çıkan Erdoğan’ın istenmiyor oluşu gerçekliğinin, Türkiye ile ABD ve AB arasındaki ilişkiye yüklediği olağanüstü gerilimdir.
Evet, çok açık, “Batı” Erdoğan’ı istemiyor; söylendiği gibi, adet yerini bulsun cinsinden bir “geçmiş olsun!” sözü bile henüz yetkili ağızlardan çıkmış değil!
Peki, o zaman ne oluyor, “Batı” ekseninden kopuyor muyuz, ufukta Rusya-Çin ekseni mi var?
Bu kopuş oldukça zor! Ya da, gerçekleşebilmesi için oldukça sert (hatta iç savaşa sıçrayabilecek) iç çatışmaların içinden galip çıkıp “onay” alması gerekiyor.
Türkiye kapitalizmi daha başından itibaren “Batı” ile iç içe, onun bir şubesi/yerli ortağı olarak var olabildi. Onun halen de “dışardan” gelecek sermayeye yaşamsal düzeyde ihtiyacı var, kendi başına ayakta durabilecek bir yapıya ya da güce sahip değil. Var olan büyük sermaye gruplarının hemen hepsi de “Batılı” sermaye gruplarının bu coğrafyadaki uzantıları durumunda ya da hatta bazıları neredeyse doğrudan “Batılı” gruplar olarak varlar. Üstelik sistemin çarklarının günlük düzeyde bile dönebilmesi için süreklileşmiş bir sermaye girişinin olması gerekiyor.
Bu ülkenin, resmi rakamlara göre borsasının %60’ının, bankalarının yarısından fazlasının ve sigorta sisteminin %70’inden fazlasının “Yabancı!” olduğunu biliyor muydunuz? “Kopalım!” diyenlere soralım, bunlar nasıl kopacak?
İşte, bay Karagül gazete köşesinden esip gürlüyor da, sözcüsü olduğu sistem her tarafından “Batılı” sermaye güçleri tarafından fethedilmiş durumda, kendi başına adım dahi atamaz! “O bağları söküp atarız” diyecekse, kendisine “Che” olmadığını ve sadece bağırıp çağırarak veya hoplayıp zıplayarak “isteyene gazoz isteyene nane şekeri” dağıtabileceğini ama asla ötesine geçemeyeceğini hatırlatırız!
“Ötesine geçmek” ancak ve sadece o yönde atılacak her adıma “Batı” tarafından artan oranda güçle yüklenecek gerilimleri aşarak olabilir. Önce, döviz, borsa, banka ve sigortacılık “silahları” uygun dozda kullanılacak ve sonra da doğrudan NATO silahları devreye girecektir.
Öte yandan, “Batının” yerli ortakları olan büyük sermaye grupları da, “Batı” ile birlikte davranarak atılan her adımı “içerden” baltalayacaktır. Ve nihayet, Türkiye büyüklüğünde bir ülkenin eksen değiştirmesinin küresel güç dengelerinde yaratacağı oynamalara tepki olarak çıkabilecek savaşlara da hazır olmak gerekecektir.
Ayrıca, Cemaat güçlerinden çok farklı yapıda olan bir dizi politik-askeri ve toplumsal “iç” güçle çatışmanın da göze alınması zorunludur.
“Batı”, TC’nin kuruluşundan itibaren hep “devrede” oldu; bunun anlamı, devletin çelik çekirdeği dahil bütün açık ve gizli alanlarına gerekli anda “uzaktan” kontrolle patlamak üzere yerleştirilmiş “mayınlar” demektir. Darbe gecesinde kendisinin açtığı telefonlar cevaplanmayan ve darbeyi de ancak “eniştesinden” öğrenebilen Erdoğan ( kendisinin aktardığı bu “enişte” bilgisinin doğruluğu da artık tartışmalıdır), bu acı gerçeği yutkunarak öğrenmiş olmalıdır.
İşte, “sistem içinde kalarak” eksen değiştirmek oldukça zor. Elbette imkansız değil, ama gerçekleşme süreci içinde Türkiye diye bir ülkenin kalmaması olasılığı bile var!
Aslında, “yemek” isteyene “elma şekeri” gibi sunulmak üzere, ortada bir “eksen değişikliği” söylemi çokça dolaşsa da, Erdoğan odaklı iktidar alanının da, sözden öte bir yönelimin oldukça “pahalıya patlayacağını” ayrıntılarıyla gördüğünü tahmin edebiliriz. Bir “kopuş” değil ama 15T’de “Batının” rolünün yarattığı meşruiyet üzerinden yol alarak, Rusya-Çin ekseni ile daha yakın bir ilişkiyle yetinileceğini ve “Batı” ile de ilişkilerde daha geniş bir “oyun alanına” ve daha “özgür” hareket yeteneğine sahip olunacak bir kapasite kazanılmaya çalışıldığını saptayabiliriz.
Ancak, böylesi sınırlı bir “yeni denge” arayışı bile olağanüstü gerginlik yaratacaktır. Bu yönde bir hamle yapılırsa, varlığını bilsek bile “ne” ya da “kim” olduğunu önceden gösteremeyeceğimiz “mayınların”, sahibi olan “Batılı” güçler tarafından acımasızca patlatılacağından emin olabiliriz.
Elbette, Erdoğan, yazının başında Haşhaşiler üzerinden yaptığımız benzetmeyle, darbeciler tarafından kendisine verilen “mesajı” alarak “Batı” ile daha uyumlu olacağı bir düzleme yerleşmeye de çalışabilir.
İşte, 15T sonrasında oluşan bu “eksen arayışının” söz-ima düzeyindeki varlığı bile devlet krizinin bileşenlerinden biri olarak sivriliyor.
Yedincisi, sürüp giden çözümsüzlüğün her geçen gün ateşini daha da körüklediği Kürt sorunudur.
15T sonrasında içine girilen yeni dönemin özellikleri ve oluşan devlet krizi, Kürt sorununu zaten taşıdığı olağanüstü gerilimin daha da ötesine sıçratma potansiyelini taşıyor.
Ordunun savaş ve moral gücünde yaşanan zayıflama, MİT’in üstüne çöken “gölge”, devletin bütün kurumlarında yaşanan kurumlar ve kişiler arasındaki güvensizlik ortamı gibi belirtileri olan devlet krizi koşulları, Kürt sorunu üzerinde yaşanan savaşın seyrini ve etkilerini eskiden olduğundan çok daha şiddetli sonuçlar yaratacak seviyeye çekecek ve devlet krizinin belki de en önemli ögelerinden biri haline sokacaktır.
Evet, şimdi sanki yokmuş gibi halı altına itilmeye çalışılsa da, Kürt sorunu daha da derinleşerek ve hatta diğer bütün sorunların hem oluşmasında hem de şimdi derinleşmesinde belirleyici faktörlerden biri olarak varlığını sürdürüyor.
Tartışılan “eksen değişikliği” ya da “yeni denge arayışı” süreci, Kürt sorunu üzerinden yaşanan savaşı hızla bölgesel hatta küresel çapta bir zemine itecek ve “hesaplaşmalar” bu sorun üzerinden yaşanacaktır. Daha doğrusu, zaten bu yönde yaşanan süreçler daha hızlı akacak ve daha çok sertleşip yoğunlaşacaktır.
Bayık’ın son açıklamalarına bakınca, gelişmelerin akacağı olası yeni mecraları gören PKK’nin, 15T sonrasında kısa bir süre için silahlarını susturduğunu ve pek umutlu olmasa da “acaba yeni bir “süreç” başlayabilir mi” olasılığını gözlediğini anlıyoruz. Hatta, Ankara kulislerinden aktarılan kimi söylentilere göre, devletin zirvesindeki kimi odaklarda da böyle bir düşüncenin oluştuğunu duyuyoruz. Ancak, Erdoğan’ın aynı kanaatte olmadığı ve şayet sürdürmeye gücü yeterse, devletin yeniden kuruluşunda PKK ile savaşı “kurucu maya” olarak kullanmayı hesapladığı anlaşılıyor.
Sonuç olarak, devlet krizi, oldukça ağır bir travmatik süreç olarak harekete geçmiş durumda. Kriz, egemenler ya da halk güçleri tarafından aşılamayıp çözümsüz kalarak sürdüğü takdirde, sürekli daha geniş bir alana yayılacak, hızla toplumsal alanın içine sıçrayarak alışık olduğumuz kurulu dengeleri bozacak, yıkım gücü her düzeyde artacak ve içinde enerji biriken fay hatlarını art arda harekete geçirerek bir deprem kimliğini kazanacaktır.
“Suriyelileşme” ya da herhangi bir öznenin kontrol kuramadığı bir kaos sürecinden öylesine söz etmek zor, ama artık üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekiyor.
Zaten hepimiz bu korkutucu depremin ön sarsıntılarını hissediyoruz değil mi?
15T ve Erdoğan’ın Luis Bonaparte sevdası
15T’nin yarattığı devlet krizi ve bu krizin özellikle de ABD ve AB ile ilişkilerde yarattığı yüksek gerginlik ve Kürt sorununun yeni koşullarda bürünebileceği yeni yapı, egemen oligarşik bloğun bütün ögelerinde olağanüstü telaş yaratmış durumda.
15T öncesinde birbirleriyle selamı kesmiş olan egemen güçler, şimdi sarmaş dolaş olup güçlerini ortaklaştırarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Ordu, AKP, TÜSİAD, zavallılaşmış MHP, Taksim’deki taraftarlarına ihanet eden CHP ve diğerleri, Yenikapı’da hepsi toplanınca epey hazin ve aslında biraz da komik bir tablo ortaya çıkardılar; acaba farkındalar mı?
Bizden söylemesi, Yenikapı’da toplanıp, bedava köfte-ekmek ve ayran eşliğinde hep beraber gürültü çıkarmak kolay da, aşmaya çalıştıkları krizin çapı ve derinliği bu türden “hafiflikleri” kaldırmaz!
Ancak günü kurtarabilecek kurnazlıklarla devletin yeniden inşa edilebileceğini sanan politikacılar ahmaklıktan başka bir şey yapmıyorlar ve kendileriyle birlikte bu ülkeyi de peşlerinden sürükleyerek getirdikleri yer “cehennemin” kapısı, o kapıdan sonrası tufan!
Ama, aslına bakılırsa, hepsi de orada olduklarına göre, işte bizim oligarşimizin çapı da demek ki bu kadarmış!
Mitingden anladığımız kadarıyla, iki süreç iç içe gelişiyor ve henüz biri diğerine üstünlük kurabilmiş değil.
Erdoğan, ayakta kalmakta zorlanacak derecede zorlanan sisteme ( ve elbette, art arda gelen şoklarla sarsılıp dayanacak bir sütün bulma arayışındaki halka), “Ben varım, bana güvenin!” diyor, ona destek olunursa bir biçimde düzlüğe çıkılacağı inancını yaratmaya çalışıyor.
Bu isteği, eskinin “Başkanlık” yöneliminin basit bir devamı olarak görmemek gerekiyor. O, elbette eski hevesini de yeni koşullarda sürdürmüş oluyor, ama bunu yeni dönemin olağanüstü ihtiyaçlarını karşılayarak yapmak zorunda olduğunu ve dolayısıyla epey farklı bir “anlama” kavuşturması gerektiğini de sezmiş gözüküyor.
Yeni ittifaklar kuruluyor, yeni bir dil kullanılıyor hatta yeni bir siyasal düzlem arayışının olduğu da görülüyor. Atatürk keşfediliyor, muhalefet kucaklanıyor, kapsayıcı bir esnek tutum inşa edilmeye çalışılıyor
İyi de, hiçbir ana yönelimde değişiklik olmadan sırf yüzeysel değişimlerle yetinince, bütün o “artık farklıyım” imaları, sizce pek sakil durmuyor mu?
O, hemen ilerde bekleyen kaosa doğru sürüklenişin yarattığı korkuyu kullanarak yol alıyor ve finans kapitalin sürüp giden şahsiyetsiz, korkak ve sinik tutumundan, sistem içindeki muhalefet partilerinin zavallılığından ve sistem karşıtı halk güçlerinin (Kürtler hariç) bir siyasal önderliğe sahip olamayışından faydalanarak “tek kurtarıcı” halesiyle örtünüp, yeni bir başlangıç yapmak istiyor.
Egemen güçlere “benden başka kimse sizi bu kaostan kurtaramaz” mesajını vermeye çalışan Erdoğan, kendisine en çok düşman olanların bile seçeneksiz olduğunu düşünüp, hiç olmazsa kaos tehlikesi geçinceye kadar herkesin kendisini kabullenmek zorunda kalacağını hesap ediyor olmalıdır.
Erdoğan, kimi yüzeysel makyaj değişikliklerinin dışında kendisini değiştirmemiş olmanın ve aslında zaten “yeni bir başlangıç” yapamayacak kadar “eski” olmanın, “Batı” ve Kürtler açısından ise bütün kredilerini tüketmiş olmanın ağırlıklarıyla yüklü ve bu eksenlerden şahsına yönelecek gerilimlerin yaratacağı zorlukları aşmak zorunda.
Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nu Yenikapı’ya ite kaka gönderdiklerine göre, sermaye güçlerinin de bir AKP-CHP-MHP koalisyonu peşinde olduğu anlaşıyor. O durumda, Erdoğan yetkileri kısıtlanıp “normalleştirilerek” 2019’a dek önde durabilecektir.
İşte, Yenikapı’nın gösterdiği iki çıkış denemesi!
İkisi de “günü kurtarmanın” ötesine geçemiyor ve mevcut oligarşik-totaliter siyasal sistemi üstünde konumlandıran devletin yaşadığı krizi, onun yapısını ve temel taşlarını aynen koruyarak restore etme yoluyla aşabilme arzusunu açık ediyor.
İşte, devlet ve onun yaşattığı bütün güçlerin bir derin krize düşecek denli sıkıştığını, sıkışıklığı da kendilerinin Bizans-Osmanlı artığı bilinen oligarşik-totaliter/despotik yapılarını restore ederek aşmaya çalıştıklarını saptayabiliriz.
Ötesi, yani günün gerçek ve acil ihtiyacı olan “demokratikleşme” ise, gündemlerinde yok; bilinçlerinde, dokularında ve davranışlarında bu yöndeki herhangi bir dönüşümün izi bile yok; çok belli başkasına yapısal olarak kapalılar, ellerinden gelmiyor ve en zayıf noktaları da burada oluşuyor.
Peki, halk güçleri neler yapıyor, neler yapabilir; yazının 3. Bölümünde de bu konuya odaklanalım.
Evet, şimdi yaşanan her düzeydeki sarsıntı, zorlanma ve sıkışmanın gerçek çıkış kapısı ve toplumsal ve siyasal alanın yaşadığı olağanüstü gerginliklerin çözüm alanı olarak demokratik bir cumhuriyetin inşası görevi günümüz koşullarında kendisine yüklenen halk güçleri ne durumda?
Kader, bizim de kapımızı çalıyor, hala duymayanımız var mı?
Bu bir strateji tartışması değil; gün be gün hatta an be an içinde sarsılıp zorlandığımız güncel gerçeklik bizi hemen şimdi uygun hamleler yapmaya çağırıyor; farkındayız değil mi?
Öyle gözüküyor ki, önce bir dizi eski “bağımlılıklardan” kopuşmaya ve kendi ihtiyaçlarımızı ve tarihsel hedeflerimizi esas alan bir zeminde “kendimiz” olmaya; aynı anda, masa başında değil ama güncel güç ilişkilerinin içinde mevcut krizi halkçı zeminde çözecek uygun bir pratik içinde “belirlenerek” ortaklaşıp “biz” olmaya, “özneleşmeye” çağrılıyoruz!
Kim mi çağırıyor; Tarih!
İçinde başka birçok olasılığı barındıran Tarih, halkçı-demokratik süreçlerin öncülerini göreve çağırıyor! Egemenler iktidarlarını sürdürecek olasılıkları gerçekliğe hakim kılmak için nasıl çırpınıyor, görüyoruz değil mi?
08.08. 2016
[1] a- http://www.cokiiya.com/van-goghun-yildizli-gecesindeki-gizli-matematiksel-duzen/
b-https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrb%C3%BClans
[2] http://sendika10.org/2016/06/mayis-donemeci-oguzhan-kayserilioglu/
[4] Hegel’in Protestanlık hakkındaki uzun yorumundan bir küçük parçayı buraya aktararak, CİA tarafından imal edilen bayağı ve uyduruk “Müslüman Protestanlığı” ile gerçek yaşamın gerçek toplumsal mücadeleleri içinde oluşan Protestanlık arasındaki “farka” dikkat çekmek istiyorum.
AKP’nin destekçisi liberaller en çok bu noktada durmuş ve Cemaat’in tıpkı Protestanlık gibi bir din reformu peşinde olduğunu, bunun da iyi olacağını yazıp çizmişlerdi!
Kaba ve yüzeysel bakışla her konuda konuşabilirsiniz, ama kahve sohbetinden öte geçerseniz sonradan yüzünüz kızaracaktır! Sadece yüzünüz kızarsa, son tahlilde kişisel bir sorundur ve kişiyi ilgilendirir, ama bulunduğunuz yer halkı etkileyebilecek bir konumda ise, “kullanışlı ahmaklar” olarak 15T’ye giden sürece “ara eleman” hizmeti verip ağır bir ahlaki suçu da yüklenmiş olursunuz.
“Lutheran kilisede bireyin öznelliği ve pekinliği Gerçekliğin nesnelliği ile eşit ölçüde zorunludur. Lutheranlar için Gerçeklik hazır bir nesne değildir; tersine, Öznenin tözsel Gerçeklik karşısında kendi tikel içeriğinden vazgeçerek ve bu Gerçekliği kendinin kılarak kendisinin gerçek bir Özne olması gerekir. Böylece öznel Tin Gerçeklikte özgür olur, tikelliğini olumsuzlar ve Gerçekliğinde kendi kendisine gelir. Böylece Hıristiyan Özgürlük edimselleşmiştir. Eğer öznellik bir içerik olmaksızın yalnızca duyguya koyulursa, insan salt doğal istençte durup kalmış olacaktır.
Böylelikle çevresinde halkların toplandığı yeni, son sancak, özgür Tinin bayrağı açılmış olur- Tin ki, kendi kendisindedir, ve hiç kuşkusuz Gerçekliktedir ve yalnızca onda kendi kendisindedir. Altında hizmet ettiğimiz bayrak bu bayraktır.” (Hegel, Tarih Felsefesi, İdea Yayınları, syf. 305 ) (Çevirmenin TDK Türkçesi için yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki!)
[5] Şimdi olanların oluş biçimi olarak 60’lı-70’li yıllarda/sürecin başında, bu biçimiyle ve 15T’yi hedefleyerek başlatılmadığı ve zaten başlatılamayacağı da açıktır. Olaylar akmış, aylar yıllar geçmiş, mutlaka var olan başkalarının yanında söz konusu ajan ağının rolü öne çıkmıştır. Onun üstüne yerleşmeyi becerebildiği tarihsel derinlik, her aşamada yaratıcı hamleler yaparak dönüşüp kendisini sürdürüp güçlendirebilme ve kurnazlık kapasitesi olayların akışı içinde öne çıkabilmesinde belirleyici olmuştur.
Türkiye’de kapitalizmin oluşumunda yaşanan gerçek ilişkilerin (kapitalizmin doğrudan tekelci aşamadan başlayan inşası, modern sermaye biçimi olan finans-kapitalin inşa biçimi ve bu coğrafyanın binlerce yıllık tarihinden gelen antika sermaye güçleri olan tefeci bezirgan sermayeyle kurulan oligarşik ortaklığın) günümüze hiç de “rastlantısal” olmayan özel bir izdüşümüyle yüzleşiyoruz; olup bitenler ABD isimli bir sihirbazın şapkasından çıkardığı bir “keyfilik” değil!
Biz ne kadar geleceğe doğru ilerlersek ilerleyelim, “Tarih” bizi takip etmekten vaz geçmez, hep peşimizdedir!
Yürütücü olarak güncel düzeyde rol alan CİA görevlisi Fuller ve görünen yüz Fethullah Hoca’nın yapıp ettiklerinin tarihsel derinliğinin bütünüyle farkında olup olmadıklarını bilemeyiz; ama, onları kendileri yapan üstün bir kişisel gözlem ve sezgi gücüyle yol aldıkları ve yaratıcı pratik hamleler yapma becerisi gösterip tarihsel derinliği olan toplumsal ilişkilerle uyum sağlayarak kazandıkları güçle günümüze güçlü bir müdahalede bulunabildiklerini saptamalıyız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.