Krizin küresel ve bölgesel krizlerde kök salan derinliğinin, fiilen anayasasız bir devletin kriziyle bütünleşmesiyle oluşan çok yönlü karmaşanın, çözüm arayışlarının bir sonuca ulaşamamasını belirlediği açık değil mi? Yani, mevcut tıkanmayı, sadece çözüm peşindeki sermaye güçlerinin beceriksizlikleriyle izah edemeyiz. Bu tıkanmadan çıkış, ancak sermaye düzeninde “topyekun bir reformla” gerçekleşebilir 1- Başkanlık mı dediniz? Türkiye, “içinden” ve “dışından” […]
Krizin küresel ve bölgesel krizlerde kök salan derinliğinin, fiilen anayasasız bir devletin kriziyle bütünleşmesiyle oluşan çok yönlü karmaşanın, çözüm arayışlarının bir sonuca ulaşamamasını belirlediği açık değil mi? Yani, mevcut tıkanmayı, sadece çözüm peşindeki sermaye güçlerinin beceriksizlikleriyle izah edemeyiz. Bu tıkanmadan çıkış, ancak sermaye düzeninde “topyekun bir reformla” gerçekleşebilir
1- Başkanlık mı dediniz?
Türkiye, “içinden” ve “dışından” birbirinden çok farklı güçlerin üstüne “hesap” yaptığı, “oyun” kurduğu ve giderek “format atmaya” çalıştığı bir coğrafyaya dönüştü.
Elbette, herkes kendi çıkarını dayatıyor; herkes, deyim yerindeyse “çivisi çıkmış”, toplumsal ve siyasal dengeleri dağılmaya ve en temel değer yargıları bile çözülmeye başlamış bir ülkeyi, kendi amaçlarına hizmet edecek bir “yeniden yapılanma” sürecine sokmaya çalışıyor.
Eh, bir ülke, hele günümüz dünyasında, güçsüz, çapsız ve basiretsiz bir iktidar tarafından yönetiliyorsa, “kifayetsiz bir muhterisin” elinde oyuncak haline gelmişse, onunla “oynayan” çok fazla “güç-çıkar alanı” olacaktır.
İktidar, “elimde güç var kullanırım”, “bombam var atarım”, “tankım var topa tutarım”, “komşum karıştı dalarım”, “istihbaratım var komplo düzenlerim”, “eleştireni polisimi gönderir tutuklarım” düzeyinde çalışan bir mantığa teslim olmuşsa, gidilecek yer bataklık olacaktır.
Evet, böylesi “lümpen” bir mantık ülkeyi yönetirse, bataklığa sürüklenerek orada çırpınmak da “kader” olur; o ülke çürür, insanları bu gidişe boyun eğip uyum gösterdikçe değersizleşir.
Türkiye, bataklığa doğru sürüklendikçe zayıflıyor ve aynı duruma düşen başka ülkeler gibi, bir dizi “güç alanı” ona kendi iradesini dayatıyor, kendi çıkarları yönünde yeniden yapılanmaya zorluyor.
Kimler mi?
En başta iktidarın kendisi!
İktidar, Gezi ayaklanması, 17/25 Aralık soruşturmaları, 7 Haziran seçimleri, 20 Temmuz ve 10 Ekim’de patlayan bombalar, Kürtlerle savaş, Alevilere düşmanlık ve en sonunda Erdoğan’ın kendisini Anayasa’nın üstüne çıkaran ve devletle özdeşleştiren son açıklamalarıyla, artık sadece AKP/Erdoğan’ı temsil edebilen ve devlete “format atmaya” çalışan bir güç alanıdır.
AKP/Erdoğan, evet, devletin kilit noktalarının çoğunu kontrol edebiliyor; ama hepimiz görüyoruz değil mi, ülke kontrolünden çıkıyor, temel dengelerin varlığını sürdürmekte ve bağlı olarak da günlük yaşamın normal akışını sağlamakta zorlanıyor.
En önemlisi, iktidarın güç ve çap yetmezliğinin toplumsal ve politik alanda yarattığı pürüzler, boşluklar, yırtılmalar ve çöküşler, sermayenin güncel hareketine/birikimine engel olmaya başladı.
Ayrıca, bu “zayıf” durum yeni değil.
Cemaatle olan ittifakın dağılması sonrasında aniden kendi başına kalıveren AKP’nin “zayıflığı” sarsıcı biçimde açığa çıktı. O “zayıflığın” zorlamasıyla, Ordu ile ittifak kuruldu ve güç yetmezliği sorununu bu biçimde aşıldı.
Ancak, bu geçici bir çare; Ordu ile AKP’nin tarihsel derinliğe sahip bir uyumsuzluk içinde olduklarını herkes biliyor. O ittifak, oldukça hassas ve güven vermeyen dengelerin üstünde hareket ediyor.
İttifak gücüne haklı olarak güvenemeyen AKP/Erdoğan, çıkış yolunu, mevcut politikalarını daha serbest ve şiddetli biçimde yürütebileceği ve aşağıdan/yığınlardan alacağı toplumsal destekle kuracağı bir “açık faşist diktatörlüğe” yönelmekte bulmuş görünüyor. Bu diktatörlüğün ittifak içinde kendi konumunu güçlendireceğini ve bu güce dayanarak Ordu üzerinde kalıcı bir hegemonya inşa edebileceğini hesaplıyor olmalıdır.
Orduyu, “başkanlık sistemi” adını verdikleri bu faşist sürece katmanın bir yolu olarak, “Kürt fobisi” kışkırtılıyor ve “Musul-Halep ekseninde hegemonya kurma” planları kullanılıyor. Aynı “yemlerle”, toplumun gerici-şoven yanları da beslenip güçlendirilerek konsolide ediliyor.
İşte, hesap belli, bir taşla 3-5 kuş birden vurulacak!
Elbette, şayet böylesi bir süreci yeterince ilerletebilirlerse, yolun uygun bir noktasında yapılacak yeni bir operasyonla Ordunun “İslami” bir zemine yerleştirilmesi hesaplanıyor olmalıdır.
İktidar, dümeni bu hedefe doğru bükmüş durumda. Ama, önündeki engeller hedefe doğru yürüdükçe büyüyor ve zaten kendisi de o engelleri aşabilecek bir güce ya da beceriye sahip olmadığını sürekli gösteriyor.
Üstelik, faşizme doğru gidişe tersi yönde baskı yapan “güç alanları” da var.
Bu özgün “güç alanlarının” bir kısmı, oligarşik egemenlik alanının içindeki “rakip fraksiyonlar” ve en başta da TÜSİAD’da yuvalanmış olan büyük sermaye/finans-kapital!
Kürt halk hareketi ve “Gezi güçleri” olarak adlandırabileceğimiz halkçı toplumsal dinamikler ve sanayi işçilerinin “bıçak kemiğe dayandı” diye seslenen ekonomik-demokratik direnişleri de sürüyor. Bu demokratik-halkçı “güç alanlarının” ortaklaştığı anlarda, egemen oligarşik blokun tümüne dönük belirsiz ve zayıf bir “karşı iktidar ağının” kendiliğinden örülmekte olduğu görülüyor.
Oldukça farklı ve kimisi birbirine zıt-düşman olan bu “güç alanlarının” karşı hamleleri, AKP/Erdoğan hedefine doğru yol aldıkça iyice açığa çıkarak artan düzeyde hasar veren kendi yetmezlikleriyle birleşerek, iktidarın etrafını saran gerilim eksenlerini güçlendiriyor.
O şiddeti artan gerilimler de, AKP’nin içine yüklenerek “çatlak” oluşturuyor. Faşizme yönelişin ana öznesi AKP, Gül-Arınç ekseniyle kendisini gösteren bu“çatlaktan” beslenen ve işlenen suçların hesabının sorulacağı korkusundan üreyen ikircikli tutumlarla zayıflıyor.
Evet, Türkiye, “başkanlık sistemi” koduyla adlandırılmış bir açık faşist diktatörlüğe doğru sürükleniyor. Ama, faşizmin kuruluş süreci ilerlemekte zorlanıyor; güç ve çap yetmezliği, özellikle hedefe ilerlerken ortaya çıkan engellerin ürettiği direnç ve sürtünme anlarında kendini açığa vuruyor.
AKP/Erdoğan’ın işi zor, “başkanlık” yüksek bedeller talep ediyor.
Ve, öyle gözüküyor ki, ya o hedefe hiçbir zaman ulaşılamayacak ya da ulaşılsa da bu “zafer” parçalı, eksik, zayıf ve dolayısıyla kısa süreli olmaya yazgılı olacak.
Üstelik, gerçek bir “Pirus zaferi” olarak, öylesine ağır toplumsal düşmanlıklar, bölünmeler ve yıkıntılar üstünde gerçekleşebilecek ki, pek bir işe de yarayamayacak!
2- Ordu darbe yapar mı?
Ordu, AKP ile oldukça farklı bir tarihsellikten çıkıp geliyor ve “güncellenmiş” bir yeni “Kemalist” paradigma keşfederek kendi meşruiyetini oluşturmaya çalışıyor.
Ordu, bu yeni “Kemalist” konumlanmasında, “eskinin” kimi ayrıcalıklarından vazgeçmeyi kabullense de, kapitalist sistemin gerçek egemeni yerel ve küresel sermaye güçlerinin oluşturduğu bir güç alanının “vurucu gücü” olarak hareket ediyor. Ordu, Ergenekon operasyonlarıyla dibe doğru itildiği devletin oligarşik zirvesinde, daha üst katlara çıkmaya çalışıyor.
Ergenekon operasyonlarında içindeki “marazi” unsurların ayıklanmasıyla, küresel ve yerel sermaye ve onun askeri örgütü NATO ile daha derinden ve pürüzsüz bir bütünleşme içine sokulan Ordu, kapitalist sistemin rasyonellerine daha uyumlu bir yapıya dönüştürüldü.
Ordu, artık, geçmişteki gibi, “Cumhuriyet’in kurucu önderi” olmasına dayanarak sağladığı “Memleketin ayrıcalıklı, keyfi, kimi marazilikleri kontrol edilemeyen ve şımarık sahibi” konumunda değil; Ergenekon operasyonlarıyla, sermayenin küresel ve yerel somut-tarihsel hareketine doğrudan bağımlı ve sorumlu bir konuma yerleşildi/yerleştirildi.
Ergenekon sonrası itibarsız ve zayıf düştüğü konumundan sıyrılıp yeniden ayağa kalkmak ve Cemaat’ten “intikam” alabilmek için AKP ile “ittifak” yapan Ordu, günümüze dek yaşanan süreçten oldukça kazançlı çıktı. Şimdi, “yaralarını sardı”, Cemaat’ten “intikamını aldı”, moral kazandı ve üstelik, sermaye güçleri ve NATO ile yüksek uyumun sağladığı “itibarın” ve süre giden Kürtlerle savaşta kazandığı inisiyatifin keyfini sürüyor.
AKP ile ittifakına oldukça zayıf bir durumda başlayan Ordu’nun, şimdilerde denge kurmaya çabaladığını saptayabiliriz. Genelkurmay’ın “kozmik” odalarında muhtemelen sürecin şimdiden sonraki akışında AKP’ye karşı nasıl üstünlük sağlayabileceklerinin hesapları yapılıyor olmalıdır.
Sermaye güçleri henüz başka bir seçenek üretemediği için AKP ile yapılan ittifak sürüyor. Ancak, Ordu, Cemaat kendisine vururken AKP’nin de armut toplamadığını, bütün gücüyle devrede olduğunu ve hatta, bizzat Erdoğan’ın “davanın savcısı olduğunu” ilan ederek oldukça hevesli biçimde çırpındığını unutmamış olmalıdır.
Öte yandan, elbette, egemenler arasındaki her türlü itiş-kakışın üstünde ve belirleyici olan, sermayenin ve devletin üstün çıkarlarıdır.
Ordu, AKP ile olan tarihsel gerilimini ve güncel rekabetini, hırçınlık yaparak ya da eskisine benzer “marazi” tutumlarla değil; sermayenin rasyonalitesi içinde kalıp onun birikimini bozmadan ve zaten zor durumda olan devletin çıkarlarına zarar vermeden yürütecektir. Kararlar, sermaye ve NATO ile ortaklaşarak verilecek, tümüyle sermayenin somut-tarihsel hareketiyle uyumlu ve bu hareketin önünün açacak yönde alınacaktır.
Peki, başlangıçtaki “yüksek verimliliğinin” tam tersine, güç ve çapının sürecin son yıllarındaki akışında yetemeyişi sonucunda neredeyse elini attığı her işi beceriksizce çıkmaza sürükleyen AKP’nin “devre dışı” bırakılmasında, Ordu neden hamle yapmıyor?
Sizce haksız ya da afaki bir soru mu?
Değil ki, epeyce insan ya bu soruyu soruyor ya da darbenin ne zaman yapılacağına ilişkin bahse tutuşuyor.
Ya da, aynı soruyu başka bir yönden sorarsak; AKP’nin sadece kurduğu yeni rejimi değil, sistemin tümünü ve hatta ülkenin varlığını/bütünlüğünü riske sokan “marazi” tutumları sürdükçe, kendi birikimlerini kaybetme olasılığının ufukta belirmeye başladığını gören küresel ve yerel sermaye güçleri, neden tümüyle kontrollerinde olan Orduyu kullanarak AKP’yi geriletmeye çalışmıyorlar?
Peki, öyleyse bir soru da ben size sorayım:
Bu güçler, Gezi ayaklanmasını maniple ederek “renkli devrime” dönüştürme çabalarıyla, ellerindeki bir alet olan Cemaat’i kullanarak 17/25 Aralık günlerinde aniden ortaya döküverdikleri “yolsuzluk” belgeleriyle ve son olarak da 7 Haziran seçimlerinde CHP’yi parlatarak; oldukça inatçı biçimde AKP’yi düşürmeye ya da hiç olmazsa iktidarın ortağı konumuna çekmeye çalışmadılar mı?
Ama, hepimiz görüp yaşadık; olmadı, sonuç alamadılar.
Her şeye kadir mutlak güce sahip bir Tanrı, sadece kendi mekanı olan gökyüzündeki metafizik alemde “var”; biz ölümlülerin somut-tarihsel dünyasındaki gerçek yaşamda ise, hiçbir toplumsal güç, o arada sermaye de, mutlak güç değil, olamaz da.
Sermaye elinden geleni yaptı; Ordu içindeki marazi unsurları AKP “maşasıyla” temizledikten sonra, iktidarın oligarşik zirvesine tek başına yerleşebilmek umuduyla AKP “maşasını” çöplüğe atmak ya da en azından kenara çekmek istediyse de, “evdeki hesap çarşıya uymadı!”
Bu coğrafyadaki binlerce yıllık tefeci-bezirgan ağının tarihsel derinliğinin içinden çıkıp gelerek günümüz kapitalizmine uyum sağlayan bir toplumsal gücü temsil eden AKP; öyle ittirince gitmediği gibi, iktidar alanının içindeki kendi yerini oldukça hırslı ve açgözlü bir tarzda inşa edip, adeta hiç ayrılmayacakmış gibi gözüken bir zamkla iktidarın zirvesine yapışıyor.
Hatta, kendisini tarihsel derinliğin içinden çıkıp gelen “toplumun ana omurgasının sözcüsü ve öncüsü” olarak gördüğü için, Erdoğan, “Ben gidersem devlet yıkılır” diyebiliyor.
Üstelik, toplumun bir arada durmasında özel bir tarihsel rol oynayan ve günümüzde AKP’nin hizmetlerini görmeye uygun bir yapıya “dönüştürülerek” yeni rejimin totaliter ideolojisi yapılan “İslam”, tümüyle dünyevi ve maddi çıkarlara dayalı bir iktidar hevesinin toplumsal meşruiyetini oluşturmak için kullanılıyor.
İşte, işler öyle basit değil; kullanılan “maşanın” tarihsel derinliği ona güç veriyor ve kendisini tutan eli bile kendine çekip kontrolüne almaya cüret edebiliyor.
Evet, açık ki, günümüz sermayesi, üstelik şimdiki yerel ve küresel güçlerinin iç içe geçme düzeyinde, muazzam bir güncel güce sahip, muhtemelen de sürecin sonunda AKP’nin “marazi” dayatmalarını içerip aşacaklar; ama, eskilerin dediği gibi, gün doğmadan lohusa gecenin neyi doğuracağını kim bilebilir?
Evet, AKP, sonuna dek direniyor ve anayasal bir statü kazanarak iktidar alanının kalıcı bir ögesi olmayı hedefliyor. Eh, pek de yabancı sayılmayız değil mi; şimdi AKP’yi “iktidar gasbıyla” suçlayan CHP’nin eski rejimdeki konumuna benzer bir kalıcı statü kazanmak istiyor.
Öte yandan, bunca çakal ulumasının ve egemenlerin hesaplaşmasının yıkıntıları arasından sıyrılarak ezilenlerin özgürlük güneşinin doğmayacağını kim kesinlikle hesap dışına itebilir? Onun da hiç “unutulmaması” ve “hesapların” bu “tehlikenin” de önünü kapatacak biçimde “sakınımlı” yapılması gerekir, değil mi?
İşte, sermaye güçleri çok çabalasa da, tarihsel bir derinlikten güç alan AKP direndi.
Üstelik, sermaye güçleri, kendi iktidar seçeneğini bütün “toplumsal mühendislik” çabalarına rağmen oluşturamayınca, AKP ek bir güç daha kazandı. Ne Gezi maniple edilebildi, ne Cemaat’in gücü yetti, ne de CHP’nin aslında çoktan ölmüş varlığını diriltebildiler; ve sonunda, “işlerin yürüyebilmesi” için AKP seçeneksiz kaldı.
Ayrıca, AKP’yi iktidarın zirvesinden ittiren sermayenin, bu yöndeki her politik hamlesini, kendi rasyonellerini zedelemeden/birikimini zayıflatmadan ve hatta sürekli çoğaltarak yapma zorunluluğu var.
AKP döneminde kendisini tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyütebilen sermayenin; aynı çark üstelik daha da hızlanıp çeşitlenerek dönerken, bu “tatlı” sürecin aksamaması için olağanüstü hassas ve sakınımlı olması gerektiği açık değil mi?
Öyle ya, büyük borsa spekülatörlerinin de dediği gibi, müzik hala çalarken dans pistinden inmenin ne alemi var?
Evet, askeri darbe meraklılarına soralım, diyelim ki darbe yapıldı ve AKP devrildi; sermaye birikiminin kesilmeyeceğini garanti edebiliyor musunuz, o birikimi aynı hızda sürdürebilecek bir iktidar seçeneği var mı? İşte, Ordunun şimdilik hareketsiz kalmasının ilk sebebi bu açmazdan şekilleniyor.
Yok eğer, “Ordu’nun kendisi de bir iktidar seçeneğidir” diyorsanız; pek haksız sayılmazsınız; ama, AKP’nin sorunu olan güç ve çap yetmezliği, darbe yaparak AKP’yi düşürmüş bir Ordu için fazlasıyla geçerli olacaktır.
Ordu, şayet öne çıkarabileceği bir siyasal seçenek oluşturup “arkadan dolaşarak” değil de, doğrudan askeri gücünü kullanarak yapacağı bir askeri darbeyle iktidara kendisi olarak el koyacaksa; oluşacak “teknokratlar hükümeti” Türkiye kapitalizminin bugünkü gelişme düzeyinin karmaşık problemlerine hızlı ve sürekli çözüm üretmekte zorlanacaktır.
İşte, sermaye, “tatlı karlar” kazandığı bugünkü düzeydeki bir günlük akışın askeri darbe koşullarında da sağlanabileceğinden emin olamaz. Peki, “güncel kâr” onun en büyük arzusu değil midir? Üstelik, bugünkü küresel kriz koşullarında, “anlık” boşlukların bile sermaye birikim süreçlerinde büyük kırılmalar yaratabileceği ve var olan sermaye havuzlarında çatlaklar hatta çöküşler oluşturabileceği ortada değil mi?
Daha önemlisi, diyelim ki, her alanda üstün yetenekli teknokratlar bulundu ve ortak siyasal zemin olmayınca aralarında oldukça zor “uyum” sağlanabilecekken, o da sağlandı; ama yetmez ki!
Ortada bir de yönetilmesi gereken halk var, değil mi? Bu “yönetim” işlevinin en büyük ihtiyacı olan toplumsal meşruiyeti, o soğuk teknokratlar hangi ideoloji üzerinden üretecek ve kimin/kimlerin söylem gücü ve “karizmasıyla” inandırıcı olunacaktır?
Evet, “onay” nasıl alınacak?
Sırf ve sadece silahların yeterli olacağı sanılıyorsa; tam tersine, eğer esas olarak silahların gücüne dayanılacaksa, bugünün olağanüstü sert ve gergin toplumsal sorunlarının gerçekliği, derinliği ve gücünün zorlamasıyla, şimdiki kaotik ortamı aratacak bir ülke gerçekliği oluşacaktır.
Şimdi AKP’nin halk desteğine sırtını dayayan Ordu, bu destek olmayınca ve üstelik kendisi tarafından “devrildiği” için karşısında yer alınca, kendi “çözümünü” ülkeye dayatırken ortaya çıkacak derin çatışmalarda hangi güce dayanacaktır?
AKP/Erdoğan’ın “kader arkadaşları” olan “İslamcı terör” grupları, başta da IŞİD olmak üzere, darbe sonrasında “uyuyan hücrelerini” harekete geçirince ne olacak? Kürt gerillaları karşısında hangi toplumsal destek üzerinden savaş yürütülecek? Hareket halinde olan Alevi dinamiği ve kadın kurtuluş hareketiyle nasıl ilişkilenilecek?
Ekonominin güncel motoru/”aspirini” olan inşaat sektörü işlerine devam edecekse ve sermaye birikiminin yeni alanı olan doğanın talanı devam edecekse, ekolojik hareketle nasıl hesaplaşılacak, kurşunla mı? Neoliberal soygun sürecekse, ki muhtemelen en büyük “görev” bu soygunun derinleştirilerek sürdürülmesi olacaktır, şimdi hareket halinde olan fabrikalar nasıl sakinleştirilecek, tankla mı? Ya gençler, Gezi isyanında “Özgürlük” talebiyle barikatların önünü dolduran gençler, nasıl “uslu çocuklar” yapılacak, topla mı?
Ya Suriye’de odaklanan bölge politikasının çöküşünden nasıl çıkılacaktır?
“Tümüyle NATO’ya tabi olarak ve dolayısıyla ABD’nin “uslu çocuğu” olarak, mezarlıktan ıslık çalarak geçer gibi sessizce sıyrılıverilerek” denilecekse; ilkin, yerel sermayenin “bölgesel açılım-hegemonya altındaki pazar” ihtiyacı nasıl karşılanacak ve bölgesel hegemonya gönüllü olarak İran’a mı verilecek; ikincisi, yıkıma uğratılan ülkelerin ve kullanılan terör gruplarının “intikam” hamlelerinden nasıl kaçılacak, koşarak mı?
İşte, en hevesli darbeci general bile, hele ülkenin ve bölgenin şimdiki ağır gerilimleri koşullarında, üstelik Kürt gerillalarının mevcut gücünü de hesap ederek; oldukça “heves kaçırıcı” bir gerçeklikle zorlanıp “terbiye edilecek”, sakınımlı olmaya zorlanacaktır.
Evet, bir askeri darbe “yapılması” nispeten kolaydır da, “sürdürülmesi”, bugünün Türkiye koşullarında oldukça “kanlı” olmaya ve sürekli “güç yetmezliğiyle” yüzleşmeye yazgılı olacak, mevcut kaotik ortama AKP kadar bile “çözüm gücü” olamayacaktır.
3- Sermayenin ara çözümleri
Öyle görünüyor ki, ne AKP iktidarının bir açık faşist diktatörlüğe dönüşerek devam etmesi ne de bir askeri darbe ile kurulacak bir teknokratlar hükümeti eliyle sermayenin Ordu kanalıyla doğrudan hükümet olması; hem gerçekleşebilme imkanı hem de gerçekleşse bile çözüm gücü olabilme kapasitesi açısından mevcut kaotik ortamdan çıkış umudu vermiyor.
Sermayenin çıkarları açısından “çözüm” olabilecek iki “melez” seçenek üzerine düşünmeliyiz.
İlkin, şimdiki AKP hegemonyasındaki AKP-Ordu ittifakı yerine, mümkünse Ordu hegemonyasında ya da en azından iki gücün birbirini dengelediği eşit ağırlıkta bir AKP-Ordu ittifakı, MHP’yi içinde eriterek ve CHP’yi de peşinden sürükleyerek, bütün geleneksel siyasal aktörlerin ortaklaştığı bir “Milli Birlik” ortamı yaratabilir.
Öyle ya, madem “devletin bekası” tehlikede, o zaman oradan çıkan “herkesin” “ana kucağında” toplanması gerekmez mi?
Evet, “İslamcısı”, faşisti, “liberali” ve “sosyal demokratı” ile, aslında hepsi aynı sermaye sınıfının sözcüsü olan; ama, aynı zamanda, devlet merkezli güç alanının farklı nüanslarını temsil eden “hep bir hallı/Turhallı” denilebilecek “bize özgü” bu tuhaf siyasal partiler toplamı, kökleri olan ve şimdi krize sürüklenen devlete sarılarak, onu yeniden diriltme çabasına girişebilir.
Eh, fena da olmaz; bolca gürültülü onca itiş-kakışın yüzeyselliği açığa çıkar ve bunca yıllık şarlatanlık biter.
Kendilerini “Devlet Partisi” olarak adlandırmalarını öneririz.
Amblem olarak da, sivri ucu yukarıda olan bir üçgenle paradigmalarının “oligarşik” yanlarını vurgular, dışarıya kapalı bir “totaliter” iç dünyayı temsil eden bir dairenin içine de o üçgeni yerleştirebilirler. Arada sırada 1300-400’lerin bazen de 1930’ların ruhunu çağırabilirler ve “Mehter” marşını da parti marşı yapabilirler!
Ama, açık ki, günümüzün dünya ve ülke koşullarında, işleri zor hem de oldukça zor.
İşte, Deniz Baykal ve Doğu Perinçek’in “tuhaf” gibi gözüken hamleleri, böylesi “derin” bir hesabın görünen hallerinden biridir.
Bu çaba, şayet AKP/Erdoğan’ın şımarıkça maraziliklerinden arındırılabilirse, belki bir süreliğine “durumu idare” edebilir. Sonrası ise, sonra düşünülür; sermaye güçlerinin uzun vadeli hesap yapacak kadar esneme yetenekleri ve güçleri yok, “günü kurtarma” telaşındalar.
Bu ittifak, oluşturacağı güç alanının büyüklüğü ile “güç yetmezliği” sorununa da şimdilik çare olabilir. Ama, sadece yüksek ve kalıcı şiddet uygulayarak ayakta durabileceği ve muhalefeti yasal Kürt hareketine ve düzen dışı devrimci politik güçlere bırakacağı için, sistem ve rejim dışı alanın güçlenmesinin ve bir “ikili iktidarın” önünü açacaktır.
Ve artık, bu bölümün başında söyleyebileceğimizi sonunda söyleyecek olursak, aslında biz son aylarda tam da buna benzer bir sürecin içinde değil miyiz?
7 Haziran sonrasında devreye sokulan yarı-askeri darbe süreciyle inşa edilen “10 Ekim rejimi”; hızla ve el yordamıyla yapılmanın zayıflıklarını taşısa da; farklı katılımcı güçlerin tartışılarak ortaklaştırılmış kolektif iradesine sahip olmasa da; iç dengelerini henüz kuramamış ve bu yüzden kurnaz Erdoğan’ın “Başkanlık” hesaplarını destekleyen bir konumda tutunmaya zorlanıyor olsa da; işte, hükmünü şimdilik sürdürebiliyor.
İşte, AKP’nin kriz koşullarının olağanüstü hengamesi içinde fiili durum olarak dayattığı hegemonyasını diğer katılımcılar kabullenmiyor ve süreç Erdoğan’ın marazi tutum ve demeçleriyle güçsüzleşiyor, ama yine de şu anda 10 Ekim rejiminde somutlaşan bu ara-melez “çözüm” yolunun içinde sürükleniyoruz.
Evet, oluşan şoven ortamın siyaseten “sarhoş” ettiği MHP zavallıca boyun eğiyor, Ordu ve CHP gafil avlandıkları için şaşkın, ama her üçünün de AKP/Erdoğan’ın “Başkanlık” hesaplarının piyonu olmaya itiraz ettiklerini tahmin edebiliriz. Yani, bu yol da kolayca yürünecek gibi gözükmüyor ve evrilip dönüşerek Erdoğan’ın emrivakilerinden, tuzaklarından ve kaprislerinden kurtulmaya ihtiyacı var.
Gerçekleşme yolunda olduğuna göre, şimdi bu seçeneğin güncel akışına daha dikkatli bakmalıyız.
7 Haziran seçimlerinde, AKP oylarında düşüş ve demokrasi güçlerini temsil eden HDP’nin oylarında beklenenin ötesinde bir yükseliş olunca ve HDP’de kazandığı muazzam fırsatı uygun biçimde kullanamayınca, seçimi olmamışa çeviren bir yarı-askeri darbe devreye sokuldu.
Eski darbelerden farklı olarak, hükümet devrilmediği gibi tam tersine darbenin doğrudan güdücüsü oldu ve belli günde değil de zamana yayılarak sürüp giden özgün bir darbe yürütüldü, halen de sürüp gidiyor.
Bu iki özelliğine ek olarak, MHP, CHP ve Ordu’nun darbenin kendisine değil de, sadece Erdoğan tarafından yürütülüş biçimine karşı olması, halen içinde sürüklendiğimiz ve gittikçe derinleşen bu darbenin sanki yokmuş gibi kendisini gizlemesine imkan tanıyor. 1 Kasım “seçim” komedisi de, bu gizlenmeye destek oldu.
Bu ülkenin gerçek yaşamında, 7 Haziran seçimleri yok sayıldı, 20 Temmuz ve 10 Ekim’de iki katliam yaşandı, Kürt halkıyla savaş başlatılarak binlerce insanın ölmesinin ve şehirlerin yıkılmasının önü açıldı, öyle değil mi?
Ama, gelin görün ki, gözlerimizin önüne bir perde çekiliyor ve halkın o sahnede oynanan 1 Kasım “seçim” maskaralığına ve oradan seçilen yeni parlamento oyununa biat etmesi isteniyor. Eh, başarısız da sayılmazlar; ama, hemen eklemeliyiz ki, şimdilik!
Cemaat’in AKP ile yaptığı ittifakı bozarak yaptığı 17-25 Aralık darbe girişiminin başarısız olması üzerine başlayan AKP-Ordu flörtü, demokrasi güçlerinin 7 Haziran’daki ileri hamlesinin yarattığı korkuyla ittifaka dönüştü ve günümüze dek süren bir özel sürecin önünü açtı.
Ancak, darbenin iki ana yürütücü gücü doku uyuşmazlığı içinde ve yazının önceki bölümlerinde vurguladığımız iki farklı yönelim (AKP/Erdoğan’ın faşist diktatörlük kurma çabası ve Ordu’nun darbe olasılığı) tam da bu doku uyuşmazlığının ittifakın “kalıcı” olmasını engellemesi olasılığı üzerinden devreye giriyor. Yani, zaten sürüp giden şimdiki AKP-Ordu ittifakının özgün darbe sürecinin içinde, iki farklı darbe mekaniği daha çalışıyor.
Her iki gücün girişimlerinin yetmezliklerini ve birbirlerine olan ihtiyaçlarını da vurgulamıştık. İşte, bir yandan iki gücün/iki farklı sermaye fraksiyonunun kendi bağımsız çıkarları doğrultusundaki arayışları ve fırsat kollaması sürerken, şimdi yaşadığımız süreç/AKP-Ordu ittifakının ortak darbesi, olağanüstü şartların zorlamasıyla tarafların kabullenmek zorunda kaldıkları bir kalıcılık da kazanmaya başlıyor.
Ancak, yine de ittifakın günlük işleyişinde bazen yıkıcı olabilecek sorunlar yaşanıyor. Aslında, kalıcı olabilmekle ilgili ana sorun, tarafların bilinen konumları ve bu sorun da ancak her iki tarafın ötekinin kabul edebileceği bir konuma geri çekilmesiyle çözümlenebilir.
Nitekim, son günlerde bu yönde adımlar atıldığını görüyoruz.
Koç ailesinin (onlara umut bağlayan kimi ahmakları hayal kırıklığına uğratarak) Erdoğan’a saygılarını sunması ve en son Ali Koç’un hükümete övgü dolu bir konuşma yapması, sermayenin basındaki “amiral gemisi” Hürriyet’in (Ferit Şahenk/Doğuş Holding’in NTV’de 5 yıl önce yaptığını yaparak) yayın çizgisini değiştirmeye başlaması rastgele tutumlar olarak görülmemelidir.
Erdoğan’ın ise daha büyük geri adımlar atması gerekiyor ve o da kendine düşeni yapmaya çalışıyor.
İsrail’le arayı düzeltmekle başlayan bu yönelimler, özellikle ABD ziyareti sonrasında hız kazanmaya başladı. Kimbilir, belki de ABD’nin eline geçirdiği Sarraf “sopasının” ikna yeteneği de devreye girmiş olabilir.
Münbiç operasyonuna sessiz kalınabileceği- ki, gerçeklik kazanırsa sonrasında Esad’ı kabul etmeye kadar gidebilecek bir sürecin önünü açacaktır ve düşürülen Rus uçağının pilotunu vuran “ülkücü” militanın aniden yakalanarak tutuklanmasının da rastgele tutumlar olmadığı açıktır. “Marazi” tutumlardan vazgeçme ve kontrol edilebilecek bir alana yerleşme çabası görülüyor.
Sonuçta, 7 Haziran sonrasında AKP ve Ordu tarafından yürütülen darbe sürecine Erdoğan’ın emrivaki yaparak dayattığı kendi şahsi diktatörlük heveslerini geri çekmesi, dengenin eşit koşullarda yeniden kurulması gerekiyor.
Ancak, özellikle dikkat edilmesi gerekiyor ki, taraflar arasındaki sorun “diktatörlük” değil, onun Erdoğan tarafından şahsileştirilmesi ve bununla beraber AKP’ye özgü bir “İslami faşizm” biçiminin dayatılmasıdır. Yoksa kimsenin demokrasi diye bir sorunu yok!
Peki, bütün bu çok “rasyonel” geri adımlar size inandırıcı geliyor mu; taraflar size güven veriyor mu? Üstelik, her iki tarafında tam tersini yapmak için fırsat kolladığını düşünmüyor musunuz? Erdoğan’ın en büyük hayalinin “islami” bir ordu, sermayenin gerçek hedefinin ise Erdoğan pürüzünü ortadan kaldırarak nihayet iktidarın mutlak sahibi olmak olduğu açık değil mi?
Öte yandan, her iki güç kendi aralarındaki sorunları çözse de, AKP-Ordu ittifakının şimdiki kaotik sürecin aşılması yönünde bir çözüm gücü olarak başarılı olmasının garantisi yok. Özellikle Suriye ve Irak’taki son gelişmeler ve nihayet Kürt gerillalarıyla yaşanan savaşta henüz bir üstünlük kurulamaması, ittifakın ömrünün pek de uzun olmayabileceğini gösteriyor.
Renkli devrim mi?
İkinci ara çözüm ya da “melez” seçenek olarak ilkinin tam tersi yönde yürünür, epeydir konuşulan ve en son Rıza Sarraf’ın ABD tarafından yakalanmasıyla yeniden gündemin önüne yerleşen “renkli devrim” senaryosu hayata geçirilebilir.
Bu süreç, “solcu” görünümüyle ve “halk hareketi” biçimiyle, şimdi hareket halinde olan Kürtler ve diğer halk güçleri için “fareli köyün kavalcısı” rolünü oynayarak, onları peşine takabilir ve çıkmaz sokaklarda kaybolmaya ya da liberal bir bataklıkta çırpınarak boğulmaya sürükleyebilir.
Böylece, sistem çözümsüz kaldıkça kendisini sürdüren kaotik-gerici ortama tepki gösteren halkçı toplumsal güçlerin hareketiyle sistem dışında oluşmakta olan karşı iktidar alanının ağlarını genişletmesi engellenebilir.
“Renkli Devrim”, yüzüne taktığı “Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı özgürlük ve demokrasi” maskesiyle yürütülecek; mümkünse AKP bölünerek Gül-Arınç’ın önü açılacak ve içindeki “ulusalcı” kılçıkları temizleyen CHP ile ittifak kurularak, sistemin re-organizasyonu yapılacaktır.
Sonuçta, ABD’nin kontrolünde bir “Truva atı” olarak, bölgede “taşeronluk” yapan ve AB’nin çevre ülkesi konumuna yerleşen bir “uslu çocuk” olunacaktır.
İşte, ABD-AB’nin kimi karanlık odalarında bu sürecin farklı bir seçenek olarak planlandığı, şartlar oluşursa ve diğer seçenekler “çözüm” olamazsa deneneceği anlaşılıyor.
Ama, bu “planın” riski de, “ava giden avlanır” beylik sözünde gizleniyor.
Halk güçlerinin “fareli köyün kavalcısının” peşine takılarak “tuzağa düşmesinin” bir garantisi yok!
Zaten hareket halinde olan halk güçleri kendi bağımsız hedeflerine doğru yol alırken, oluşan bu ortamdan da faydalanıp güç kazanarak sürecin belirleyeni olabilir ve güçlü bir karşı iktidar alanını kalıcılaştırarak sisteme dayatabilir.
4- Sonuç
Kapitalist sistemin küresel ve yerel kriziyle bu coğrafyanın kadim geleneğinin ürünü olan Bizans ve Osmanlı artığı despotik devletin krizinin iç içe geçerek birbirini beslediği bir özel kaotik dönemin içinde yaşıyoruz.
Farklı sermaye fraksiyonları, oluşan ve gittikçe derinleşeceği anlaşılan kaotik ortamı sermayenin çıkarları yönünde aşabilmek için çabalasa da, hiçbir güç henüz bu hedefe ulaşamadı, kısa dönemde ulaşması da zor görünüyor.
Yazıda, farklı sermaye güçlerinin/fraksiyonlarının krizden çıkış arayışlarını belli biçimlerde toplayarak anlamaya-çözmeye çalıştım.
Ancak, kolaylaştırmak için benim dört farklı yönelimde topladığım bu arayışlar, gerçek yaşamda oldukça zengin biçimlerde melezleşerek ve yeni yönelimlere de kapılar açarak ilerliyor.
Ve aslında, sanırım herkes de farkındadır ki, herhangi bir arayış çözüm gücü olarak kesin egemenlik kurabilmiş değil. Bu yüzden de, bütün olasılıklar birden hareket halinde ve kendisini gerçekleştirmeye çalışıyor. Evet, vurguladığım gibi, halen süren 10 Ekim rejimi bu seçeneklerden birisini öne çıkarıyor, ama açık ki henüz kendisini bütünüyle gerçekleştirebilmiş değil ve evrilerek dönüşmeye ihtiyacı var.
O arada, sermaye açısından krizden çıkış için gerçek bir çözüm yaşanmasa da, zaman kazanılıyor. “Eh, bu da sermaye açısından bir çözüm” derseniz; öyle zamanlarda yaşıyoruz ki, kaotik ortam sürüp gittikçe daha karmaşık ve derin bir yapıya sürükleniyor ve sermaye düzeni açısından “risk” yükseliyor.
Şimdiki “çözümsüz” durum, aynı zamanda, AKP iktidarının bir biçimde sürmesi sonucunu yaratıyor.
İşte, ip üstünde cambazlık yaparak ya da güçlenip karmaşıklaşan gerginliklerle sürekli zorlanmanın doğurduğu ağır sancılarla sürüp giden bir iktidar!
Sürebilmek için sürekli terör uygulayan, yetmeyince artan oranda terör uygulayan, günümüzde şehirleri tanklarla ve toplarla bombalamak zorunda kalan bir iktidar!
Siyasal düzlemde her türlü yasanın giderek geçersizleşmesinin; toplumsal düzlemde ise, bir yandan artan korku ve panik halinin öte yandan en temel değer yargılarının bile yitirilmesinin doğurduğu bir bataklığın içinde çırpınma!
Krizin küresel ve bölgesel krizlerde kök salan derinliğinin, fiilen anayasasız bir devletin kriziyle bütünleşmesiyle oluşan çok yönlü karmaşanın, çözüm arayışlarının bir sonuca ulaşamamasını belirlediği açık değil mi? Yani, mevcut tıkanmayı, sadece çözüm peşindeki sermaye güçlerinin beceriksizlikleriyle izah edemeyiz.
Bu tıkanmadan çıkış, ancak sermaye düzeninde “topyekun bir reformla” gerçekleşebilir. Öcalan, “çözüm sürecinde” işte tam da bu noktadan hareket ediyor, “düşmanlarının” acil ve belirleyici ihtiyaçlarını “yem” olarak kullanarak yol almak istiyordu.
Ancak, böylesi bir “demokratik” dönüşüme, en azından şimdilik, ne Bizans-Osmanlı artığı despotik devletin tarihsel dokusu ve refleksleri izin veriyor; ne de “devlet fideliklerinde el bebek gül bebek” beslenerek “yetiştirilen” bedavacı ve kişiliksiz yerli sermaye/finans-kapital böylesi zorlu politik manevraları yapabilecek kapasiteye sahip!
Üstelik, kapitalizmin küresel krizi koşullarında, işçi sınıfının mücadelesiyle demokratik bir yapı kazanmış olan metropol ülkelerde bile, demokrasinin sınırlarının sürekli daraltıldığı ve hatta gerici-faşist siyasetlerin inisiyatifinin arttığı bir küresel ortamda, Türkiye egemenlerinin yüzeysel düzeyde olsun “demokratik” refleks geliştirmesi “deveye hendek atlatmaktan” çok daha zor!
Tam tersine, faşist bir “İslami” toplumsal ve siyasal ortam, sermaye güçlerine günümüzün kaotik ortamından çıkış için uygun gelebilir. Onlar, yapıları gereği, demokrasiye değil gericiliğe ve diktatörlüğe eğilimlidirler; o uç noktadan merkeze ya da demokrasiye doğru adım atmak için hiçbir yapısal yönelime sahip değiller.
Ancak halk güçlerinin yoğunlaşmış ve zafere yaklaşmış gücüdür ki, yarattığı tümüyle kaybetme korkusuyla sermayeyi baskılayıp inisiyatifini daraltarak ve ona demokrasiyi dayatarak “sistem içi” demokratik bir dengeyi/dönüşümü sağlayabilir. Elbette, o noktaya kadar ilerleyebilmiş halk güçleri, “sistem dışına” çıkmaya istekli olacak ve toplumun içinde bir kanser hücresi gibi konumlanan sermayeyi tümden söküp atmak isteyecektir.
İşte, ne kadar çırpınsalar da, kendi krizlerinden çıkabilmeleri oldukça zor görünüyor.
Şimdi sürüp giden çok yönlü karmaşanın, farklı olasılıkların kimi zaman öne çıktığı ve gel-gitlerin yaşandığı koşullarda devam etmesi en akla yakın “gelecek senaryosu” olabilir. Ama, mevcut şartlarda, o “devam etmenin” de uzun süremeyeceği görülüyor. İşleri oldukça zor ve elbette “kolay gelsin” demiyorum!
Öte yandan, bu yazıda sadece sermayenin yönelimlerinden bahsetmiş olsak da, gerçek yaşamda sermaye karşıtı farklı halkçı güçlerin krizden farklı yönlere dağılmış çıkış arayışları da sürüp gidiyor.
Kürt halkının, işçi sınıfının, kadınların, Alevilerin, gençlerin, doğa savunucularının, savaş karşıtlarının, farklı etnik ve inanç toplumsallıkların ve diğer toplumsal güçlerin, kendilerini despotik devletin baskısından kurtarma ve özgürleşme, sermayeden koparıp alacakları demokratik ve sosyal haklarla yaşamlarını zenginleştirip rahat edebilecekleri hayat koşullarına kavuşma arayışları sürüyor.
Bu demokratik ve halkçı arayışların sürmesi, sermaye güçlerinin çakallara özgü rekabetçi, yırtıcı ve yıkıcı yapısallıklarından tümüyle farklı olarak, ortak ihtiyaçlardan oluşan özgürlükçü ve demokratik bir toplumsal zemini kendiliğinden/fiilen yaratıp güçlendiriyor.
Bu fiili durumun kavranarak bilinçli bir ortaklaşmaya dönüştürülmesi, şimdi kendiliğinden oluşup filiz vermeye çalışan halkın karşı iktidar alanının derinleşmesini ve açılıp saçılmasını sağlayacak, açmazdaki sermaye düzeninin sahici bir toplumsal seçeneğini oluşturacaktır.
Şayet sermaye güçleri kendi krizlerine bir çözüm üretemezlerse, halkçı bir direnişler ağıyla sarılacaklar. O direnişçi ağlar farklı toplumsal alanlara açıldıkça, derinleştikçe ve ortaklaşabildikleri oranda, sermaye sisteminden farklı ve ayrı bir karşı iktidar alanına dönüşerek “kendisi olma” ve kendisini sermaye sistemine dayatma imkanını yakalayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.