Sorup işin sebebini öğrenmek istemiyorlar belli ki…
Gazeteciliğin en önemli argümanlarından biri yani doğru soruyu doğru kişiye sormak havuz medyasındaki hiçbir “gazetecinin” aklına gelmiyor. Sorup işin sebebini öğrenmek istemiyorlar belli ki
Türkiye’de basın özgürlüğü üzerine konuşmak çok anlamsız olabiliyor. Geçmişten bugüne bakınca iktidar-medya-sermaye ilişkisinde bu “işin” ne kadar yozlaştığını görebiliyoruz.
Gazeteci kimliği üzerinden yapılacak tartışmada ülke olarak önümüzde “şahane” örnekler var. Abdi İpekçi’den Cem Küçük’e evrilen bir gazeteci yelpazemiz mevcut mesela. Tam da bu noktada gazeteci kimdir, kime denir, soruları zihnimi kurcalıyor. Herkes aynı dertte olsun diye de ayrıca dertleniyorum. “Tetikçi, muhbir, maşa, bavul gazetecisi, görev ‘adamı’” çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar. Bu terimler üzerinden kavramsallaştırılmaya çalışılan bir gazetecilik pratiğinden bahsediyoruz.
İçi boşaltılmış, bağlamından koparılmış bir kavram oluşturulacaksa onu en iyi “Türkiye medyası” yapar. Herkes her konuda ahkam kesmeye, kılıf biçmeye hazır. “Bu mu gazetecilik?” dersinden başlayıp her konuda “en iyisini biz biliriz”e varan bir acımasız hocaya dönüşüyor bir anda herkes. Gazeteciliği sizden öğrenecek değiliz lafları da edildi mi bilmiyorum. Kaçırmış olabilirim. Edilmediyse de yakındır.
Başımıza gelen her felaketten sonra CSI’ı geride bırakacak derecede muhteşem bir araştırmacı gazetecilik örneği sergileyen medyamız manşetlerden suçu, suçluyu, olay sürecini, tüm iç-dış bağlantıları alabildiğine net bir şekilde ortaya koyuyor. Tahir Elçi suikastinden sonra sahaya inen medya, özellikle havuz medyası, olay yeri incelemesini tamamlayıp, tüm muhataplarla görüşüp tarihsel bağlamını da kurarak suçluyu şak diye buldu. İstihbaratın yapamadığını hemen yaptılar yani.
İnsanın aklına “İlk elden devleti suçlayanlar katillerin kendileridir” açıklamalarını yapanlar geliyor. Şu soru kaçınılmaz oluyor haliyle: “İlk elden suçluyu tespit edenler bilgiyi nerden alıyor, nasıl bu kadar net veriyi elde ediyor?” Tabii burada resmi kaynakların yaptığı açıklamaları “amentü” gibi kabul eden bir anlayış varsa diyecek bir şey yok ya da anlamsız. Resmi açıklamaları “kesin bilgi elimize ulaştı” diye sunan gazetecilik pratiğinin yürüdüğü bir ortamda bilginin doğrulanmasının hiçbir manası kalmıyor tabii.
Gazeteciliğin en vurucu noktasının “olanı ortaya döküp kamuyu aydınlatma” olduğu varsayımıyla en azından tartışılmaya izin verilecek bilgilerin paylaşılmasını öncelemek gibi bir görevi vardır. Bunun hedef gösterme, zanlıyı suçlu ilan etme biçiminde sunulması olarak ortaya konulmaması gerek. Nitekim gazeteci kılığıyla her olaydan sonra istediği her insanı hedef gösteren bunu “hedef göstermiyorum, ifşa ediyorum” gibi yozlaşmış gazetecilik kamuflajına büründürenlerin nasıl varlık gösterdiklerini görebiliyoruz. Şahısların elimine edilmesi üzerinden yapıldığı “varsayılan haberciliğin” gazetecilik değil “muhbirlik” olduğu bilinmelidir.
Gazetecilik özellikle uzun sureli çatışmaların yaşandığı, etnik mücadelelerin görüldüğü topraklarda daha özenle gerçekleştirilmesi gereken hayati bir meseledir. Çünkü tarihsel bağlamından koparılarak sunulan her olayın kamuoyunda tek suçlusu varmış gibi görünmesi kaçınılmaz olur. Günü kurtaracak ve düşman yaratacak hatta bunu derinleştirecek tarzda haber yapma kaygısı ancak “savaş gazeteciliği” kapsamına girer.
Daha birkaç gün önce Diyarbakır Sur ilçesinde saldırıya uğrayıp yakılan tarihi Kurşunlu Camii haberlerine bakınca kimin ne amaçla manşet attığı ortaya çıkıyor. Düşmanı belirginleştirme, toplumsal nefreti artırma ve yapılması planlanan saldırı ve katliamların zeminini hazırlama öncelikli hedeflerdir. Ortada yakılmış, tarihi önemi olan bir yapı var, çatışmaların ne kadar süre önce başladığı, neden şehir içine taşındığı, ülkenin en derin yarasının nasıl hala kanadığı hakkında hiçbir çıkarım yapmadan tek bir olay üzerinden mizansen oluşturularak nefret haberciliği yapılıyor.
Türkiye’de en “çapsız” olaydan tutun da en derinine kadar bazı suçların suçluları hemen herkesçe biliniyor. Sanki o suç malum çevreye müsemma olmuş gibi. Yakıştırılmak isteniyor. Eğer hırsızlık yapmıyorsanız, onun suçlusu tuzağa düşüyor çünkü, diğer suçların müsebbibi önceden belli. Dosyaları bile hazır belki. Nerden bilebiliriz?
Anlayacağımız şu ki; yukarıda örnekleriyle de gördüğümüz gazetecilik türü ateşi söndürmeye dönük, çözüme yol açabilecek bir gazetecilik türü değil. Sadece yok etmeye, savaşı derinleştirmeye yönelik bir savaş gazeteciliği. Bunu yine son zamanlarda gündeme gelen ‘hendek’ tartışmalarından da çıkarabiliriz.
Havuz medyasının hendeklerin neden var olduğu ile ilgili “ufuk açan” gazeteciliği akıl tutulmasının sonucu sanırım. Yüzlerce haber ve yorum içinde “Bu hendekler neden açıldı, kim evinin önünü kazar ki?” basitliğinde sorular bile sorulmadı. Göremedik. Kimse merak etmiyor. Hendekleri kazanlarla kimse gidip konuşmuyor. Sorulmuyor hiçbir şey. Gazeteciliğin en önemli argümanlarından biri yani doğru soruyu doğru kişiye sormak havuz medyasındaki hiçbir “gazetecinin” aklına gelmiyor. Sorup işin sebebini öğrenmek istemiyorlar belli ki. Nedenlerine inip çözümü bulabileceklerinden olabildiğince çekiniyorlar. Çünkü istemiyorlar. İstiyorlar ki mevcut durum devam etsin. Orda insanlar da ölse, tarih de yok olsa çok da umurlarında değil. Yarınki manşetin hazzını ertelemek veya kaçırmak istemiyorlar. Muhabir gibi davranıp sahaya inmiyorlar. Tek ajansın fotoğraflarıyla, tek kanaldan genelden verilerle hareket etmek işlerine geliyor. Böyle yapınca, yönlendirildikleri çok açık şekilde belli oluyor. Bunun farkındalar mı acaba? Gerçi ne kadar naif bir çıkarım da diyebilirsiniz buna ama umut işte.
Hendeklerin arkasına bırakın bakmayı, bu çatışmayı, savaşı tarihsel bağlamıyla birlikte analiz edip ortaya elle tutulur bir araştırma koyamıyorlar. Tek bir fotoğraf karesiyle zihinlerindeki düşmanı daha fazla düşmanlaştırıp, toplumu nefretle doldurmak istiyorlar.
Hendek meselesine de kısaca değinmek gerekirse.
Hendek kazmak bir savunma sistemidir ve insanlar kendi topraklarını korumak için bu savunma sistemini kullanırlar. Kendi evinin önünde, yani çocukluğunun geçtiği, oynadığı, gezdiği mahallede yapar bunu. O yüzden zordur kendi sokağını kazmak, harap etmek. Bunun bir psikolojisi, sosyolojisi vardır mutlaka. Hayata bakışı, gelecek kaygısı vardır. Kimse evinden çıkınca büyük bir çukurla karşılaşmak istemez. Bunun belli ki derin sebepleri var. İşte bunların ortaya konması gerekirdi. Gidip konuşmak gerekirdi. Bir gazeteci gibi, bir akademisyen gibi gitmek gerekirdi. Ama iki gruptan da yoksunuz maalesef. Etiketlerin ülkesinde yaşıyoruz.
Savaş medyası olayın arka planına bakmaktan çoktan vazgeçti. Bazı şeyleri yerinde öğrenmek istememeleri gerçeklerle yüzleşme cesaretinden yoksun olmalarından kaynaklanıyor.
Hem gazeteciliği gün geçtikçe değersizleştiren hem de toplumsal ayrışmayı derinleştiren ve bir halkın taleplerini anlamaktan da uzak olan bir medya mahallesinin sakinleri hendeklerin içine çoktan düştü aslında.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.