Mevcut tabloya bakılırsa olayın gün geçtikçe mevzi kaybeden Holivud’un tezgâhı olma ihtimali de hiç düşük değil Geçen hafta Chomsky ve Herman’ın propaganda modeli üzerinden antikomünist filtrenin tekrar ideolojik beyin yıkama mekanizmasına giriyor olduğunu tartışmıştım. Bunu da birkaç örnekle kapitalizmin kriz halinde oluşuna ve artan radikal hareketlerle dayandırmıştım. Şimdi de güncel bir konu üzerinden bu kırılmayı […]
Mevcut tabloya bakılırsa olayın gün geçtikçe mevzi kaybeden Holivud’un tezgâhı olma ihtimali de hiç düşük değil
Geçen hafta Chomsky ve Herman’ın propaganda modeli üzerinden antikomünist filtrenin tekrar ideolojik beyin yıkama mekanizmasına giriyor olduğunu tartışmıştım. Bunu da birkaç örnekle kapitalizmin kriz halinde oluşuna ve artan radikal hareketlerle dayandırmıştım. Şimdi de güncel bir konu üzerinden bu kırılmayı biraz daha açalım.
Noel günü malum ortamlara düşen Seth Rogen’ın The Interview filmini ele alalım mesela. Başta geyik bir komedi gibi geliyor, hatta ilk yarısı eğlenceli bile sayılır. Elemanlarımız Kuzey Kore’ye gittiğinde her şey gayet güzel, insanlar mutlu, her şeyden bolca var, etraf tertemiz ve düzenli; yani bir an bu nasıl anti-komünist propaganda filmi diye düşünüyoruz. Derken filmin ikinci yarısında, güzel olan her şeyin aslında sahte olduğu anlaşılıyor. Saçma sapan aksiyon sahnelerini takiben Kuzey Kore hükümeti çöküyor ve Amerika Kuzey Kore’ye de demokrasi getirmiş oluyor. Film, Scorpions grubunun SSCB’nin çözülüşünü ve komünizmden kapitalizme değişen rüzgârın anlatıldığı Wind of Change şarkısıyla da sona eriyor. Hikâyede herhangi bir incelik yok, kör gözüne parmak. Kim Jong-Un münzevi, baskıcı, terörist, kendi insanlarını aç bırakan, işkenceci bir diktatör olarak tasvir ediliyor filmde. Hatta haber bültenlerinde Bin Ladin ve Hitler ile benzeştiriliyor. Ama tekrar düşününce kim kiminle dalga geçiyor karışıyor aslında (tıpkı Borat filminde olduğu gibi). Yani çok ortalama Amerikalının hoşuna gidebilir fakat bir aşamadan sonra bazı filmler aslında Kuzey Kore’nin, Küba’nın, Sovyetler Birliği’nin, Doğu Almanya’nın ya da Kazakistan’ın hakikatten bu saçma sapan filmlerde anlatıldığı gibi olduğuna inanan Amerikalılarla dalga geçiyor olarak da okunabilir. (Bu arada, Amerikan propaganda filmleri parodisi olan Fransız yapımı Mr. Freedom filmini de önermiş olayım. Zamanının ötesinde ve absürt bir anti-propaganda filmidir.)
SONY’ye yapılan sözde siber saldırının ardından filmin gösterimi güvenlik gerekçesiyle iptal edildi. Amerika ayağa kalktı; sonuçta burası cesurun toprağı, “özgür”ün memleketi. Bütün gazetelerde, haber programlarında talk show’larda ana konu olarak bu film ve SONY’nin kararı tartışıldı. Tabii herkes filmin ya vizyona girmesini, girmese bile internetten yayımlanmasını istiyordu. Halk resmen galeyana geldi. Normalde izlemeyecekleri bir filmin vizyona girmemesini özgür Amerika’ya bir hakaret olarak aldıklarından kıyameti kopardılar. Film, Amerikan medyasında, CIA’in işkence skandalından daha fazla sütun ve satır aldı. Bu arada Kuzey Kore siber saldırıyı üstlenmedi, yani saldırının resmen kim tarafından yapıldığı muallâk, ama olağan şüpheli Kuzey Kore ilan edildi. Olurdu olmazdı derken film Noel günü hem internete verildi hem de vizyona girdi. Bütün sinema salonları hunharca bir özgürlükle dolduruldu. iPhone kuyrukları gibi özgür kuyruklar oluştu. Hafta sonu biletleri bile özgürce tükendi. Herkesin özgürlükten çatladığı ilk günde film 1 milyon dolarlık gişeyle zirve yaptı. Tablo bu. Herkes kendi çıkarımını yapabilir. Kuzey Kore bu saldırıyı yaptıysa da helal olsun, ellerinden öperim, haklarıdır. Eğer Kuzey Kore film vizyona girmesin diye bir gözdağı vermişse, şimdi film vizyona girdiğine göre artık nükleer savaşı bir an evvel başlatması lazım. Ama mevcut tabloya bakılırsa olayın gün geçtikçe mevzi kaybeden Holivud’un tezgâhı olma ihtimali de hiç düşük değil.
Ben 20 yıldır Holivud’un Kuzey Kore’yle ilgili büyük bütçeli gişe bombası bir propaganda filmi yaptığını hatırlamıyorum. Çünkü, Chomsky’nin de anlattığı gibi, gerek yoktu. Rambo III ve Rocky IV gibi filmler soğuk savaş zamanında kaldı. Günümüzde 24, Kara Şahin Düştü, Argo, Hurt Locker vs. gibi daha ziyade militarist, vatansever ve İslami terör karşıtı film ve diziler çekiliyordu, yine Chomsky’nin öngördüğü gibi. Fakat sistemin, 20 yıldır üvey evlat muamelesi gören komünizm tehdidine karşı tüm medya organlarındaki editöryel filtreyi arttırma zamanının artık geldiğini anlıyoruz.
Buradaki diğer bir faktör son zamanlarda, sistemdeki boşluktan faydalanarak, çekilen Snowpiercer, Elysium, The Purge serisi, Hunger Games serisi, In Time, District 9, Now You See Me, Never Let Me Go vs. gibi kapitalizmi yerden yere vuran ve Marksist sınıf mücadelesini ön plana çıkaran filmlerin sayısının giderek artması. Aslında sadece sayıları artmıyor aynı zamanda radikal tonları da artıyor. İşin “kötüsü” bu tip devrim, direniş ve mücadele filmleri halk nezdinde epey karşılık da buluyor çünkü milletin burasına geldi artık. Ezilen halklar zaten kendi mücadelelerini sokaklarda veriyor yıllardır; iki saat vakit öldürecekleri zaman da benzer tondaki eğlencelere yöneliyorlar.
Mesela bir diğer ilginç araştırmada ise 1890 yılından bu yana her 10 yılın en popüler Billboard şarkılarında en çok kullanılan 5 kelimeye bakılmış. Buna göre eskiden breathe (nefes almak), love (aşk), woman (kadın), disco (disko), rose (gül), you (sen) vs. gibi güzel kelimeler sıklıkla kullanılırken 2010’lu yıllarda en çok kullanılan 5 kelime we (biz), hell (cehennem), yeah (evet), fuck (lanet) ve die (öl, ölmek) olmuş. Ortada çok açık bir şablon var. Sistem bu kadar sarpa sarmışken gençlerin şarkılarında çiçekten böcekten bahsetmesi beklenmezdi.
Yani beyin yıkama kurumlarından sıyrılmayı becerebilmiş, bir nevi üretim hatası olan insanlar, sistemin 20 yıllık tembelliğinden faydalanmaya kalkıyor ve kendilerine verilmiş olan oyun alanının sınırlarını zorluyorlar. Bir anda fazla zorladığın zaman, ya yumruk tepene iner ya da girişilen sistemik dönüşüm mücadelesi, sonucu belli olmayan riskli bir çatışmaya evrilir. Ama sistemi deviremediğin koşullar altında, yavaş yavaş ve çaktırmadan bu sınırları genişletirsen sistemi sıkıştırmaya başlarsın. Uzun vadede makul olduğu ya da olmadığı tartışılır ama öyle ya da böyle bir yöntemdir.
1968 protestolarının üzerine sistemin ideologları, süregelen kitlesel huzursuzluğa ve protestolara karşı pozitif, yapıcı ve kooperatif bir çözüm üretmek yerine “gençlerin endoktrinasyonunu sağlamakla yükümlü kurumlar (kilise, okul ve medya) görevlerini yerine getirmediler” gibi bir noktada hemfikir olmuşlardı. Yani onlara göre mevcut sistem, bireylerin beyinlerini yeteri kadar efektif bir şekilde yıkayamamıştı. Burjuva propagandasındaki boşluklardan sızan Marksist, sosyalist ve savaş karşıtı söylemler sayesinde perdenin arkasında olan biteni görmeye başlayan gençler sisteme karşı ayaklanmıştı. Çare ise bu sızıntılara yönelik negatif bir filtre geliştirmekti. O zaman sistemi 1968 olaylarına götüren hata son 20 yılda yine yapıldı. Tabii 1) bu sefer hakikatten tarihin sonuna gelindiğine, kapitalizmin pürüzsüz bir şekilde kıyamete kadar dünyayı geliştirerek götürüleceğine inanan insanlar ve ideologlar vardı, ve 2) muhalefet demokratik taleplerini ilerletti ve sistemi sıkıştırarak birtakım kazanımlar elde edebildi.
Baktığımız zaman, son 20 yılda kapitalizmin rehavete kapılmasının da etkisiyle alttan alta zaten var olan kitlesel huzursuzluk ve sıkışmışlık hissinin su yüzeyine çıktığını gözlemleyebiliyoruz. Şunu da görmeliyiz ki sistem vaatlerini gerçekleştiremediği her 10 yıl umut tacirliğini sürdürmekte daha fazla zorlanıyor ve statükoyu korumak için kullanılan propaganda mekanizması giderek daha az etkin hale geliyor. İşte bu noktada ultra ‘demokratik’ olduğu iddia edilen burjuva düzeni otoriterleşiyor ve polis kuvvetlerini daha fazla kullanmak zorunda kalıyor. Son 3-5 senede bunu en iyi yaşayan halklardanız biz. Fakat bu durum, yani insanların kendi rızaları ile sisteme tabi olmaları yerine polis zoruyla boyun eğdirilmeleri, sistemin meşruiyetini zedeliyor. Sistemin meşruiyeti azaldıkça insanlar daha fazla politize oluyor. Politizasyon arttıkça sistem daha da fazla şiddet kullanmak zorunda kalıyor. Ve böylece artarak artan (exponansiyel) bir hızda sistemi duvara doğru toslatacak bir dinamik oluşuyor. Son yıllarda neredeyse tüm dünyada bu spirali çok net gözlemliyoruz.
Geçen yazıda ve burada tartıştığım sıkıntılar hem materyal hem ideolojik. İşin ekonomik boyutu zaten ortada, ideolojik referansları takip etmek biraz daha alengirli olabilir. Hatırlarsanız, Galatasaray’ın 4 sene üst üste şampiyon olduğu ve UEFA Kupası’na uzanan başarılı yıllarında Fenerbahçe yöneticisi Ömer Çavuşoğlu çok popülerdi, her hafta çıkar Galatasaray’a en seviyesiz laflarla giydirir dururdu. Hatta Galatasaray bayrağını yırtarak kolunu geçirdiği malum fotoğraf yine o yıllara denk gelir. Çavuşoğlu aslında aklıselim sahibi biridir. Nitekim, yıllar sonra “Valla ne yapalım, Galatasaray o zamanlar hem içerde hem dışarıda çok başarılıydı, farkı açıyordu ve popülerliği giderek artıyordu. Hal böyleyken birilerinin çıkıp devamlı ‘en büyük Fenerbahçe, Galatasaray tu kaka’ diye ileri geri konuşup durumu kurtarması gerekiyordu, bunu yapmak da o dönem bize düştü” gibi bir açıklamada bulunmuştu. Yani durup dururken, işler yolundayken kimse karşı tarafı karalama ya da kendini yüceltme gereksinimi duymaz. Ne zaman ki anti-komünist propaganda artıyor o zaman kapitalist sistem sıkışmaya başlamış demektir. Tabii böylesi sistemik kriz zamanlarında baskıcı rejime karşı örgütlü mücadeleyi genişletmek ve herhangi bir medya devine bağlı olmayan alternatif medya kanallarını daha etkin kullanmak son derece önemli. Bu açıdan, sendika.org ve benzeri medya kanallarını her türlü desteklemeye devam etmeliyiz.
La lucha continua.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.