Rojava’da yaşananlar, “ Çözüm sürecinin” görünmeyen-gösterilmeyen arka yüzünü, sürecin aktörlerinin uzlaşma ya da barış yapılması bu haliyle imkansız olan gerçek amaçlarını gösteriyor. Amaca doğru atılan adımlar, bir yönüyle İmralı’da kurulan diplomasi masasında atılıyor ve son yasa teklifiyle bu görüşmeler bir yasal statüye kavuşturuldu. Ancak, masanın tarafları Rojava’da silahlarla savaşıyorlar. Dolayısıyla, “Çözüm” artık fiilen bölgesel bir […]
Rojava’da yaşananlar, “ Çözüm sürecinin” görünmeyen-gösterilmeyen arka yüzünü, sürecin aktörlerinin uzlaşma ya da barış yapılması bu haliyle imkansız olan gerçek amaçlarını gösteriyor.
Amaca doğru atılan adımlar, bir yönüyle İmralı’da kurulan diplomasi masasında atılıyor ve son yasa teklifiyle bu görüşmeler bir yasal statüye kavuşturuldu. Ancak, masanın tarafları Rojava’da silahlarla savaşıyorlar. Dolayısıyla, “Çözüm” artık fiilen bölgesel bir zemine oturmuş durumda.
Öte yandan, IŞİD’in Musul’u “ele geçirmesi” ve sonrasında Kerkük’ün fiilen Kürdistan topraklarına dahil edilmesinin, bu haliyle ortaya çıkardığı “sonu olmayan bir bölgesel savaş” olasılığı, “Çözüm sürecini” fiilen bölgeyle ilgilenen bütün küresel güçlerin ilgi alanı içine sürükledi. “Çözüm”, sadece bölgesel değil, aynı zamanda küresel bir zemine de yerleşti.
İşte, ülke sınırlarından taşarak bölgesel ve küresel zeminlere doğru bu iki yönlü fiili genişleme, “çözümün” bir “an” değil “süreç” olarak kavranması gerektiğini bir kez daha gösterdi.
Sadece bu da değil, aynı zamanda, “çözüm sürecinin”, öyle basit bir “barışma” olmanın çok ötesinde ve hatta tam tersine, Kürt Özgürlük Hareketiyle (KÖH) Türkiye Cumhuriyeti (TC) arasındaki sürüp gelen savaşın biçimlerinden biri olduğu da bir kez daha ortaya çıktı.
Ortaya çıkan bir gerçek de, bütün halklar gibi Kürtlerin de içinde farklı sınıfları ve çıkarları barındırdığı gerçekliği oldu. Barzani ve Türkiye’deki taraftarları, TC ile aynı saflara doğru savruluyorlar. Bu da, AKP’nin süreçte en çok hedeflediği sonuç, değil mi? KÖH içindeki burjuva güçlerin de, benzer girişimlerini daha açık ve cesur biçimde yapmaya başladıklarını saptayabiliriz.
Özellikle Rojava’da yoğunlaşarak ve söyledikleri değil de yaptıkları üzerinden “çözüm sürecinin” taraflarının gerçek amaçlarını anlamaya çalışalım.
AKP/TC ne istiyor?
Rojava’da, savaşın şimdi yoğunlaştığı kanton olan Kobane şayet IŞİD tarafından düşürülürse, KÖH güç ve moral kaybına uğrayacaktır.
Bu hedefe ulaşabilmek için, Musul’da kendisi açısından muazzam bir hamle yapan IŞİD, henüz Irak’taki operasyonunu bile bitirmeden, “arkasındaki” güçler tarafından hızla Rojava’ya yönlendirildi. Irak ordusunun bırakıp çekildiği ağır Amerikan silahlarıyla Kürt halkına saldırıyorlar.
Aynı hedef doğrultusunda, Barzani, Rojava sınırını kapatmıştı ve halen bu ihanetini sürdürüyor.
Barzani, ağır saldırı altında acil ihtiyaçlarını bile karşılayamayarak güçsüzleşen ve IŞİD’e yenilen bir Kürt toplumu yaratıp, kendisine biat edilmesini sağlamaya çalışıyor. Bu yönelim, açıkça sınıfsaldır ve Rojava’da güç kazanan emekçi-halkçı ve demokratik bir toplum gerçekliğini henüz doğum halindeyken boğmak isteyen Kürt burjuvazisinin kendi sınıfsal çıkarlarına bağlılığını gösteriyor. Kürtlük, egemen olmanın bir aracından başkası değil, Barzani’nin gözünde.
Son olarak, TC de, kendi topraklarını IŞİD’in lojistik ikmal alanı/cephe gerisi yaparak, Rojava’nın çözülmesine destek oluyor. Sınır geçişi sağlanarak, hastalar tedavi edilerek ve kurmay desteği verilerek, IŞİD’in işi kolaylaştırılıyor.
Rojava yenilirse ve böylece emekçi-halkçı seçenek çözülüp irade olamazsa, Barzani’nin önü açılacak ve bölge/Rojava onun egemenlik alanına katılacaktır. Güney’de/Irak Kürdistan’ında Musul işgaliyle zaten önü açılan ve Kerkük’e girerek güç gösterisinde bulunan Barzani, Kerkük ve Rojava’yı da kapsayan genişlemiş bir Kürdistan’ın tek egemeni olacaktır.
Neredeyse günlük tempoda yürüyen TC-Barzani ilişkilenmesi, sürecin birlikte yürütüldüğünü açıkça gösteriyor.
Hedef açıktır: sınırlar var olsa da ve Barzani kendi bölgesinin egemeni olmaya devam etse de, TC hegemonyası altında geniş bir bölge oluşacak ve petrol-doğalgaz sorununu çözen Türkiye kapitalizmi küresel güç dengelerinin daha üst basamaklarını zorlayacak.
Hatta, TC açısından, bugün IŞİD tarafından sınırları fiilen çizilen bir Irak-Sünni bölgesinin de, TC-Barzani eksenine eklenerek, TC’nin hegemonyasında özel bir Türk-Kürt-Arap/Sünni coğrafyası yaratılıp bölgeye dayatılması da gündemde. Ankara’da TC himayesinde konumlanan Sünni Arapların liderlerinden Tarık Haşimi’nin, IŞİD’in Musul hamlesini desteklemesi, elbette rastgele bir tutum değil.
Rojava’da yenilen KÖH ise, “Çözüm süreci” görüşmelerinde zayıf bir konuma sürüklenecek, Kandil’e sıkışacak ve marjinalize edilecek. Hatta, şayet bir fırsat bulunursa, bir zamanlar konuşulan “Sri Lanka” modeli bir toplu katliamla, Kandil ve ona bağlı emekçi-halkçı iradenin parçalanıp tarihin “yenilen ezilenler ayaklanmaları” arasına itilmesi sağlanacaktır.
Öte yandan, sorun basit bir Erdoğan saldırganlığına da indirgenemez. Onu yönlendiren, bölgesel pazarları ele geçirmek ve enerji sorununu çözmek isteyen Türkiye kapitalizminin gelişme dinamikleridir. Bölgesel hegemonya, Türkiye kapitalizminin acil ihtiyacı.
Hesaplar doğru mu?
Hesaplar böyle de, eğer bu hedeflere doğru yürünürse, ki apaçık görülüyor ki yürünüyor, “Dimyad’a pirince gidenin evdeki bulgurdan olma” ihtimali de oldukça yüksek.
İşte, kaçınılmaz bir bölgesel hegemonya girişimi sürekli yol alıyor, ama bir dizi direnç ve sürtünme olgusu oldukça güçlü engeller olarak yolun her aşamasında konumlanmış durumda. Erdoğan önderliğindeki TC’nin şimdiye kadar ki bölge pratiği düşünülürse, başarılı olma şansı düşük.
En başta, Irak’ın parçalanmasının, başta İran, bütün bölge güçlerini doğrudan savaş alanına çekerek, hangi gücün ne kadar pay alacağı üzerinden uzun sürecek bir savaşın ve aslında yüz binlerce bölge insanını yutacak bir bataklığın önünü açacağını görebiliriz.
O bölgesel güçlerin arkasında durarak ya da sıkışınca doğrudan savaş alanına çıkarak, küresel güçlerin de doğrudan devrede olacağını ve “parçalanma ve paylaşma” sürecinden “aslan payını” almak isteyecekleri de açıktır.
Bir dizi çakalın paylaşım savaşında bölge halklarının kanı kullanılacak, ve o savaşa meşruluk sağlayabilmek için etnik ve inanç farklılıkları kullanılacaktır.
Böylesine yaygın, güçlü ve karmaşık bir bölgesel savaşın Türkiye topraklarına sıçramazlık edemeyeceğini ve hatta bir olası dünya savaşını bile tetikleyebileceğini belirtmeliyiz.
Sonuç olarak, başlıktaki soruyu cevaplayacak olursak, hem sermaye/sistem hem de KÖH ve sistem karşıtı tüm güçler açısından, Rojava, artık başka bir ülkede değil, buradadır.
“Burası” neresi diye sorulacak olursa; kestirme cevaplar yerine, üstünde hep beraber düşünmekte fayda var. Ayaklarımızı basmaya alışageldiğimiz politik zemin ve coğrafya değişiyor, boşluğa düşerek yok olup gitmek istemiyorsak, yoğun konsantrasyona acil ihtiyacımız var.
“Çözüm süreci”, KÖH ve Rojava
Cemil Bayık’ın da işaret ettiği gibi, bugün Kobane ve aslında tüm Rojava, bir yeni “Amed zindanı” gerçekliğiyle zorlanıyor. Dört yanı kuşatılmış ve yoğun ateş altında ve üstelik Barzani tarafından her türlü lojistik destek kanalları da tıkanarak çözülmeye zorlanıyorlar.
Rojava, IŞİD’le yorulup güçten düşürülerek Barzani’ye teslim edilecek, Barzani ile TC hegemonyasında kurulacak ekseninin etki alanı KÖH içindeki burjuva güçleri de kapsayarak emekçi-halkçı önderlik tasfiye edilmeye, şayet bu başarılamazsa hareket bölünerek marjinalize edilmeye çalışılacaktır.
Evet, Erdoğan’ın “Çözüm süreci” böyle çalışıyor.
Sürecin belli aşamalarında verilen kimi kırıntı tavizlerle, KÖH’ün askeri ve politik gücünün olası Rojava hamlesi bloke edilecek, Rojava boğulduktan sonra, “çözüm masasına” artık kolaylıkla tasfiye süreci dayatılacaktır.
KÖH neler yapıyor?
KÖH ise, bir yandan “Çözüm sürecinin” yarattığı imkanları değerlendirirken, Rojava konusunda seferberlik ilan etti. Henüz açık bir silahlı destek verilmese de, kitlesel gösterilerle emekçi-halkçı dinamiğin işlemesi, güç kazanması ve alan tutması sağlanmaya çalışılıyor.
Bayık, aynı demecinde, KÖH’ün zaten böyle var olup geliştiğini, Amed zindan direnişinin hareketin dokularında olduğunu, sürekli olarak zorlukları aşarak kendilerini inşa ettiklerini vurguluyor. Gene aynı alandan gelen demeçlerde, gerek “çözüm sürecinde” gerekse Rojava’nın inşasında, şimdi geriye çekilen Devrimci Halk Savaşının (DHS) kurucu rolü öne çıkartılıyor ve yeniden başlama kapasitesine de sahip olunduğu belirtiliyor.
Rojava’da YPG’nin askeri ve PYD’nin politik öncülüğünde yeni inşa edilen kantonal sistem, IŞİD saldırısına karşı aktif savunma savaşı veriyor. Barzani’ye yönelik eleştirilerin dozu gittikçe yükseltiliyor. Ayrıca, PKK ve HPG’nin Kandil’e ek olarak Irak-Türkiye-Suriye sınırındaki Şengal bölgesine de yerleştiği belirtiliyor.
Seferberlik doğrultusunda bütün gençler gerillaya katılmaya çağrılır ve gençler bu çağrıya aktif katılımla cevap verirken, Kürt halkının büyük yığınlar halinde Kobane’nin kuzey sınırlarında çadırlar kurması ve giderek sınırları ortadan kaldırarak ortaklaşmanın sağlanması hedefleniyor. Şehirlerde yapılan gösterilerle AKP/TC ve IŞİD ortaklığı protesto ediliyor.
HDP ve HDK ile Türkiyeli devrimci ve demokrat güçlerle farklı biçimlerde ittifaklar kurularak, “çözüm sürecinin” imkanları değerlendiriliyor ve nihayet, Demirtaş Cumhurbaşkanlığına aday gösterilerek meşruiyet alanı genişletiliyor.
Öte yandan, yasal alanda KÖH içinde burjuva güçlerin artan inisiyatifine karşı bir önlem olarak da, demokratik özerkliğin fiili-meşru zeminde kuruluşuna önderlik edecek militan-savaşçı bir kadro partisi olarak DBP kuruluyor.
Öyle gözüküyor ki, KÖH, TC’nin tam zıddı yönde hareket ederek, her ne pahasına olursa olsun, Rojava’yı korumaya, Musul’un işgalinin yarattığı boşlukları Irak’ta askeri ve politik inisiyatifini arttırarak değerlendirmeye, Türkiye’nin tümünde yasal-meşru zeminde politika yapma kanallarını oluşturmaya ve içindeki burjuva güçlerin yasal alanda artan inisiyatiflerini kısıtlamaya çalışıyor. O arada, şayet Rojava’daki saldırı sürerse, “çözüm sürecinin” askıya alınacağı ve DHS’nin devreye gireceği açıklandı.
KÖH’ün yönelimlerinin olası sonuçları
İlkin, gerçekten de, Rojava’da süren savaş şayet oradaki sistemi zorlayacak noktaya sıçrarsa, şimdi “çözüm süreci” yüzünden askıda olan PKK ve HPG güçlerinin faaliyeti hızla devreye sokularak, hem Rojava’nın savunmasına destek olunacak hem de savaş Türkiye topraklarına da sıçratılacaktır.
İkincisi, sürecin devamı, PKK ile Barzani/KDP’yi karşı saflara yerleştirecek ya da en azından şimdi gizli olan Kürdistan’da hangi gücün/sınıfın egemen olacağı yönündeki gerilimi, daha sert hatta askeri çatışma düzeyine sıçratabilecektir.
Üçüncüsü, Kürdistan’da egemen olan 4 devletin tümünde askeri ve politik olarak örgütlü tek güç olan PKK, bölgede oluşan olağanüstü istikrarsızlık ortamında, sadece Kürdistan coğrafyasının tümünde değil, bölgenin tümüne yayılan bir yönelime girmek zorunda kalacaktır. Ayakta kalabilmek için bölgesel dengelerde tutunmak zorunludur.
Bölgedeki anti-emperyalist direnişçi güçlerden öne çıkan güçler olan Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’taki Sadr güçlerinin İslami niteliği düşünülecek olursa, bölgedeki bütün laik-solcu güçleri ve bütün halklardan kadınları etki alanı içine çekebilecek ve hatta bölgeye özgü bir ortak iradenin öncülüğüne zorlanabilecektir. Zayıflamış da olsa, FHKC, bu iradenin içine girecektir.
Ve, KÖH, aynı zamanda, Hizbullah ve Sadr güçleriyle uygun ittifak ilişkileri kurmaya da zorlanacaktır. Bu ise, bölgenin tarihsel-devrimci ve sosyal devrimci güçlerinin ittifakı olur ve bambaşka bir tarihin kapılarını açabilir. Diyarbakır’da yapılan “Demokratik İslam Konferansı”, bölgedeki İslam gerçeğiyle yüzleşmek ve uygun ilişkilenme kanallarını yaratma çabası olarak da özel bir anlam taşıyor.
Dördüncüsü, gelişmelerin yukarıdaki olasılıklardaki seyrinin, KÖH içindeki burjuva güçleri zorlayacağı ve başta Barzani olmak üzere sistem içi güçlerle ilişkilerini güçlendirerek, KÖH içinde denge kurmaktan ayrışmaya dek uzanan bir zeminde farklı biçimlerde tutumlar üretmeye çalışacakları açıktır.
Kör eden Kemalizm
Ülkede Kemalizm itibar aşınmasına uğrasa da, sollar arasındaki gücünü korumaya devam ediyor.
Ve, öylesine kör edici bir kapasitesi var ki, KÖH’ün içinde ve Kürdistan’ın tümünde, burjuva güçlerle halkçı-devrimci güçler arasında nefes nefese ve neredeyse anlık hamlelerle süren bir egemenlik mücadelesi yaşanırken ve KÖH içindeki halkçı-devrimci güçler hareketteki kurucu hegemonyalarını, bu mücadele içinde an be an ve kan ter içinde yeniden üretmeye çalışırken, kimi sollar tarafından inanılmaz eblehçe bir saldırı altındalar.
Bu eblehlik, Kemalizm’in etki alanında bulunmanın yan ürünü olsa gerek. Baktığını göremiyor olsa iyi, bambaşka bir olguya çeviriyor ki, kendi Kemalist-ulusalcı ön yargılarına uysun. Kemalizm, Türkiye’deki kimi sol güçlerin, öyle gözüküyor ki, hücrelerine kadar işlemiş.
Eğer bu yazıyı zahmet edip okumuşlarsa ve canları sıkılmışsa, kendilerine önerimiz, Sırrı Sakık ya da Leyla Zana vb. nasıl olsa bir demeç vermiştir, hemen okusunlar, önyargılarının ve eblehliklerinin yeniden üretilmesine yardımcı olacaktır.
12 Temmuz 2013
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.