12 Eylül tarihi şüphesiz ki bu ülkenin en karanlık günlerinden birini göstermekte. 1980 faşist darbesi ile kendi halkının yaşam hakkı dâhil tüm özgürlüklerinin üstünden postalları ile geçenler yıllarca bu acıyı miras bıraktıkları artıklarla sürekli kıldırlar. Bir darbe düşünün; 650 bin kişi gözaltına alınmış, 230 bin kişi yargılanmış, 50 kişi asılmış, 200 dolayında insan gözaltındayken işkence […]
12 Eylül tarihi şüphesiz ki bu ülkenin en karanlık günlerinden birini göstermekte. 1980 faşist darbesi ile kendi halkının yaşam hakkı dâhil tüm özgürlüklerinin üstünden postalları ile geçenler yıllarca bu acıyı miras bıraktıkları artıklarla sürekli kıldırlar. Bir darbe düşünün; 650 bin kişi gözaltına alınmış, 230 bin kişi yargılanmış, 50 kişi asılmış, 200 dolayında insan gözaltındayken işkence yapılarak öldürülmüş. Böylesine bir “insanlık suçu”nun bu ülkede yaşan herkesin üstünden “panzer” gibi geçmesi kaçınılmazdı. 12 Eylül’ün temel özelliklerinden biri kurmak istediği iktisadi-sosyal düzenin kendinden sonra gelen sağ iktidarlar tarafından sahiplenerek günümüze kadar maske değiştirip gelmesidir ki AKP bunun en son halkasıdır. Bugüne kadar olan sağ iktidarlardan tek farkı bunu kendine özgü bir “zıtlık” ile sürdürmesidir. Bu zıtlık, hem 12 Eylül artığı ne kadar uygulama varsa bunun günümüzdeki “Distribütör”lüğünü yapmak hem de tüm bunlara rağmen yapılanlara “anti-militarizm, darbe karşıtlığı, özgürlükler, ileri demokrasi” sosu ekleyerek sunmak şeklinde kendini göstermekte. Üstelik bunu propaganda malzemesi olarak da çok iyi kullandılar.
“Darbecileri yargılamak” 12 Eylül referandum sürecinin en “hit” dillerden düşmeyen sloganıydı. Sözüm ona statüko yok edilecek, sivil bir uyanış darbecilerden hesap soracaktı. Hiç değilse mevcut durumdan daha kötüye gitmezdik. Öyleyse yetmezdi ama yine de “evet” idi! Peki referandum sonrası başlayan yargılama yani göstermelik zafer kimlerin elinde “demokrasi” maskesi olarak koza çevrilmek istenmekteydi? Sanırım sorunun cevabı grup konuşmalarında “Bize yapamaz diyenler şimdi mahkeme kapısında sırada bekliyor” açıklamalarında bulunan Erdoğan’da gizliydi. Evet, bir başka darbe olan 12 Eylül referandumu ile başlayıp elden ayaktan düşmüş iki paşayı yargılamayı amaçlayan süreci AKP doğal olarak kendi lehine çevirmeyi deneyecekti. Referandumun ardından 12 Eylül ile hesaplaşma adı altında Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gündemi çokça meşgul etmişti. İçerde mahkeme sürerken dışarıda binlerce kişi protesto eylemlerinde bulunmuş, yüzlercesi de davaya müdahil olmak için başvurmuştu. Gerek eylemciler gerekse davaya müdahil olmak isteyenler arasında farklı görüşlerden ancak hepsinin hikâyesi birbirine benzeyen insanlar mevcuttu. Böylesi bir insanlık suçuna insanların tepki göstermesi doğaldı. Ancak doğal olan bir başka şey de şu sorunun cevabının aranmasıydı; “12 Eylül nasıl yargılanır?”
Liberallerin, muhafazakârların ve “yetmez ama evet” diyenlerin zafer çığlıklarını anlarım ama bizim için AKP’nin 12 Eylül’ü yargılamasına inanmak mümkün değildi çünkü birincisi AKP zaten 12 Eylül’ün ana rahminde gelişerek doğmuştur ve bu mirası sahiplenerek bugüne gelmiştir, ayrıca “sözde” yargılama olgular üzerinden değil sadece “tarih” ve “kişiler” üzerinden yürütülüp bir “zafer” olarak sunuldu, hala da sunuluyor. Sadece 12 Eylül tarihini ve mimarlarını yargılayıp darbeye yol açan süreçteki “pislikleri” ve darbe sonrasında izlenen politikaları yargılamadan elde edilecek tek şey sadece “göstermelik bir zaferdir.”
Bu göstermelik yargılamaları anlamak için içinde bulunduğumuz duruma bakmak dahi yetecektiancak başta liberaller olmak üzere AKP yandaşları bunu bile bile destek verdiler. Gelinen noktada ne düşünüyorlar bilemem ama AKP’nin 12 Eylül’ü yargılamayacağını anlamak için kahin olmaya gerek yoktu;
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbeler ile yüzleşmek sadece iki paşayı mahkemeye çıkarmakla değil darbenin temellerini ortadan kaldırmakla olur. Neoliberal politikalara yöneliş, kapitalizmin ahtapot kollarına sarılış ve emperyalizm işbirlikçiliği göz önüne alınmadan darbeler ile yüzleşilemez. Darbenin mimarı paşalar CIA ve ABD ile eşgüdümlü çalışıyorlardı. İşte o gün “Bizim çocuklar başardı” diyenlerle işbirliği yapanlardan bayrağı AKP ve cemaat almıştır. Bu “mutualist” birliktelik öyle noktalara gelmiştir ki cemaat ABD seçimlerinde, başkan adaylarına, seçim yardımı adı altında yüz binlerce dolar bağış yapabilmektedir!
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbe sonrası Kenan Evren’i cennetlik ilan eden kişi ile bugün yüksek yargıyı kadrolaşma sonrası büyük ölçüde ele geçiren cemaat lideri aynı kişi! Üstelik darbeye giden yolda tetikçi olmuş birçok kişi malum “hocaya” yakınlığını bildirmekte çekinmemişti.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbe döneminde solun üzerinden silindir gibi geçen, sınıfı ezen, örgütleri, sendikaları alaşağı eden sistem bugün özelleştirme politikaları ile, işçi haklarının tırpalanmasıyla, emekçiye “grev hakkından yoksun” sendikalaşma önermesiyle sürmekte.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; 12 Eylül zamanında “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyenler varken bugün de göçük altında kalan işçiler için “güzel öldüler” diyen bakanlar, tersanede hayatını kaybeden emekçiler için “önlemlerini alsalardı ölmezlerdi” diyen valiler, kendini eleştiren çiftçiye “ananı da al git” diyen bir başbakan var!
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbe sonrası kendilerini yasalar ile korumaya alan paşaların yaptıklarını bugün AKP de yapmaktadır. 12 Eylül referandumuyla üstelik “darbecilerle hesaplaşacağız” nidaları eşliğinde asıl amaçları olan yargıyı istedikleri gibi şekillendirmiş, bu sayede “çelik bir zırh” elde etmişlerdir.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Sonuna kadar bataklığa batmış kamu görevlilerini koruma ve kollama iç güdüsü hala devam ediyor. MİT yasası bunun en güzel örneğidir.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbe gibi bir “insanlık suçu” işleyen paşaları yargılamak, Sivas’ta insanları diri diri yakarak bir başka insanlık suçu işlemiş canilere “avukatlık” yapanların harcı değildir!
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Kitapların okunmaktan ziyade yakıldığı 12 Eylül dönemini aratmayacak şekilde basılmamış kitaplar suç unsuru sayılıyor. KCK iddianamesinde adı 232 kere geçen “Marx” ve eserleri yine suç unsuru taşıyan deliller arasında yer aldı.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; Darbe sonrası tasarlanmaya çalışılan “milliyetçi-muhafazakar” insan protipinin yerini “dindar nesil” almış durumda.
– AKP 12 Eylül’ü yargılayamazdı çünkü; 12 Eylül eseri birçok kurum bugün şekil değiştirerek hala varlığını sürdürmekte. Sıkıyönetim mahkemelerinin yerini özel yetkili savcılar devraldı. Bir başka darbe ürünü olan YÖK ve yüzde 10′luk seçim barajı AKP tarafından kullanılmakta. Belki artık Diyarbakır Ceza Evi yok ama “Uludere” ve “KCK” var!
İşte böyle!
1980′den bu yana 33 yıl geçmesine rağmen AKP ile değişen sadece aynı oyunun değişen figüranlarıdır. Dolayısı ile değil darbecilerle hesaplaşmak yapılan şey sadece ağızlara sakız edilen “askeri vesayetin sivil vesayete” dönüştürülmesi idi. Peki Nereye kadar? 31 Mayıs 2013!
Yukarda “12 Eylül nasıl yargılanır?” diye sormuştum, bunu AKP’nin yapamayacağını artık anladıysak ve Haziran direnişini iyi okuduysak cevabı bellidir: HALK İLE!
Haziran direnişini daha ilk günlerinde bu alanda yazdığım yazıda gerçek bir 12 Eylül hesaplaşması olarak nitelendirmiştim. Daha sonra birçok yaza-aydın da aynı şekilde fikir belirtmişti.
Haziran direnişi bir halkın yeter artık diyerek ayaklanmasından çok daha fazlası idi. Halk “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken 12 Eylül’ün öcünü de adeta alıyordu. Alıyordu çünkü 12 Eylül’ün öcü sadece darbecileri yargılamakla değil darbenin asıl amacını söküp atmakla olur. 12 Eylül darbesinin en önemli etkisi toplum üzerinde oluşturulan baskı ile halkı “mankurtlaştırması”, hiçbir şeye tepki veremeyen yığınlar haline getirmesi idi. Haziran direnişi korku duvarını aşan bir milletin neler yapabileceğini gösterirken, 1980’den kalma prangaları da kırmıştır. AKP ve kapıkullarını korkutan ne Gezi Parkı’nın geleceği ne de başka bir şeydir. Onları korkutan halkın artık gücünün farkına varmasıdır. Bize zafer kazandıran Gezi’ye veya Taksim’e çıkıp çıkamamamız değil, her gün birilerine ‘’yine mi geldiler!’’ dedirtmekti. Bunu başardık, üstelik daha fazlasını da yapabileceğimizin farkına ve bilincine vararak. Bundan sonra kendini Padişah sananlar, ülkeyi parsel parsel satanlar, sömürü üzerinden kan emenler, ben yaptım oldu mantığını savunanlar iki kere düşünecektir. Haziran direnişin şanlı tarihi, ileriki yıllarda her zaman enselerinde olacaktır. İşte en büyük kazanım budur!
Bu kazanım başta iktidar olmak üzere 12 Eylül’ün kurduğu düzen ile bu toprakların insanlarının emeği üzerinden parazit gibi geçinen sermaye uşaklarını kara kara düşündürüyor mu? Evet.
Artık biz istediğimizi yaparız, her şey sandıkta biter, arkamızda yüzde 50 var mantığı ile insanların kaç çocuk doğuracağına dahi müdahale eden faşistler artık en ufak şeye bile tepki gösteren, bazen duran adam olan, bazen merdiven boyayan ama hiçbir zaman tepkisini göstermekten çekinmeyen halk karşısında tepkileri daha da ‘’marjinalleştirmeyelim’’ diye bir söz ederken 2 kere düşünüyor mu? Evet.
24 Ocak tekelciliğinin günümüzdeki karikatürleri, ,ülkeyi parsel parsel satanlar, AVM cumhuriyeti kuranlar, emeği vahşi kapitalizmin ahtapot kollarına atanlar, kent yaşamını, doğayı, tüm sosyal hakları 3 kuruş menfaat için tırpanlayanlar şimdi cebindeki deliğe yanıp “ait oldukları” faiz lobisine vurarak üste çıkmaktan medet umacak kadar komikleşmişler mi? Evet.
12 Eylül sonrası kendilerini anayasa ile güvence altına alan darbecilerle aynı şekilde 30 yıl sonraki bir başka 12 Eylül’de, yapılan referandumla kendini güvenceye almaya çalışan AKP kadroları Haziran direnişi ile şairin “hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu” dizelerini tekrar hatırlamış mı? Evet.
Darbe sonrası ortaya çıkan bir aktör olarak Özal’ın, önünü açmak için elinden geleni yaptığı cemaatleri, din olgusu üzerinden yapılan popülist söylemleri ve resmi devlet ideolojisi haline gelmiş milliyetçi-muhafazakâr yapıyı temsil eden iktidarın ayrımcı-mezhepsel çıkışlarına karşı Halk alanları Kürt-Türk, Alevi-Sünni demeden eşi benzeri az görülen bir dayanışma ile doldurmuş ve hala da asimilasyon çabalarının bir parçası olan Cemevi-Cami projesine karşı direniyor mu? Evet.
12 Eylül’den miras sendikal hakların tırpanlanması, işçi sınıfına uygulanan baskı AKP ile devam ederken Haziran direnişi işçi sınıfını da içererek büyük bir kitleselliğe dönüşmüş, THY işçilerinden diğer grevdeki işçilere kadar tüm emekçiler ile kaynaşılmış, belki de mevcut işçi direnişlerinden haberi olmayan büyük bir örgütsüz kitle emek eksenli birçok direnişin farkına varmış ve bu durum sermaye sınıfını ürkütmüş müdür? Evet.
Diyarbakır’da ve tüm işkence hanelerde Kürtlere akıl almaz işkenceler yapan zihniyetin “açılımcı” amma velakin Roboski katliamcısı günümüzdeki temsilcilerine rağmen bu ülkede Gezi’de el ele tutuşan BDP ve Türk bayraklı direnişçileri, Medeni Yıldırım’ın ölümünden sonra ellerinde yine Türk bayrakları ile “diren Lice” diye sokağa dökülen binleri gören faşist zihniyet “ne oluyor bunlara” demiş midir? Evet.
Kafalarındaki tek renk ABD dolarının ve siyasal İslam’ın “yeşili” olanlar önce merdivenleri, sonra sokakları ve direnişi ile tüm Türkiye’yi gökkuşağına çevirenler karşısında aciz kalmış mıdır? Evet.
Uzatmayalım, işte size 12 Eylül ile hesaplaşma! Evet, yolun başındayız ve yapacak daha çok işimiz var ve bunun farkındayız ki haykırıyoruz: “Bu daha başlangıç!”…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.