Sınırlarını göremeyen, onu ayakta tutan güç alanının/sermayenin çıkarlarının ortaklaştığı rasyonelleri zorlayan, Ordu’nun eski rolünü kapıp günümüzün padişahı olmaya soyunan
2011 seçimlerinde kazandığı zafer sonrasında Erdoğan, iktidarının bu üçüncü döneminde “ustalık” aşamasına sıçrayacağını söylemişti. Öyle de yaptı. Kendi siyasal duruşunun bütün gizli potansiyellerini açığa çıkarttı.
Ama başka bir olgu, o zafer konuşmasından kısa süre sonra kendini gösterdi. En güçlü olduğu “ustalık” dönemi, bir saltanat düşleyen Erdoğan’ın umduğunun tersine, ulaştığı zirvede bir müddet tutunduktan sonra yavaşça inişe geçtiği bir dönem oldu.
İniş, “Gezi” sonrasında ivmesi ve hızı güçlenerek devam ediyor, herkesçe görülebilir netliğe ulaşıyor.
Eh, “Haziran İsyanı”nın müthiş darbesinin sersemletici etkisi çok açık. Ama, sadece o değil, nerdeyse her şey tersine dönüyor. Erdoğan’ın önünü açan her olgu, şimdilerde onu açmaza itiyor.
Öyle oluyor ki; şimdi O, ilerledikçe kuşatılıyor ve üstelik her yeni hamlesinde meşruiyet alanı biraz daha daralıyor.
Yeni neo-liberal uygulamalar, sözgelimi doğanın fütursuz bir talanla sermayeye peşkeş çekilmesi ya da kıdem tazminatlarının budanması veya kamu hizmetlerinde yeni bir tasfiye dalgası, “bıçağın kemiğe dayandığını” Gezi isyanıyla gösteren halk gerçekliği içinde meşru görülmeyecek, yeni isyan dalgalarını kışkırtacaktır.
Gezi isyanının kendisi de, ürettiği muazzam toplumsal basınçla AKP’nin yeni neo-liberal uygulamalarını baskılıyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, devreye soktuğu “çözüm süreci” ile toplumsal meşruiyet alanını tarihinde olmadığı düzeye sıçrattı. Kürtlerin inisiyatifi çeşitlendi ve güçlendi, manevra imkanı arttı.
Sahici bir “çözüm”e hiç bir niyeti olmadığı anlaşılan, “oyalama”, “tasfiye” ve “zaman kazanma” gibi konunun ciddiliğiyle ilgisi olmayan tutumlar, “çözüm” söylemlerinin yarattığı umutları dağıtan AKP’yi sürecin kaybedeni olmaya doğru sürüklüyor.
“Çözüm” süreci, bir tıkanıklığa doğru ilerledikçe, Erdoğan’a, çözümsüzlüğü yöneterek “çıkmaz üreten” damgasını vuruyor. Kürt halkının günümüzdeki bölgesel konumlanışı içinde, çözümsüzlükte ısrar, büyük patlamalar ve hatta iç savaş doğurabilecek şiddette bir basınç yaratıyor.
Bölgede “komşularla sıfır sorun” maskesiyle başlatılan emperyalizmin taşeronluğu-yerel işbirlikçilik politikası ise, günümüzde geldiği noktada, bölgedeki neredeyse bütün güçlerle düşman olup yalnızlaşan bir Türkiye gerçekliği üretti.
AKP’nin taşeronluk politikası, sermayenin güncel ihtiyaçları doğrultusunda, başta ucuz emek olmak üzere uygun yatırım koşulları sağlamayı ve bölgesel pazarların hegemonu olarak uygun koşullarda mal satabilmeyi hedefliyordu. Şimdilerde, başta Mısır, önceki yatırımların güvenliğinin yüksek tehlike altında olduğu ve pazarların hızla daraldığı bir zemine sürükleniliyor.
Bölgede yalnızlaşan Türkiye, kontrolden çıkma eğilimine giren emperyalizmin “kontrollü kaos” politikalarının arttırdığı şiddet dalgalarının hedefi haline geliyor. İçte oluşan istikrarsızlık-kriz dinamikleri dıştan gelen ek stresle daha da güçleniyor.
İşte, farklı zeminlerde oluşan ve AKP/Erdoğan’a yönelen yüksek basınç dalgaları, birleşip ortaklaştıkları günümüzde, etki güçlerini misliyle arttırıyorlar.
Yüklenen basınç, doğrudan iktidar alanında AKP-Cemaat çatlağı oluştururken, destekçi liberaller ve geleneksel merkez-sağ güçlerde çözülme ve ikirciklenme açığa çıkıyor. Bizzat emperyalist güçler ve yerel sermaye güçlerinin de durumdan hoşnutsuz oldukları açıkça görülüyor.
Sonuçta, iktidar olarak, toplumsal güçler üzerinde hegemonya kuracak güçleri kalmayınca, çıplak polis şiddetiyle yol alabilen, kendisinden olmayan herkesi düşmanlaştıran, giderek ülkede ve bölgede çeteleşen/ çetelere bağlanan ve “suç işlemeye” başlayan bir parti-lider diktatörlüğüne doğru büzüşen, faşizme yönelen bir hükümet/iktidar durumuna sürükleniyorlar.
Aptallar.
Olağanüstü toplumsal meşruiyete sahip Haziran Direnişi’ni Nazi propaganda bakanı Göbels’in taktiklerine özenen yönelimlerle basit bir komploya dönüştürüverdiler ve şimdi de polisiye operasyonlarla bitireceklerini sanıyorlar.
Ama tersi oluyor.
Zamanla daha güçlenecek bir toplumsal gerçeklik içinde, isyancılar meşruiyet kazanırken, resmi güçler toplumsal vicdanda/meşruiyet alanında suçlu durumuna düşüyorlar.
Meşru bir demokratik halk hareketinin üstüne şiddetle gittikçe, en başta işledikleri cinayetler ve keyfi her türden devlet şiddetinin hesabını verecekleri bir sanık sandalyesine doğru hızla sürükleniyorlar.
AKP neden güçlüydü?
AKP iktidarı konusunda en büyük yanılgı, onu herhangi bir hükümet gibi değerlendirmek olur. O sadece bir hükümet değil, aynı zamanda rejim yıkıp-kuran özgün bir güç alanıyla iç içe bir hükümet.
Ordu ile Hükümet arasında uzun bir iç mücadeleden sonra, 2010 Eylül referandumunda açığa çıkıp 2011 seçiminde taçlanan AKP’nin zaferi, o özgün güç alanında konumlanan güçlerin ittifakının, Ordu merkezli eski rejimi tasfiye ettiğini gösteriyordu.
İşte Erdoğan’ın gücünün sırrı, öyle magazinel “Kasımpaşalı” yüzeyselliğiyle açıklamaz. O, sermaye birikiminin güncel taleplerine artık cevap üretemeyen eski rejimi tasfiye etme sürecinin yürütücüsü olduğu için güçlü.
Ancak burada kalırsak yüzeyden sadece biraz uzaklaşmış oluruz.
Asıl kaynak, AKP ve Erdoğan’ı seçip görevlendiren güç-ittifak alanı.
Güç alanı, esas olarak küresel ve yerel sermayenin farklı fraksiyonlarının ittifakından oluşuyor.
Hedefleri, artık kendilerine yetersiz gelen eski rejimi tasfiye etmek ve sistemi yürütecek yeni bir rejim kurmaktı.
O arada, AKP/Erdoğan’a başka güncel görevler de yüklendi: Neo-liberal soygunu süreklileştirilmek, Orta-Doğu’da sermayenin çıkarları doğrultusunda taşeronluk yapmak, Kürt sorununu sermaye birikiminin önünü açacak bir zeminde çözme vd…
Evet, gücün sihri Erdoğan’ın şahsından değil, onu görevlendiren güç-ittifak alanının gücünden ve yüklenilen rolün büyüklüğünden geliyor.
O yolda başarılı yürüyüş, öncü ve yıkıp-kuran aktörü de güçlendirir, ona özel inisiyatifler kazandırır. Tıpkı, Atatürk- Ordu ve CHP’nin şimdi aşılan eski rejimin kuruluşunda aldığı inisiyatifin, sonrasında onlara kazandırdığı özel güç gibi.
“Ustalık” böbürlenmesi, tasfiye sürecinde kazanılan başarının “havası” oldu. Zafer anında Erdoğan’ın başı dönüyor, süreci “kendinden menkul” görüyor, merkezine kendisini yerleştiriyordu.
Peki, gerçekten öyle mi?
Kurulan yeni rejim Erdoğan’ın/AKP’nin ayrılmaz parçası mı, onlarsız yürüyemez mi?
Yeni Atatürk’ümüz Erdoğan mı?
“Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var”
Eski rejimin kurulduğu 1920’lerle günümüz arasında büyük bir fark var: Özel bir toplumsal güç, bir toplumsal ilişki ve hareket biçimi olan sermayenin günümüzde ulaştığı güç.
Anadolu’yu üretim/dağıtım ağlarıyla kapsayan ve küresel sermaye güçleriyle iç içe geçmiş yerli sermaye. Ya da, başka bir açıdan bakarsak, emperyalist merkezlerden çevreye doğru yeni bir içerme hamlesi yapan küresel sermaye güçleri…
Evet, sermayenin yerel ve küresel güçleriyle Türkiye’yi derinden ve nüanslarına dek kapsayıp içerdiği bir nesnel ortamda yeni bir rejimin kuruluşunda önde duran Erdoğan, Atatürk’ün geçmişteki konumuna yerleşemez.
Atatürk, henüz yerel sermayenin çok güçsüz olduğu ve emperyalist sermaye güçlerinin Anadolu’yu henüz ancak zayıf- yüzeysel bir yapıda içerebildiği koşullarda inisiyatif almıştı. O özel nesnel durum, kendisinin ve Ordu’nun kurulan yeni rejimde belirleyici ve kalıcı bir konum elde edebilmesini mümkün kılmıştı.
Ne kadar efelense de, yerel ve küresel sermaye güçleri açısından bakılırsa, Erdoğan sadece kestaneleri ateşten almaya yarayan bir maşa.
Nasıl bir maşa? Ordu merkezli siyasal rejimin zirvesindeki Ordu-Sermaye ittifakını bozan bir maşa. Ordu geriye itilerek Zirve sermayenin mutlak egemenliğine açılıyor, sermayenin hareketi-birikiminin önünde Ordu’nun yaratmaya başladığı kimi pürüzler temizleniyordu.
İşte, henüz günümüze nispeten “boş” ya da ancak “kısmen” fethedilmiş bir coğrafyada hareket eden Atatürk/Ordu’dan farklı olarak Erdoğan, sermayenin artık tümüyle içerdiği “tapulu” bir arazide hak iddia ediyor!
Üstelik “zafer sarhoşu” Erdoğan, bir zamandır sermaye güçlerini de terbiye etmeye çalışıyor.
Bizden söylemesi; yaptığı, sırtını dayadığı-onu ayakta tutan duvarla nafile bir kavga!
Kendi sınırlarını göremeyen, onu ayakta tutan güç alanının/sermayenin çıkarlarının ortaklaştığı rasyonelleri zorlayan, Ordu’nun eski rolünü kapıp günümüzün padişahı olmaya soyunan Erdoğan, gittikçe bir “Amok Koşucusu” na benzemeye başladı.
Bakalım ne olacak?
Medya soytarılarının mide bulandıran yüceltmeleri, danışmanların doğrudan faşizme yönelen bilinçli politikaları ve çekirdek kitlesini ajite etmekten öte gidemeyen kendi öfkeli ve vasat “Göbels” söylevleri Erdoğan’ı koruyabilecek mi?
Neler olabilir?
Sermaye güçleri açısından ise, sorun muhtemelen şu iki kanalda şekilleniyor:
Bunca yatırım yaptıkları Erdoğan merkezli iktidar blokunu, farklı kanallardan yapılan “Ayar”larla bir “sermaye rasyonalitesi” içine yeniden çekmek ya da şayet o girişimler başarısız olursa, en az hasarla ve hızla “yenisini” oluşturarak Erdoğan’ı “Harcamak”.
Yeni rejim, oligarşik iktidar alanının zirvesinin sermayenin mutlak egemenliğinde olduğu, “yürütme”nin ne Ordu ne de “yasama” ve “yargı” tarafından denetlendiği bir politik zemine yerleşiyor.
Doğa ve toplumdaki her şeyin ama her şeyin, sermaye birikiminin/hareketinin mümkün olan en pürüzsüz bir toplumsal alan içinde ve en yüksek hızla gerçekleşmesinin toplumsal koşullarını sağlayan bir rejim.
Evet, eski Kemalist rejimin restorasyonu, sadece zirvedeki Ordu “pürüzünü” geriye itmekle kalmadı, bütün o demokrasi nutuklarının tam da zıddı yönde, iktidarın merkezinin oligarşik ve totaliter dokusu, daha da yoğunlaşıp sertleştiği ve zirvesinin daha da incelip keskinleştiği bir yapıya dönüştürüldü.
Artık “orada” sermayeye “yabancı” olan hiç bir şey olmayacak.
AKP, sadece bu rejime hizmet ettiği oranda var olabilir.
Eğer aksamaya, kapris yapmaya, kendisinin rolünü büyütmeye ya da başka biçimlerde rejimin esas rolünü oynamasına engel olmaya başlarsa, rejim başka bir “yürütücü” bularak-yaratarak kendi yoluna devam edecektir.
Ancak, sermayenin de işi zor:
Artık, sahnede yeni bir oyuncu var; Haziran İsyanının ortaya çıkardığı yeni toplumsal dinamikler, refleksler, ruh halleri…
Topluca bakılırsa, tamamen kendine özgü yeni bir zaman ve mekan olarak kendisi olan, öncesindeki her şeye kendisini dayatan ve sanki gelecekten bugüne ışınlanmış “yeni bir toplum”.
Sermayesi, Ordu’su, AKP’si, bütün o toplumsal çirkinliklerin yanı başında, direnerek, şehit verip tutsak düşerek, neşeyle ilerleyen, her şeye rağmen inatla “kendisi” olan, Anadolu’yu ve üstünde yaşayan herkesi güzelleştiren bir yeni toplumsallaşma süreci.
Kendilerinin muazzam güçleriyle her şeyi yapabileceklerini sanan yerel ve küresel sermaye güçlerinin “hesap edemedikleri” bir “ayrıntı”!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.