HES inşaatlarında çalışan iki taşeron işçinin inşaat sırasında yaşanan kazadan ötürü yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde bugüne kadar irili ufaklı ne kadarına tanık olduysam, bütün hak mücadeleleri bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Güvencesiz bir yaşamın bu topraklarda nasıl ilmek ilmek örüldüğünün bir senaryosuydu gördüklerim. Ölüm en adaletsiz haliyle sosyal haklarından mahrum edilenlerin kapısını çalıyor. Ama […]
HES inşaatlarında çalışan iki taşeron işçinin inşaat sırasında yaşanan kazadan ötürü yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde bugüne kadar irili ufaklı ne kadarına tanık olduysam, bütün hak mücadeleleri bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Güvencesiz bir yaşamın bu topraklarda nasıl ilmek ilmek örüldüğünün bir senaryosuydu gördüklerim. Ölüm en adaletsiz haliyle sosyal haklarından mahrum edilenlerin kapısını çalıyor. Ama bu filmi bir yerinden koparanlar arttıkça, yeni bir mücadele tarihinin de yazıldığına şahit oluyoruz. Umudun ve mücadele tarzının yenilendiği bu dönemde tarihe ‘çentik’ atmaktan öte bir sorumluluk bizi bekliyor. Sonbahar’a bunun filizlerini ekelim, halkın insanca yaşam hakkını kavganın temeline dönüştürelim.
Ölen işçilerden birinin ailesinin tamamı büyük 17 Ağustos depreminde (büyük dedim de bu ülkede neden sadece felaketler, soygunlar büyük olur da iyi şeyler büyük olmaz) hayatını kaybetmiş. Bunu öğrenince, aynı nedenle depremin ölümlere sebep olduğu illerde yıllardır ölenlerin yakınları tarafından gerçekleştirilen eylemler, Arızlı’da depremden sonra ev sahibi olmak için bekleyen ve nihayet kandırıldıklarını anlayınca “devlet büyükleri”nden ümitlerini kesip, var güçleri ile barınma hakkı mücadelesi veren Arızlı halkının yaşadıkları geldi aklıma.
Arızlı’da depremzedeler (bir de depremzâdeler vardı değil mi-ne çabuk unuttuk, deprem sonrası ihalelerden köşe dönenler, şimdi hepsi zemin etüdlü villalarda oturuyorlardır), yani yıllardır devlet tarafından yük sayılanlar, Dikmen Vadisi ve Mamak’ta AKP’li belediyelere karşı inatla barınma hakkı mücadelesi veren halkın direnişinden öğrendikleri ile bir hayatta kalma mücadelesi sürdürüyorlar. Bütün dünyanın zalim bildiği Saddam tarafından hibe edilen konutlarından, tüm dünyanın ‘one minute’luk kahraman, depremzedelerin ise zalim bildiği Tayyip Erdoğan tarafından atılmaya çalışılıyorlar. Depremzedeler ise yitirdiklerinin boş yataklarına koydukları karanfillerle acılarından güç almaya çalışıyorlar… Yenimahalle halkı yeni yeni ayağa kalkıyor, yaşamın kıyısına itilmeye karşı direnmek gerektiğine Halkevcilerle tanışınca karar verdiler, daha önce tehdit ve şantajla imzaladıkları sözleşmeleri kendi iradeleri ile reddettiler. Panzerle kapılarına dayanan belediyeye kadınlar “önce canımızı al” dediler. Asli görevleri arasında halk sağlığını koruma görevi de bulunan Belediye, selefi AKP’yi de kıskandıracak biçimde, panzer ve dozerlerle boşaltamadığı mahallenin çöplerini toplamayarak, çöl sıcağında yayılacak hastalıkları bir silah gibi kullanmaya çalıştı. Sonra Hacı Oruç ve ailesi geldi aklıma. Kimi gazeteler habere “yardım geç kaldı” diye başlık atmışlardı. Sanki fırtınaya tutulmuş bir gemiye ya da dağda mahsur kalmış bir dağcıya geç kalan bir yardım gibi, sıra dışı bir mağduriyet gibi vermişlerdi haberi. Oysa geç kalan yardım bir çuval buğdaydan ibaretti. İhtiyaç duyulan yardım var olduğundan beri tüm canlıların ihtiyaç duyduğu şeydi: yeme, içme ve soyunu sürdürme. Canlı olmanın en zaruri ihtiyaçlarını, insan aklının en sinsi icadı olan kapitalizmin tezgahı yüzünden karşılayamadığı için; insan aklının en çaresiz icadı intihara başvuran baba. Ne yiyebiliyorlardı, ne içebiliyorlardı ne de soylarını/çocuklarını yedirip içirebiliyorlardı. Tüm topraklar, su, sebze ve meyveler, başı sokulacak evler ve el uzatacak akrabalar ve de insanlık kapitalizm tarafından ele geçirilmiştir. Ezcümle metalaştırılmıştır. Refah devleti geçen yüzyıldaki yıkıcı işçi isyanlarını yatıştırmak içindi ve bu yüzyılda güvenlik devleti hâkimdi. İşçi ya da işsiz baba ne çalmıştı ne de başkası tarafından öldürülmüştü, yani güvenlik devletinde bir zafiyet yoktur. Deniz Feneri, İHH, Kimse Yok mu gibi din simsarı fraksiyonların ise prolesler(1) ilgi alanına girmiyordu, onlar pleblerle ilgililer.
Dershanesinin borcu yüzünden hapse giren annesinin ardından intihar eden çocuğun acısını borcu ödeyerek, ek iş olarak hamallık yaptırırken hayatını kaybeden öğretmenin vebalini çocuklarına üç kuruş yardım yaparak, okul harcını ödemek için inşaatta ölen gencin borcunu silerek sorumluluklarını giderdiklerini sanırlar. Çaresiz aileleri ancak yatıştırırlar. Ama bu yatışmayı özel yetkili mahkemeleri, panzerleri, f-tipi hapishaneleri, tankları, süngüleriyle sağlarlar. Bu nedenle taparcasına sevdikleri panzerleri cilalayıp, hapishaneleri”büyük depreme” karşı güçlendirirken, güvenlik devletini büyütürken yaşamın kıyısına yuvarladıkları ise; şimdilik sadece öfkelerini büyütüyorlar, sadece diş biliyorlar. Bununla ne yapacaklarını bilmeseler de!
Meşhur “1 Mayıs ailesi” geldi aklıma. Hastanede çalışan taşeron bir işçi. Bütün eylemlere ailesi ile katılıyor. Üç çocuk bir de eşi, kendiyle birlikte işten çıkartılan üç işçi arkadaşıyla gece gündüz nöbetteydiler Kartal Koşuyolu Kalp Hastanesi’nde. 35 günün sonunda kazandılar. En son yine ailece gördüm onları, 29 Ağustos’ta İstanbul’daki “Hayır! Mitingi’nde”, Dev- Sağlık İş pankartının arkasında. Samsun’da izin hakları kullandırılmayan hastanede çalışan taşeron işçilerin zaferle sonuçlanan direnişleri, Adana Balcalı’da 1200 taşeron sağlık işçisinin, resmen kadrolu işçi oluşu… Ankara bürokrasisini ters yüz eden TEKEL işçilerinin geçtiğimiz bahar hepimizin yüreğine ektiği direniş filizleri, İtfaiye işçilerinin inadı, serbest bölgede kölece çalışmaya direnen NOVAMED’li kadınların zafer çığlıkları, ataması yapılmayan öğretmenlerin yanıp sönen isyanları ve daha nicesi geçti aklımdan…
Şimdi ateş başta Karadeniz olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanına yapılması planlanan hidroelektirik santralleri ile düştü memlekete. Ateş, toprağını, suyunu, ektiği çayı, fındığı tek bir seferde yok etmek için bütün gücüyle yanmaya devam ediyor.
Hangimizin aklından çıkıyor tersane işçilerinin ölümleri, ya maden ocaklarında yitirdiklerimiz… Peki HES inşaatında yaşamını yitiren depremzede taşeron işçisinin ve şimdilik eğitim, sağlık, ulaşım hakkından mahrum edilenlerin kaderi bir değil mi? Kayıt parasını ödeyemeyen velinin okul çatısını tamir ederken ölmesi aynı değil mi, vezneyi geçemeyip tedavi olamayan hangi hasta bu kadere ortak değil?
İşte HES inşaatında yaşamını yitiren işçinin kapısını çaldığı gibi en acımasız çıplaklığıyla çalıyor ölüm bütün güvencesizlerin kapısını. Bu ölümler, nereden ve nasıl gelirse gelsin hep aynı hastalıktan: kapitalizmden. Neo liberalizm, tarihin bu evresinde ölümüne bir savaş veriyor. Şimdi bu neo liberal savaş ordusunun karşısında her bir yanı güvencesizlikle kaplanmış bir ordu daha var. Bir kez daha zincirlerinden kaybedecek şeyleri olmadığının kanıtlarcasına çoğalıyorlar ve sırf insanca yaşam şansı tanınmadığı için ölüyorlar. Ama biliyoruz ki bu ölümler işçi sınıfının geri çekilecek yeri kalmadığının uğursuz habercileridirler. Öfke büyüten, diş bileyen bu büyük ve dağınık ordu, kendisini derleyip toparlayıp silahlandıracak Mahir elleri Eyüp Sabrı ile bekliyor. Ve sonbahar, bu güvencesizler ordusuna marş bestelemek için, sonra dilden dile yaymak için bir umut vaat ediyor. Düzenin tekerleğine çomak sokanlar tarihin şanlı bir bölümünü yapmak için saf tutmaya hazırlanıyor, acemiliklerini hak mücadelelerinde gidererek. Bartın’da bir tekstil fabrikasında çalışan işçilerden işten atılanlar kente referandum çalışması için gelen bakanı bakın nasıl karşılıyorlar; “Birden fazla sendikaya üye olmaya evet mi? Bir send
ikaya üye olduk 133 kişi işten atıldık” diyerek yol kestiler. Her mevsim başında yeşeren umutları kırmak için envaiçeşit tezgâhlara başvursa da kapitalizmin korucuları, biz fırtınayı her mevsim başında olduğu gibi bu Eylül’de de hazırlıyoruz. Bu toprakların bir güzel büyük isyan yaşama zamanı bir kez daha gelmiştir.
(1) Proles, Roma’da oğullarından başka malı olmayan insanları tanımlamak için kullanılan aşağılayıcı bir kelime. Proletarya bu kelimeden türetilmiştir.