ABD’nin önde gelen siyaset bilimcisi ve Petagon’un danışmanlarında biri olan Samuel P. Huntington’un 1993’lerden sonra ortaya attığı ve uluslararası ilişkileri yeniden belirlemeyi öneren tezi, kamuoyunda “Medeniyetler Çatışması” olarak bilinmektedir. İlk kez Foreign dergisinin Yaz/1993 sayısında yayınlanan deneme biçimindeki bir makalesiyle başlayan tartışma, Huntington’un bu çalışmasını kitaplaştırmasına yol açtı. “Medeniyetler Çatışması” adı altında dünyanın bir çok […]
ABD’nin önde gelen siyaset bilimcisi ve Petagon’un danışmanlarında biri olan Samuel P. Huntington’un 1993’lerden sonra ortaya attığı ve uluslararası ilişkileri yeniden belirlemeyi öneren tezi, kamuoyunda “Medeniyetler Çatışması” olarak bilinmektedir. İlk kez Foreign dergisinin Yaz/1993 sayısında yayınlanan deneme biçimindeki bir makalesiyle başlayan tartışma, Huntington’un bu çalışmasını kitaplaştırmasına yol açtı. “Medeniyetler Çatışması” adı altında dünyanın bir çok yerinde konferanslara katılan yazarın görüşlerinin, felsefi, ideolojik ve politik bakımdan analize tabi tutulması gerekiyor. 1990’lara kadar, ABD tarafından doğrudan ve dolaylı olarak örgütlenen dünyadaki bütün askeri darbeleri ve ABD’nin askeri işgallerini çok açık olarak destekleyen ve bunun akıl hocalığını yapan Huntington, ne oldu da “Medeniyetler Çatışması” tezine sarıldı. Bu tez yeni bir şey mi söylüyor? Konumuz bakımında ele aldığımızda neden hedefinde özellikle petrol üreticisi İslam ülkeleri bulunmaktadır? Bu soruların yanıtı bizi, aynı zamanda ABD’nin uluslararası stratejik politikalarına götürür. Bu nedenle sorunun irdelenmesi, konumuz bakımından da çok daha önem kazanmaktadır.
“Medeniyetler Çatışması” ne sosyal bilimlerde, ne sosyolojik alanda ne de iktisat biliminde kullanılan bir kavram oldu. Daha çok 19. yy tarihçileri tarafından ve 20 yüzyılda ise dünya üzerinde felaket kahinliğini yapan Spengler ve Toynbee gibi “mukayesecilerce” çok sınırlı kullanıldı. 1987 yılında, Amerikanın bir kısım sosyologları tarafından yeniden gündemleştirilen ve tarihsel olarak “medeniyetlerin yükselişi ve çöküşü” biçiminde formüle edilmeye başlanan; 21.yy’da ise ABD’nin politik bir stratejisi haline getirilmeye çalışılan bu kavram, küresel kapitalist sistemin uluslararası ilişkilere egemen olması için kullanılmaya başlandı. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ile Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” tezinin temelde buluştukları ortak bir nokta bulunmaktadır: Sovyetlerin dağılmasıyla “ekonomik ve politik ilişkiler üzerinde yürütülen mücadeleler tarihe karıştı ve ideolojilerin sonu geldi. Mücadele liberal demokrasi ve kapitalizmin zaferiyle sonuçlandı.” ABD’nin ön plana çıkan iki “ünlü” siyaset bilimcisinin buluştukları bu iki nokta, onların oluşturdukları tezlerin ana konusunu oluşturmaktadır. Bu bölümde Huntington’un, 21.yüzyılda, dünyanın küresel kapitalist güçler tarafından yeniden işgal edilerek, kapitalizmin geleceğinin garantilenmesi için yürüttüğü ideolojik-politik görüşlerinin temelini oluşturan “Medeniyetler Çatışması” üzerinde durmak gerekir. Huntington’un ileri sürdüğü bu görüş aynı zamanda ABD’nin gelecekteki stratejisini belirlemeyi de amaçlıyor. Bu noktada, ABD stratejisyenleri arasında bir kısım görüş ayrılıkları olduğu bilinse de, Pentagon daha çok “tek yanlılar ve çok yanlılar” olarak ifade edilen politikalar arasında bir denge kurmaya çalışmaktadır.
Huntington’un “Batı” olarak ifade ettiği ABD’nin ve AB’nin dünya üzerinde ortak bir baskı gücü kurarak, enerji yataklarının yoğunluklu olduğu İslam kökenli ülkeler üzerinde egemenlik kurmasını savunuyor. Aynı zamanda gelişmekte olan ve gelecekte alternatif bir güç olarak gördüğü Çin ve Hindistan karşısında, ABD-AB küresel kapitalist blokunun tek merkezde hareket etmesini savunmaktadır. Uluslararası ilişkilerde rekabetin yeni bir biçimi olarak illeri sürdüğü “Medeniyetler Çatışması” tezi, sınıflar mücadelesi gerçeğini gizleyip, kapitalist sistem güçleri arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemeyi öneren bir stratejidir.
Toplumlar tarihinin öznesi olan insan toplulukları arasındaki mücadele ve savaşların farklı ekonomik ilişkilere sahip insan grupları arasındaki bir çatışma olduğu görülür. Din adına yürütülen savaşların dahi, ekonomik ve politik temellerde gelişen sınıflar çatışmasının bir sonucu olduğu bilinir. Toplumları tarihi olarak ifade edilen “uygularlıklar tarihi” de, her tarihsel sürece denk düşen toplumların ekonomik ve siyasal ilişkilerine göre biçim almışlardır. Roma uygarlığı denilince, köleci Roma İmparatorluğu anlaşılır. Köleci imparatorluğa karşı savaşımın en üst boyutu olarak bilinen ve tarihe “Spartaküs ayaklanması” olarak geçen mücadele, bir sınıf mücadelesiydi. Huntington, tarihsel gerçekleri çarpıtarak, toplumlar tarihi içerisinde ezenler ve ezenler arasındaki mücadelelerin ve savaşların zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gizlemeye çalışmaktadır. Bunu yaparken sınıflara bölünen insan gruplarının üretim ilişkileri karşısındaki konumlanmalarını, toplumlar tarihi içerisinde gelişen politik sınıf savaşımlarını bir bütün olarak red ve inkar ederek, kapitalist sistemin ideolojik ve politik egemenliğine bir kılıf aramaktadır. Bir başka ifadeyle, 21.yy’da küresel kapitalist sistemin, işgallere dayanan “yeni” sömürgecilik politikalarını yaşama geçirmenin ideolojik ve politik temelleri “medeniyetler çatışması” ile açıklanmaktadır.
Huntington, dünyada yeniden gelişme eğilimi içerisinde olan mücadelelerin ve çatışmaların ekonomik ve ideolojik temellerden yoksun olarak kültürel kaynaklı “medeniyetler çatışması” olarak gelişeceğini ifade ederken şunları belirtiyor: “Benim faraziyem şudur ki, bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler dünyadaki hâdiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hâkim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muhabere hatlarını teşkil edecek…”(1) Huntington, 21.yüzyılın henüz ilk yıllarında gelişen ve geleceke daha büyük çatışmalara yol açacak olan mücadeleler, “ideolojik ve ekonomik” olmayacaktır derken esas olarak, ekonomik ve politik olarak farklı kategorik yapılara sahip sınıflar arasındaki mücadeleyi yok sayarak, bu alanda Marksist teoriye karşı doğrudan ve dolaylı çok bilinçli bir saldırı yapmaktadır. Huntington’un bu görüşünün hemen hemen aynısını Francis Fukuyama savunmaktadır: “Bütün dünyada, uluslararası düzeyde gittikçe belirginleşen yeni bir güç dağılımı hissedilecektir. Bu güç dağılımı artık birbirine çok yakın hale gelen politik modeller bazında değil, kültür bazında olacaktır…”(2) ABD’nin önde gelen iki yazarının bakış açısı esas olarak aynıdır. “Sınıflar mücadelesi bitmiştir. Liberalizm mutlak olarak egemen olmuştur. O zaman kapitalizmin tarihsel sınırları içerisinde gelişecek olan her çatışma, buna ‘medeniyetler çatışması’ da denilse, dünyanın neresinde gelişirse gelişsin yine kapitalizmin tarihsel sınırları içerisinde kalacaktır.” Böylece okuyucuları kapitalizmin ebediliğine yani sonsuzluğuna inandırmaya çalışarak “Medeniyetler arasındaki mücadele, modern dünyadaki mücadelenin evriminde nihai safha olacak” diyor. Espri Dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Olivier Mongin’in, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” üzerine Jean-François Bayart ile yapmış olduğu bir röportajı yayınlandı. Jean-François Bayart, Pentagon yazarının toplumların ekonomik politik ve tarihsel özelliklerini yok sayarak “kültürel çatışma esastır” tezi üzerine yaptığı değerlendirme, bize somut bir fikir vermektedir: “İktisadi alanda da tamamıyla aynı süreç işler: Gerçekten birtakım iktisadi akımların dolaşımına tanık oluyoruz. Bir yandan, Braudel’in deyişiyle “tüm dünyaya yönelen” kapitalist üretim tarzın
ın kendi mantığının bir sonucu olarak, diğer yandan en önde gelen rakibi sosyalist modelin ortadan kalkmasıyla bu dolaşım dünyasallaşmaya yöneliyor. Üçüncü bir yolun da, kendini kabul ettirme becerisini gösteremediğini biliyoruz. Örneğin Olivier Roy’un, siyasi İslâm’ın başarısızlığını, piyasa ekonomisi dışında bir başka ekonomi tipi yaratamamasına bağladığı geliyor aklıma.
Bununla birlikte kapitalist modelin bu dünya çapındaki karşı konulamaz yayılışının nasıl bazı sağlam direniş kalelerine tosladığını da görüyoruz. Rusya’da, Latin Amerika ülkelerinin çoğunda, Afrika’da kapitalizmin zaferinin tartışmasız ve apaçık olduğu ileri sürülebilir mi? Ayrıca kapitalist üretim tarzının, naklinin başarılı olduğu durumlarda bile, her ülkeye özgü mantıklar ve kültürel kodlara göre biçimlendiğini, daha doğrusu kendini yeniden yarattığını gözlüyoruz. Hep atıfta bulunulan Japonya örneği var elimizde: Japon kapitalizminin işleyişinin Fransız veya Amerikan kapitalizmininkiyle aynı olmadığı malum. Burada, bu örneğin genellikle iyi anlaşılmadığını belirtelim, çünkü bu yeniden yaratma sürecini, Samuel Huntington’un yaptığı gibi kültürcülüğün terimleriyle kavramsallaştırmamak gerek. Bir kültür kendini ancak çevresiyle tanımlayabilmesine rağmen, Hultington dünyanın, tıpkı bilardo topları gibi, kültürel bütünlüklerin tokuşmasının egemenliği altında olduğunu varsayar. Örneğin Philippe d’İrimarne’in çalışmaları aynı “Batı kültürü” içinde bile, ABD, Hollanda ya da Fransa’da işletme geleneklerinin epey farklı olduğunu çok iyi göstermektedir. Kapitalizmin Yeniden Yaratılması’nda, iktisadi modernliğin yaratılmasında birbirine zıt birtakım yollar bulunduğunu göstermeye çalışmıştık…
Örneğin Bizim söylediklerimizle Dünya Bankası’nın temsilcilerinin ya da sonuna kadar modernleştirme yanlılarının öğretisi arasında büyük bir fark olduğu çok iyi görülüyor. Şu veya bu yerde, şu veya bu kişi, modernliğin yolunun geleneğin basit ve saf bir şekilde ezilmesinden geçtiğini varsayarken, biz tam tersine, geleneğin, toplumsal değişimin şaşırtıcı bir vasıtası olabileceğini söylüyoruz. Bu noktada da, bir toplumun gelişimi için kendi kültürünün suyuna gitmesinin kâfi olduğu savını desteklemekten ibaret olan kültürcülüğün akıl yürütmelerinden hareket etmemek gerekir. Örneğin Japonya bize, işlerin sanılandan çok daha karmaşık olduğunu kesin bir şekilde göstermektedir, zira hiçbir ciddi araştırmacı “Asyalı değerlerin” bütünsel bir dışavurumu olduğu iddia edilen Yeni-Konfüçyusçu model tezini artık savunmuyor. Biliniyor ki bu Asyalı değerler, Asya’daki bazı toplumsal gruplar değerleridir ve “Asyalı” olduğu söylenen bu değerleri Fransa’daki bazı toplumsal gruplar da pekâlâ benimseyebilir. Buna mukabil fazlasıyla disiplinsiz olan, örneğin grev hakkını, karşı çıkma hakkını savunan Asyalılar da vardır. Dolayısıyla hâlihazırda, kültür kavramını öne çıkaran bir sözde “kültür çatışması” değil, siyasi, ideolojik bir çatışma yaşıyoruz….”(3) değerlendirmesi, toplumsal gruplar arasındaki çatışmanın ekonomik temellere dayanan ideoloji ve politika olduğunu, “kültür çatışması” biçiminde olmadığı ve olmayacağını ortaya koymaktadır.
21. yüzyılda kapitalizmin küreselleşme süreciyle girmiş olduğu “yeni” tarihsel evreye bağlı olarak, küresel kapitalist sistem güçlerinin kıtasal alanlardaki rekabet biçimi ve askeri işgaller ile “yeni sömürge” biçimlerini, blok kapitalist ilişkiler sistemini bölgesel “medeniyetler çatışması” olarak lanse edip, hem kapitalizmin yayılmacı ve rekabetçi karakterini gizlemeye çalışmakta hem de işgallere meşru bir zemin hazırlamaktadır. Huntington, “Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde ehemmiyet kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunların içine, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en mühim mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir…
“Vaziyet neden böyle olacak?
“Birincisi, medeniyetler arasındaki farklılıklar sadece hakiki değil esaslıdırlar. Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaştılar. Farklı medeniyetlerin insanları, hak ve sorumluluklar, hürriyet ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin izafi ehemmiyeti hakkında farklılaşan görüşleri kadar Tanrı ile insan, fertle grup, vatandaşla devlet, ebeveynle çocuklar ve karı koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahiptirler. Bu farklılıklar, asırların ürünüdür. Kısa zamanda zail olmayacaklardır. Bunlar, siyaset, ideoloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha esaslıdırlar. Farklılıklar illâ da mücadele demek değildir ve mücadele de muhakkak surette şiddet mânâsına gelmez. Gerçi, asırlar boyunca, en uzun ve şiddetli mücadeleleri, medeniyetler arasındaki farklılıklar husule getirmiştir…” Böylece toplumların ekonomik, sosyal ve tarihsel alandaki gelişmelerini yok sayarak, bu ilişkileri sadece din ve kültür sorununa indirgeyip kapitalizmin bölgeler arasındaki dengesiz ve eşitsiz gelişme yasasını görmezden geliyor. Dahası bütün ekonomik, sosyal ve politik sorunların kaynağının kapitalist sistem olduğunu inkar ediyor. Din ve kültür ile özel mülkiyet ilişkisini, özellikle de kapitalizmin ekonomik ve politik sistemiyle olan güçlü bağlarını yok sayarak, dünyayı ‘7 medeniyete’ ayırıp uluslararası kapitalist ilişkileri buna göre yeniden düzenlemeyi savunan Huntington’un tezlerine yönelik bilimsel eleştiriler yapan siyaset bilimcisi Immanuel Wallerstein şu değerlendirmeleri yapıyor:
“…Tarihsel sistem ile medeniyet arasında bir ayırım yaparak başlıyorum, Tarihsel bir sistem, ampirik bir gerçekliğe atıfta bulunmaktadır. Çin’deki Tang hanedanı veya Roma İmparatorluğu veya Moğol İmparatorluğu tarihsel sistemler idiler. Bir medeniyet ise, miras, farklılık ve hakları haklı göstermede hali hazırdaki yararı bakımından geçirilmiş hakkında çağdaş (muasır) bir iddiaya atıfta bulunmaktadır. Çin medeniyeti, Batı medeniyeti, Hint medeniyeti işte böyle çağdaş iddialardır. Bu iddiaların baştan sonra doğrulanabilir ampirik verilere dayanması da şart değildir. Bu iddialar nasıl olsa tarihsel dahletme sınırları hakkındaki çağdaş tercihlere dayanmaktadır. Görünen o ki, ne Çin ‘medeniyeti’ ne de Hint ‘medeniyeti’ doğrudan Orta Asya’dan geldiklerine dair hak iddiasında bulunmakta, fakat Batı ‘medeniyeti’ Yunan’ın ve belki kadim İsrail’in bile doğrudan mirasçısı olmaya hak iddia etmektedir. Bu gibi iddiaların sebepleri geçmişte neyin vuku bulduğuna değil, hali hazırda neyin vuku bulmakta olduğuna dayandırılabilir. Tarihsel dahletme sınırlarına dair bu hak iddiaları, cari ideoloji alma durumu hariç, ampirik doğrulamaya tâbi değildirler. Geçmişteki durumunu incelemek, önceki belirli zaman-mekân yapılarını çağdaş bir grubun ‘mirasının’ parçası saymanın geçerliliğini aydınlatmaz. Çünkü kültürel miras gayr-i maddidir ve çok sayıda grup tarafından sahiplenilebilir. Aşağı yukarı, onu kendine mal etmek isteyen herkes tarafından sahiplenilebilir.
“Medeniyetler yükselmemiş ve düşmemişlerdir. Aksine, dünya-imparatorluklar vücuda gelmiş, serpilip gelişmiş ve çökmüşlerdir. Dünyanın bazı coğrafi bölgelerinde (Çin mükemmel bir örnektir buna), birbirinin içine geçen jeofiziksel koordinatları ile peşpeşe dünya imparatorluklar gelip geçmiştir. Sonraki dünya-imparatorluklar (her zaman olmasa bile) sık
sık, belirli bir kültürel süreklilik derecesine dayalı bir ‘medeniyet’ mirasına hak iddia etmişlerdir.
“O halde kendi tarihsel sistemimize dönelim ve medeniyetler kavramının bize en çok nasıl yardımcı olabileceğini görelim. Şunu hatırlamalıyız ki, ampirik bir gerçeklik olarak, kapitalist dünya ekonomisi kendi genişleme süreci içinde öbür tarihsel sistemleri imha etti. Sistem olarak mevcut oluşları sona erdi. Etkileri, medeniyete dair hak iddiaları olarak kaldı, yani, hali hazırda mevcut tarihsel sistem içinde miras, farklılık ve haklara dair iddialar: Etkin biçimde ileri sürülebildikleri ölçüde geçerli olan iddialar. Bir Arap dirilişinden (ba’as rönesans) söz ettiğimiz zaman, şunu kastetmekteyiz: Modern dünya sistem dahilinde bazı büyük insan grupları ‘Arap’ olduklarını iddia etmekte ve dolayısıyla siyasî taleplerini kültürel kisveler içinde öne çıkarmaktadırlar. Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da Arap olabilir mi? Moritanyalılar Arap mı? Çağdaş ideoloji terimleri dışında buna cevap verebilmenin yolu yoktur. Bugün İsrail’deki Sefardik Yahudiler Arap değiller. Şimdi ne denli doğallıktan uzak görünürse görünsün, yarın olabilirler. Bunlar ne ahlâkî sorulardır, ne de olgusal (gerçeklere dair); esas itibariyle siyasî sorulardır bunlar.
“Mevcut kapitalist dünya-ekonomimiz hakkında esas olarak iki şey biliyoruz. Birincisi, dünya-ekonomi bir çatallaşma noktasına yaklaşmaktadır. İkincisi, bu sürecin unsurlarından biri benim dünya-sistemin kültürel dekolonizasyonu dediğim şeydir. Bu kültürel sömürgeleşmekten kurtuluş iki biçimde tezahür etmektedir: Medeniyet iddialarının siyasi dirilişi ve tarihsel sosyal bilimcilerin ‘medeniyet’ gibi kavramlarla uğraşmaları çatallaşma sürecini ileri doğru götürmektedir. Sonuçları tahmin edilebilir değildir. Bu, beşerî karar-vermenin kuşatıcılığı dışında oldukları anlamına gelmez. Tam aksine. Belirlenmiş neticelerin kısıtları çatallaşma durumlarında kaldırıldığından, girdideki küçük değişimler bile büyük çıktı değişmeleri yaratabilir. Bunu gündelik dile çevirecek olursak: Kolektif olarak yapacağımız şeylerin gerçekten işe yarayabileceği zaman gelip çatmıştır. Süreç stokastiktir ve doğrusal olmadığından ortada gerçek tarihsel seçenekler vardır.
“O halde, arzu ettiğimiz hedeflerimizi takip edebilir, tahayyül edebildiğimiz kadarıyla beşerî potansiyelimizi değerlendirebiliriz, değerlendirmeliyiz. Bunu hakkıyla yapabilmek için, en geniş seçenekler alanını göz önüne almalı, tercih haklarımızı çoğaltmalıyız. Senghor’un ‘veren ile alanın buluşması’ anlayışıyla ileri sürülmeleri şartıyla medeniyet iddiaları seçenekler alanımızı genişletirler. Kelimelere nasıl dökersek dökelim, Batı’nın çöküşü, Amerikan imparatorluğunun çöküşü, kapitalizmin çöküşü kültürel kötümserlik vesileleri değildir. (Dikkatle, hayal gücümüzü işleterek, cesaretle) iyi hüküm vermemiz şartıyla, bize yeni ve daha iyi bir tarihsel sistem yaratma imkânını -ama sadece imkânını- sunarlar. Doğrusal evrenselciliğin tahrif edici gözlüklerini kullanmadan geçmiş tarihsel sistemlerin işleyişlerini incelemek bu mücadelede pekâlâ aslî bir unsur olabilir.”(4)
Immanuel Wallerstein’in “medeniyetler çatışması” ekseninde kapitalizm dünyasına yönelik yaptığı eleştirel analizler, tam da Pentagon yazarının özenle kaçındığı ve gizlemeye çalıştığı noktalardır. Huntington, “medeniyetler” kavramını çok bilinçli olarak ön plana çıkartarak, sınıflı toplumların gelişim evrelerinin hemen her aşamasına dolaylı veya direk olarak damgasını vuran sınıflar mücadeleleri tarihini gizlemeye çalışmaktadır.
Aynı şekilde Samir Amin de, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” üzerinde sınıfsal farklılıkları yok sayıp, politik mücadeleyi “kültürel çatışmaya” indirgemesini eleştirirken önemli tespitlerde bulunmaktadır:
“Kültürel farklılıkların yalnızca gerçek ve önemli değil, fakat temel sürekli ve istikrarlı olduklarını ileri sürmek; bu kültürel farklılıkların tarih ötesi olduğunu söylemektir ve yeni bir fikir değildir. Tam tersine bu tüm zamanlarda tüm insanların ortak önyargısıdır. Tüm dinler, kendilerini bu yolla tanımlamıştır. Fakat eleştirel gelişmenin sosyal ve tarihi yansıması (evrensel bir ilerleme) ile sosyal bilimlerin inşası, daima bu kültürel değişmezlik önyargısına karşı mücadeleye ihtiyaç duymuştur. Kültürler ve dinler sürekli olarak değişiyor ve değişim açıklanabiliyor.
“Kültürel özgünlük teorileri, genellikle hayal kırıklığına uğramaktadır; çünkü onlar benzerliklerin yalnızca iç içe geçmelerin sonucu oluştuğunu söylerken, farklılıkların daima belirleyici olduğu önyargısı üzerine temellenmektedirler. Girişimin istenen sonuçları apriori olarak bu temel üzerinde açığa çıkmaktadır, Samuel Huntington, ‘Medeniyetler Çatışması’ adlı ünlü makalesinde, bu farkları temel alır; çünkü onlar insanoğlu ve Tanrı, doğa, güç arasındaki ilişkilerin tanımlandığı alanı içerir ve her kültürün Huntington tarafından önceden belirlenen kategoriler içindeki sorunlardaki ilişkilerin sabit özel kavramlar geliştirdiğini kabul eder.
“Fakat, tarih bu kavramların daima inanıldığından daha esnek olduğunu gösteriyor. Konfüçyüsçülük, dün Çin’in geri kalmışlığını açıklıyordu, bugün ise aynı olguyla hızlı gelişme açıklanmaya çalışılıyor. 10. yüzyılda İslâm dünyası pek çok tarihçiye yalnızca daha parlak görünmekle kalmıyor; fakat aynı zamanda aynı dönemdeki Hıristiyan Avrupa’ya göre gelişme için daha fazla potansiyel taşıdığına inanılıyordu. Bundan dolayı durumun daha sonra tersine çevrilmesini açıklamak için ne değişti? Din mi (onun toplum tarafından yorumlanışı) başka bir şey mi ya da ikisi de mi? Hangileri motor kuvvetlerdir?
“Buna ek olarak, biz hangi kültürler hakkında konuşuyoruz? Huntington Batılı (Katolik ve Protestan), Müslüman, Konfüçyüs (Konfüçyüsçülük bir din olmamasına rağmen), Japonluk (Şintoist ya da Konfüçyüs) Hindi, Budist ve Ortodoks Hıristiyan olarak tanımladığı kendisinin yedi grubu için, açık bir biçimde dini temel almıştır. Huntington, bugünün dünyasındaki belirgin bölünmeleri potansiyel olarak açıklayan kültürel boşluklarla ilgilenmektedir. Örneğin, Japonları diğer Konfüçyüsçülerden ve Ortodoks Hıristiyanlarını Batı’daki Hıristiyanlardan ayırma gereği duymasının nedeni hakkında hiçbir şüphe yoktur. (Bu ikinci ayrımın nedeni acaba Huntington’un açıkça ve kapalıca ilgilendiği dışişleri stratejisinde, Rusya’nın Avrupa’ya potansiyel entegrasyonunun gerçek kabus olarak algılanmasından dolayı mıdır?) Onun; Hıristiyan, Müslüman, Animist ve hala kendine özgü dini olan diğer Afrikalıları ve hatta Hıristiyan olmalarına rağmen Latin Amerikalıları önemsememesinin nedeni ya da ‘onların’ Batılılar tarafından ‘Batılı’ olarak kabul edilmemeleri hakkında sorulması gereken pek çok soru yok mudur? Neden bunlar ‘gelişmemiş’lerdir? Bu, kötü yazılmış üçüncü sınıf Avrupa merkezci yazının diğer saçmalıklarını göstermek zor olmayacaktır…”(5)
Özellikle günümüzde “batı kültürü ve değerleri” olarak adlandırılan şey, 21. yy küresel kapitalist sistemin uluslararası politikalarına giydirilen ideolojik bir kılıftır. Sıraladığı 7 medeniyet içerisinde iki “medeniyet” Konfüçyen ve özellikle de İslam çok bilinçli olarak ön plana çıkartılıyor. Bölgesel çatışmaların ve savaşların bu iki “medeniyet” ile “batı medeniyeti” arasında geçeceğini savunmaktadır. “Medeniyetler Çatışması”nın bir başka ayağını da dinsel çatışmalar oluşturma
ktadır. Örneğin, 11 Eylül 2001’de ABD’deki eylemlerle ilgili Başkan Bush’un yaptığı çağrıda ABD’nin başlatmış olduğu savaşın “yeni bir haçlı seferi” olduğunu vurgulaması tesadüfi değildi. Huntington’da İslamın, “Batı Medeniyeti” için tehlikeli olduğunu iddia ederek, gerekli önemlerin alınması için uyarılar yapmaktadır. 21. yy’da bölgesel işgallerin süreklileştirilmesi için ileri sürülen bu görüşler, sömürgeciliğin bir versiyonudur. Huntington, tarihsel süreci öylesine çarpıtıyor ki, kapitalist sistemi mazlum ve mağdur gösterirken, “Konfüçyen ve İslamı” ise saldırgan ve yok edici bir “medeniyet” olarak sunmakta, “Batı Medeniyeti”nin kendisini koruması için de sürekli uyarılar yapmaktadır. Batı Medeniyeti olarak ifade ettiği kapitalist sistemin, 15.yy’dan başlayarak dünyanın her karış toprağını işgal ederek sömürgeleştirip yağmaladığını görmezlikten gelmektedir. Dahası, kapitalizmin barbar tarihini yok sayıyor. Düşman gördüğü “7 medeniyet”in her bölgesini savaş alanlarına dönüştürüp soy kırımlara yöneldiğini, köle ticaretinin “Batı Medeniyeti”nin yani kapitalizmin bir ürünü olduğunu her nedense gizliyor.
Şunları söylüyor: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sömürge imparatorlukları önce gerilediler sonra da ortadan kalktılar, evvelâ, Arap milliyetçiliği ve ardından da İslâmcı fundamentalizm kendini ortaya koydu. Batı, enerji kaynağından ötürü İran (Basra) Körfezi ülkelerine karşı şiddetli biçimde bağımlı hale geldi; petrol zengini Müslüman ülkeler, para zengini ve istedikleri anda da silâh zengini oldular. Batı tarafından vücuda getirilen İsrail ile Araplar arasında çeşitli savaşlar meydana geldi. Fransa, 1950’li yılların büyük kısmında Cezayir’de kanlı ve insafsız bir savaş yürüttü; İngiliz ve Fransız kuvvetleri 1956’da Mısır’a saldırdı, Amerikan güçleri, 1958’de Lübnan’a girdi; Amerikan güçleri, bilâhare tekrar Lübnan’a yöneldi, Libya’ya saldırdı ve İran’la çeşitli askerî çatışmalara girişti; asgari üç Ortadoğu hükümeti tarafından desteklenen Arap ve İslâmcı teröristler hafif silâhlar kullanarak Batılı uçak ve tesisleri bombaladılar ve Batılıları rehin tuttular. Araplar ve Batı arasındaki bu savaş, 1990’da Birleşik Devletler’in, bazı Arap memleketlerini diğerinin saldırısına karşı savunmak için İran Körfezi’ne büyük bir ordu göndermesiyle zirveye ulaştı. NATO planlaması da akıbetinde, gittikçe artan bir şekilde ‘güney tiribüna’ndeki potansiyel tehditler ve istikrarsızlığa yönelmiştir. Batı ve İslâm arasında, asırlardan beri devam eden bu askerî etkileşimin zeval bulma ihtimali pek yoktur. Bu daha öldürücü olabilirdi. Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’in İsrail’e saldırmış olması ve Batı’ya cesaretle karşı çıkması bir kısım Arapları mağrur etti. Batı’nın İran Körfezi’ndeki askerî varlığı, karşı konulmaz askerî üstünlüğü ve onların kendi mukadderatlarını tayin etme hususundaki yetersizliklerden ileri gelen, gücenikliğin ve tahkir edilmişliğin seslediği bir hayli öfke bıraktı. Petrol ihracatçısı olanlarına ilaveten, otokratik hükümet biçimlerinin zayıfladığı ve demokrasiye geçme çabalarının güçlendiği birçok Arap ülkesi, ekonomik ve sosyal seviyesini yükseltiyor. Arap siyasi sistemlerindeki bazı açılımlar şimdiden meydana çıkmaktadır. Bu açılımlardan esas faydalananlar İslamcı hareketler olmuştur. Kısacası Arap dünyasında Batılı demokrasi Batı aleyhtarı siyasi güçleri kuvvetlendiriyor. Bu geçici bir vakıa olabilir; fakat İslam ülkeleriyle Batı arasındaki ilişkileri kesinlikle müşkilata sokacaktır…”(6)
Huntington yukarıdaki değerlendirmesi ile yakın tarihimizdeki uluslararası politik gelişmeleri ve hatta bugün somut olarak yaşanan siyasal gerçeklikleri çok bilinçli olarak çarpıtırken, aslında kapitalist barbarların yapmış olduklarını da açıklamak zorunda kalıyor. Tarih çarpıtıcılarının en tipik adamlarından biri olan Pentagon yazarının söyledikleri politik bir yoruma tabi tutulduğunda en genel anlamıyla şunlar söylenebilir: Dünya üzerinde hegemonya kurmaya çalışan küresel kapitalist sistem, özellikle enerji yataklarının yoğunluklu olduğu bölgeleri yaklaşık olarak 100 yıldır fiilen işgal etmiş durumdadır. 21. yy’da bölgesel bir işgale dönüştüren kapitalist barbarlar, uluslar üstü tekellerle petrol alanları üzerinde tam bir egemenlik kurmuşken, “Batı”nın yani kapitalist güçlerin “İslam Medeniyeti” yani petrol üreticisi körfez ülkelerine bağımlı hale geldiklerini iddia etmek gerçeği bilerek ters yüz etmektir. İkincisi, “İslam medeniyeti” petrol zengini ülkelerinin “istedikleri silahları satın aldıkları” iddiası da tamamen yalandır.
Küresel kapitalist güçler arasında, azami kar rekabetine dayanan silahlanmayı ve silah ticaretini çok bilinçli olarak çarpıtıp, “medeniyetler çatışmasına” ya da “dinler ve kültürler çatışmasına” indirgeyip rekabetin ekonomik temellerini gizlemeye çalışmaktadır. Huntington şöyle devam ediyor: “Batı’nın asker, güçlerine karşı koyucu gelişmeye merkezi şekilde ehemmiyet arz eden (şey), Çin’in asker gücü ve asker güç yaratma vasıtalarının beslenen genişlemesidir. Çarpıcı bir ekonomik gelişme ile bu yüzüne çıkan Çin, askeri harcamalarını hızlı bir şekilde arttırıyor ve silâhlı kuvvetlerinin modernizasyonu ile enerjik bir şekilde ilerliyor. Eski Sovyet devletlerinden silâhlar satın alıyor; uzun menzilli füzeler geliştiriyor. (Bu ülke) l992’de bir megatonluk bir nükleer bombanın denemesini yaptı. Hava ikmal teknolojisi elde ederek güç-projeksiyon kapasitelerini geliştiriyor ve bir uçak gemisi satın almaya çalışıyor… Çin’in asker endamı (build up) ve Güney Çin Denizi üzerindeki hakimiyet iddiası, Doğu Asya’da çok boyutlu bir bölgesel silâh yarışını tahrik ediyor. Çin, aynı zamanda, büyük bir silâh ve silâh teknolojisi ihracatçısıdır. Libya ve Irak’a, nükleer silâh ve sinir gazı üretiminde kullanılabilen teçhizat ihraç etmiştir. Cezayir’e, nükleer silâh araştırma ve üretimine uygun bir reaktör inşa etmekte yardım etmiştir. Çin, İran’a-Amerikan yetkililerinin inancına göre -yalnız silâh üretiminde kullanılabilecek nükleer teknoloji satmış ve galiba Pakistan’a (da) 300 mil menzilli füzelerin mürekkiplerini gemiyle göndermiştir. Kuzey Kore, kısa bir müddetten beri ilerlemekte olan bir nükleer silâh programa sahip olmuştur ve Suriye ile İran’a gelişmiş füzeler ve füze teknolojisi satmıştır. Silâh ve silâh teknolojisindeki seyelân umumiyetle Doğu Asya’dan Ortadoğu’ya doğrudur. Bununla beraber bir ölçüde aksi yönde hareket (de) mevcuttur; (meselâ) Çin, Pakistan’dan Stinger füzeleri almıştır.
“Batı’nın asker gücüne karşı koymak için ihtiyaç duyulan silâh ve silâh teknolojilerinin üyeleri tarafından iktisabını ilerletmek üzere tertiplenen Kofüçyen-İsIâmi bir askeri bağlantı, bu suretle vücuda gelmektedir. Kalıcı olabilir veya olmayabilir. Ancak, hâlihazırda, Dave McCurdy’nin dediği gibi, ‘bunu (bağlantı), fikri üretenler ve onların taraftarlarınca yürütülen, hainlerin karşılıklı yardım paktıdır.’ İslâmî-Konfüçyen devletler ve Batı arasında, silâhlanma yarışının yeni bir şekli böylece meydana geliyor. Eski moda silâhlanma yarışında, taraflardan biri öbürüne karşı denge sağlamak veya süperliğini kazanmak için kendi silâhları geliştirirdi. Silâhlanma rekabetinin bu yeni tarzında (ise), bir taraf silâhlarını geliştiriyor, diğer tarafsa aynı zamanda kendi asker kapasitesini azaltırken (karşı tarafın) silâh geliştirmesini sınırlamak ve önlemekten gayri, (herhangi bir) denge kurmak için çaba sarf etmiyor…”(7)
Asya ve BOP kap
samındaki bölgelerde silahlandırmayı teşvik eden ülkelerin ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, Almanya, İtalya gibi G-8’leri oluşturan küresel sistemin kapitalist ülkeleri olduğu çok açık. Huntington’un “Batı Medeniyeti” ülkeleri dünya silah ticaretinin nerdeyse %70’ine hakimdirler. ABD’nin tek başına savunmaya ayırdığı, dünyanın geride kalan ülkelerinin toplamına eşit düzeydedir. ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, Almanya, İtalya gibi ülkeler, dünyanın en gelişmiş modern silahlarına ve nükleer silah kapasitesine sahip ülkeler olduğu bilinmesine rağmen, hedef tahtasına oturttuğu ülkeleri silah geliştirmekle suçlarken, Batının kapitalist barbarlarının ise silah indirimine gittiğini söyleyebiliyor. Petagon yazarı ayrıca, çok bilinçli olarak dikkatlerini yoğunlaştırdığı Doğu-Asya ve Ortadoğu ülkelerini silahlandıranların da yine söz konusu yaptığımız küresel kapitalist sistem güçlerinin olduğunu çok iyi bilmektedir. Peki bütün bu tahrifat ve çarpıtmalara neden ihtiyaç duymaktadır. Tarih çarpıtıcısı Huntington, ABD önderliğinde AB ile ittifak içinde dünyanın yeniden egemenlik altına alınmasını savunmaktadır. Uluslar üstü tekellerin ihtiyaçlarına bağlı olarak, daha çok doğal zenginliklerin bulunduğu bölgelerin işgal edilmesini savunuyor. Bunu içinde Avrasya ve Ortadoğu öncelikli olarak ön plana çıktığına göre bu bölgelerle ilgilenen diğer sistem güçlerinin şu veya bu biçimde hedef tahtasına oturtulması gerekiyor. Burada çatışmaların derinleştirilmesinin en kısa ve kestirme yolu ise “medeniyetler çatışması” olarak lanse edilen “kültürler” esas “dinler çatışması”nı körüklemektir. Bu politik perspektife sahip olan yazar, silahlanmaya ağırlık veren bir “İslam/Doğu ve Konfüçüyen/Asya” ile silahlanmayı sınırlayan bir “Hıristiyan/Batı” arasındaki mücadelede Batı Medeniyetini masum, Doğu ve Asya Medeniyetlerini ise saldırgan ve tehlikeli gösterme çabasındadır. Bütün bu yalanların arka planı, ABD ile AB ittifakını geliştirip, bu iki emperyalist blokun dünyayı birlikte yönetmeleridir. Çünkü uluslararası ilişkilerden haberdar olan herkes, Körfez ülkelerini silah deposu haline getirenlerin, Huntington’un savunduğu “Batı Medeniyeti” temsilcisi uluslararası kapitalist güçler olduğunu bilir. “Ortadoğu’da Silah Ticareti” bölümünde görüldüğü gibi, Ortadoğu ülkelerinin silahlandırılması için her yolu deneyen ve bölgenin zenginliklerine son damlasına kadar el koymak isteyen kapitalist sistemin yaptıklarını gizlemek ve bunun yerine Ortadoğu halklarını suçlamaya kalkmak burjuva ideologlarının en karakteristik özelliklerinden biridir. “Batı Medeniyeti” olarak kast edilen sömürgeci kapitalist devletlerin ellerinde dünyayı birkaç kez yok edecek nükleer silahlar bulunurken, bölge ülkelerinin silahlandığını iddia edip hedef tahtasına oturtmanın hiç de iyi niyetli politik bir yaklaşım olmadığı görülmektedir. Bu bölge ülkelerine silah satmak için her türlü lobi faaliyetini yürüten “Batı Medeniyeti”nin uluslar-üstü tekellerin faaliyetlerini gizlemeye yönelik politik bir tercihidir. Huntington, 1950-2000’li yılları arasındaki tarihsel evre içerisinde kapitalist işgal gücü güçlerinin, Kuzey Afrika’dan İran Körfezine kadarki bölgeyi birkaç kez işgal edip sömürgeleştirmeye çalıştığını fiilen kabul ederken, işgalci güçlerin bölgede egemenlik sağlayamamasına öfkelenip; sömürgeci işgale karşı direnişleri “medeniyetler çatışması”nın “terörist grupları” olarak yansıtıp, kapitalist barbarların bölgede gerçekleştirdikleri katliamları meşrulaştırmanın yollarını arıyor. İlginç olan bir başka gerçeklik ise, bölgede İngiltere ve ABD tarafından kurulmuş yapay devletlerin tamamen kapitalist sistemin ihtiyaçlarına yanıt verdikleri için korunduğunu en iyi bilen kişi Huntington’un kendisidir. Böylece “batı medeniyeti”nin işgalci güçlerini mağdur, toprakları işgale uğramış ve katliamlardan geçirilmiş haklar ise çok açık olarak suçlu göstermektedir.
Yazar, çok bilinçli olarak “İslam Medeniyeti Ülkeleri” olarak tarif edilen bölgelerin, küresel kapitalist sistem tarafından, ekonomik ve politik olarak tamamen bağımlı hale getirildiğini de gizlemeye çalışıyor. Kapitalist sistem, hangi koşullarda olursa olsun, girdiği her bölgeyi öncelikli olarak denetim altına alır ve ticari ilişkileri buna göre belirler. Bölgesel ticareti belirleyen olgu, söz konusu ülkelerin dini ve kültürel durumu değil, kapitalist ülkelerle olan ilişkisinin boyutudur. “Bu nedenle son olarak, ekonomik bölgecilik artıyor. Bölgesel çerçevede kalan toplam ticaret oranları 1980-1989 arasında Avrupa’da yüzde 51’den 59’a, Doğu Asya’da yüzde 33’ten 37’ye ve Kuzey Amerika’da yüzde 32’den 36’ya çıkmıştır. Gelecekte, bölgesel ekonomik blokların ehemmiyeti, muhtemelen artmaya devam edecektir. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet şuurunu takviye edecek, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak müşterek bir medeniyet içinde kök saldığı zaman başarılı olabileceklerdir. Avrupa Topluluğu; Avrupa kültürü ve Batı Hıristiyanlığının paylaştığı temele dayanır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesinin başarısı, Amerika, Kanada ve Meksika türlerinin halihazırda devam etmekte olan odaklaşmasına dayanıyor…”(8) Küresel sistem içerisinde bölgesel ticari oluşumları belirleyen tek şey kapitalist ilişkilerin doğrudan kendisidir. Ticari ilişkilerin boyutunu ve kapsamını belirleyen bölgelerin stratejik ekonomik potansiyelidir. Ortadoğu’nun ve Asya’nın uluslararası ticari ilişkilerde öncelikli olarak ön plana çıkması, bölgenin enerji yataklarına ve dolayısıyla azami kar oranıyla bağlantılı olduğu vurgulanmıştı. Yani Huntington’un iddia ettiği gibi “medeniyetler” ekonomik ve ticari ilişkiler üzerinde belirleyici/ ciddi bir etkide bulunmazlar. Bu nedenle Pentagon’un stratejistinin tek amacı, kapitalizmin ekonomik ve siyasal ilişkiler sisteminin arka planını gizleyerek, ekonomik bakımdan yüksek verimliliği olan stratejik merkezlerin denetim altına alınması için gerekçe oluşturmaktır.
Huntington, küresel kapitalist sistemin, uluslararası bölgesel ilişkilere yönelik geliştirdiği stratejik politikalar sonucu; bölgesel alanlarda “yeni tip” bir milliyetçiliğin gelişmesini de çok bilinçli olarak çarpıtıyor ve buna bölgesel alanda “medeniyetleşme” adını veriyor. Nitekim Balkanlarda görüldüğü gibi, Huntington’un “medeniyeti” olan Batı kapitalist güçleri, bölgesel milliyetçiliği ve dini körükleyerek bölge hakları arasında “iç savaşı” çok bilinçli olarak kışkırtıp sonra işgal gerekçesi haline getirdiler. NATO eksenli işgal güçlerinin, bölge halklarının bütününe yönelik yürüttüğü savaşta on binlerce sivilin öldüğünü en iyi bilen sanırım Huntington’un kendisidir. Kapitalist küreselleşme, Huntington’un iddia ettiğinin tersine toplumsal ilişkileri parçalamakta, halkların sosyal, kültürel ilişkilerini darmadağın etmekte, kapitalist sistemin sosyal, kültür ilişkilerini egemen kılmaktadır.
Bütün bu tarihsel gerçekleri yok sayarak aslında, milliyetçiliğin, ırkçılığın, dinsel faktörlerin küresel şiddetin, gelişmesinin ana kaynağının savuna geldiği “batı” kapitalist sistemi olduğunu gizlemek için ne gerekiyorsa deneyen yazar şunları yazıyor:
“Üçüncüsü, dünya çapındaki sosyal değişme ve ekonomik modernleşme süreçleri, insanları çok eski mahalli kimliklerden koparıyor. Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak milli devleti zayıflatıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık “fundamentalist” diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye girmiştir. Bu tür hareketler, İslâm’da olduğu kadar Batı Hıristiyanl
ığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm içinde de boy gösteriyor. Çoğu ülke ve dindeki fundamentalist hareketler içinde faal olan insanlar genç, yüksek tahsilli, orta sınıf teknisyenleri, meslek ve iş sahibi kişilerdir. George Weigel’in işaret ettiği gibi, Dünyanın sekülarizasyondan uzaklaşması, yirminci asrın sonlarındaki hayatın hâkim sosyal gerçeklerinden birisidir. Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel’in ifadesiyle “Tanrının Rövanşı”, medeniyetleri birleştiren ve milli sınırları aşan bir kimlik ve mit temeli sağlıyor.
Dördüncüsü, medeniyet şuurunun gelişmesi Batı’nın iki yönlü rolü tarafından güçlendiriliyor. Batı bir yandan kudretin zirvesindedir. Mamafih, aynı zamanda ve belki bir netice olarak, Batılı olmayan medeniyetler arasında ecdat fenomenine dönüş ortaya çıkıyor. İnsan, gittikçe artan bir şekilde Japonya’da maneviyata ve Asyalılaşmaya doğru eğilimler; Nehru mirasının sonu ve Hindistan’ın ‘Hindulaşması’, Batının sosyalizm ve milliyetçilik fikirlerinin başarısızlığı ve bunun üzerine Ortadoğu’daki “yeniden-İslâmlaşma” ve şimdi Batılılaşmaya karşı Boris Yeltsin’in memleketindeki Ruslaşmayla ilgili bir tartışma hakkında (birtakım) referanslar işitir. Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sahip olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze geliyor…”(9) Bütün dikkatini, kapitalist sistem içerisindeki çelişkilerin ve çatışmaların ideolojik ve politik kökenlerini ortadan kaldırıp “kültürel çatışmalara” indirgeyip bunun nedenini de “dinlerarası çelişkilere” bağlamaya çalışan Huntington, dünyayı “batılı olan ve batılı olmayan” biçiminde ayırıp, Batı’nın egemenliği için stratejiler oluşturmaya çalışmaktadır. Huntington’un savunduğu genel tezlere karşı Samir Amir’in eleştirel tarzdaki analizleri oldukça aydınlatıcıdır: “Hakim ideolojiler tanım olarak muhafazakardırlar. Kendilerini sosyal örgütlenmenin tüm çeşitleriyle yeniden üretebilmek için tarihin sonu olduklarını iddia etmeleri gerekmektedir. Hakim muhafazakâr tez gücünü modern dünyaya hakim olan değerlerin çarpışmasının kaba pratiğinden almaktadır. Bu kabın içine politik organizasyonların ilkeleri (yasallık düşüncesi, devlet, insan hakları, demokrasi), sosyal değerler (özgürlük, eşitlik, bireycilik) ve ekonomik yaşamın örgütlenmesinin ilkeleri (özel mülkiyet, serbest piyasa) katılmıştır. Bu karışım, aynı mantıksal işlemler sonucu ortaya çıkarılan değerlerin oluşturduğu bölünmez bütün olarak yanlış taleplere yol açar. Sonuç olarak, sanki açık ve önemli bir bağ varmışçasına kapitalizm demokrasiyle birleştirilmektedir. Ancak tarih tersini gösteriyor: demokratik ilerlemeler mücadeleyle kazanılmıştır ve kapitalist gelişmenin doğal, kendiliğinden ürünü değildirler. Eğer biz tarihin, insanlığın ve gezegenin yok oluşu olmasını istemiyorsak, kapitalizm aşılmalıdır. Tarihi potansiyelini tüketmeden önce yayılması, binlerce yılı alan geçmiş sistemlere karşı olarak kapitalizm, ancak tarihte özel bir parantez olarak görülebilir. Bu zamanda, birikimin temel görevi tamamlandı, fakat üstün olan, feragat etmeyen rasyonalite tarafından belirlenen ve otantik hümanite üzerine temellenen sosyal düzenin yerini almak için yolu düzenlemiştir. Başka bir deyişle, kapitalizm kendisinin tarihsel pozitif potansiyelini çok erken tüketmiştir, gelişmenin yolunu bulmasını sağlayan araç olmayı bırakmıştır ve şimdi gelişmenin önünde engeldir.
Burada gelişme, sermayenin genişlemesiyle ilgili soyut irade dışı bir ürün olarak tanımlanmaktadır, fakat bağımsız olarak sermayenin ekonomik feragat, ekolojik yoketme ve küresel kutuplaşma olan ürünlerine karşıt olan insan kriteri ile tanımlanmıştır. Bu çelişkiler, kapitalizmin tarihinin başarılı karşıt hareketlerden oluşturulmasının sebebini açıklamaktadırlar. Bazı dönemler boyunca sermayenin genişlemesinin mantığı tek bir güç olarak tecrübe edilmiştir ve diğerleri boyunca sistem karşıtı güçlerin müdahelesi onun gelişmesinin doğasında olan yok ediciliği sınırlamıştır…”(10)
Huntington, Medeniyetler arasındaki ilişkileri tanımlarken, ülkelerin coğrafik büyüklüğünü, nüfus artışını ve göçmenlik olgusu üzerinde sıklıkla durmaktadır. Kuzey Afrika kıyılarından başlayın Çin ve Hindistan’a kadar olan bölgeyi içine alarak Konfüçüyen ve İslam eksenli coğrafik bölgeler üzerinde durmaktadır. Dini bakımından İslam olan ülkelerde nüfus artışının Batı için tehlikelerine dikkat çekmektedir. Ayrıca Çin ve Hindistan’ın nüfus yoğunluğu üzerinde durmaktadır. Bütün tarihsel evreler göstermiştir ki, nüfus artışları bir ülkenin ekonomik olarak gelişmesi için belirleyici bir avantaj oluşturmamıştır. Tersine ekonomik olarak geri kalmış ülkelerde nüfus artışı, hemen her zaman ekonomik ve sosyal bir sorun haline gelmiştir. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini, uluslararası alandaki gücü, nüfus ve toprakla değil, dünyadaki ekonomik gücü belirlemektedir. Tek başına nüfus veya toprağın uluslararası ilişkilerde pek bir anlam ifade etmediğini bütün tarihsel evreler ortaya koymaktadır. Toprak büyüklüğü, nüfus yoğunluğu ile ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyi ve askeri gücü bütünleştiğinde önemli bir etki yaratmaktadır. Huntington, nüfus yoğunluğu olan ülkelerin aynı zamanda uluslararası sermayenin pazar alanlarını oluşturduğunu bilerek görmezlikten geliyor. Örneğin Çin ve Hindistan, Malezya, Endonezya gibi ülkelerin uluslararası sermayenin özellikle ilgilendiği alanlar olmasının en önemli nedenlerinden birinin nüfus yoğunluğunun önemli bir tüketim pazarı oluşturmasıdır.
Huntington’un ideolojilerin bittiğini ve bunun yerini dinsel-kültürel çalışmanın aldığını büyük bir titizlikle vurguluyor ve öncelikli çatışmanın Hıristiyanlık ile İslam arasında olacağını savunuyor. Hıristiyanlığın egemenliği olarak kastettiği şey; ABD-AB ittifakına dayanan dünyanın yeniden işgalidir. Egemenliğin öncelikli alanı da İslam toprakları olarak kastedilen enerji yataklarının bulunduğu bölgedir.
“Medeniyetler arasındaki fay kırıkları, Soğuk Savaş’ın kriz ve kan dökme için flaş noktası olarak benimsediği siyasi ve ideolojik sınırlarla yer değiştiriyor. Soğuk Savaş, “Demir Perde” Avrupa’yı siyasî ve ideolojik olarak böldüğü zaman başladı; “Demir Perde”nin son bulmasıyla nihayete erdi… İdeolojik bölünmesi ortadan kalktıkça, Avrupa’nın bir yandan Batı Hıristiyanlığı ve Ortodoks Hıristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslâm’la kendisi arasındaki kültürel bölünmesi yeniden ortaya çıktı…”(11) diyen Huntington tarihsel gerçekleri gizleme telaşından vazgeçmiyor. Sınıflı toplumların ortaya çıktığından bugüne değin, ideolojik ve politik temellere dayanan sınıflar mücadelesi, değişik biçimler alarak devam etti. 21. yüzyıla girerken, dünya kapitalist sistemin iç ilişkilerinde meydana gelen bir kısım değişiklikler, sınıflar arasındaki mücadelenin ve çatışmanın ana temalarını değiştirmedi. Biçimsel değişiklikler, 21. yüzyılda piyasaya sunulan ama politik tarihsel çerçeve içerisinde ele alındığında hiç de yeni olmayan neo-liberalizmin politik argümanı olan “liberal demokrasi” dünya kapitalist sistemin ideolojik-politik çizgisinin tam da kendisidir. Pentagon yazarının yaptığı, “liberal demokrasi” adı altında küresel dünya kapitalist sisteminin 21. yy’daki bölgesel sömürgecilik politikalarına ideolojik bir kılıf aramaktır.
Notlar:
1 Samuel Huntington/Medeniyetler Çatışması mı? Türkiye Günlüğü, syf:22, Yaz-1993. Çeviri Mustafa Çalık, 2 F. Fukuyama/Savaşların Geleceği, Türkiye Günlüğü, s. 54, Ocak-Şubat 1999. Çeviren Kadir Koç Demir
3 Esprit. Sayı:4, Nisan 1996
4 İmmanuel Wallerstein/Jeopolitik ve Jeokültür, syf: 314-315, çev: Mustafa Özel, İz yay. 1993
5 Monthly Revıew. No: 48, c:48
6 Huntington. Age syf: 31-32
7 Huntington. Age syf: 46-47
8 Huntingont, age, syf: 27
9 Huntingont, age, syf: 26
10 Samir Amir, Emperyalizm ve Kültürelcilik, Monthly Review, No:2
11 Huntingont, age, syf:30