Yoksulluğu sınıfsal bir çözümlemeye tabi tutmadan kendi başına ele almak, yoksulluk ile mağduriyet özdeşliğinden hareketle mağduriyeti (riski) giderici tedbirler almak, bugünkü egemen “yoksullukla mücadele stratejilerinin” ana yaklaşımıdır. Bu yaklaşım yoksulluğu kalıcılaştırmakta, muhalif özünü törpülemekte ve sisteme eklemlemektedir. Yoksulluğun gerçek bir mücadele hedefi haline getirilmesi, bir başka deyişle yoksulluğun nihai olarak ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir mücadele, […]
Yoksulluğu sınıfsal bir çözümlemeye tabi tutmadan kendi başına ele almak, yoksulluk ile mağduriyet özdeşliğinden hareketle mağduriyeti (riski) giderici tedbirler almak, bugünkü egemen “yoksullukla mücadele stratejilerinin” ana yaklaşımıdır. Bu yaklaşım yoksulluğu kalıcılaştırmakta, muhalif özünü törpülemekte ve sisteme eklemlemektedir.
Yoksulluğun gerçek bir mücadele hedefi haline getirilmesi, bir başka deyişle yoksulluğun nihai olarak ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir mücadele, bizatihi yoksulların bir emek hareketi halinde örgütlenmesini ön gerektirir.
Bu noktada yoksulluğun sınıfsal çözümlemesi önemlidir; girmemiz gereken alan işçileşme ile yoksullaşma arasındaki ilişkidir.
Uzunca bir süredir uygulanan yeni sermaye stratejileri, işçi sınıfını geleneksel bağlarından koparmakta, “sosyal refah devleti” döneminde göreli olarak istikrar kazanan emek ilişkilerini (istihdam yapısı, endüstriyel ilişkiler, haklar vb.) darmadağın etmekte; öte yandan göç ve mülksüzleşme temelinde yoğun bir işçileşme dalgasına neden olmaktadır.
Yeni işçileşme ile yoksullaşma iç içedir; yeni işçiler “çalışan yoksullar”dır. Bu gelişmeyi doğrulayan çok sayıda olgu sıralamak mümkündür. Bugün özellikle “yeni sanayileşen” (bağımlı, azgelişmiş vb.) ülkelerde ücretli çalışanların yarısından fazlası kayıt dışı istihdam edilmektedir. Türkiye’de de 10 milyonu aşkın ücretlinin yarısı sigortasızdır. Bu da milyonlarca emekçinin sosyal güvenceden yoksun olarak asgari ücretin de altında çalıştırılması demektir.
Düzensiz istihdam olağanüstü ölçüde yaygınlaşmaktadır. Gerek istihdam türleri (kısmi süreli çalışma, geçici veya mevsimlik çalışma, belirli süreli çalışma vb.) gerekse çalışma saatleri (günde 8 haftada 48 saati çok aşan çalışmalar) açısından düzensizleşme (atipik hale gelme, standart dışı çalışma) istisnai değil temel kural haline gelmektedir.
İşletme içi bölünme emekçileri yoksullaştıran bir başka olgudur. İşletmelerde kapsam dışı çalışanlar (büro çalışanları, teknik elemanlar, mühendisler vb.), üretim işçileri ve taşeron işçileri bir arada bulunmaktadır. Geçmişte ana gövdeyi oluşturan üretim işçileri bugün çifte baskılanma altındadır.
Bir yandan kapsam dışı çalışanların oranı, teknolojik gelişmeye paralel biçimde olarak artarken (ki bu teknik elemanların ayrıcalıklarını törpüleyen ve onları diğer işçilerle nesnel olarak birleştiren bir süreçtir), diğer yandan taşeronlaşma yan faaliyetlerle sınırlı olmaktan çıkarak üretim içine girmekte, taşeron işçilerinin oranı da artmaktadır.
Bu baskılanma düzenli üretim işçilerinin haklarını zayıflatan bir ortam yaratmaktadır. Kapsam dışı çalışanlar (ki bu terim sendikaların toplu sözleşme ile kabul ettikleri, yasal olarak böyle olması gerekmeyen bir terimdir) ve taşeron işçileri ile bütünleşmeyi önüne bir hedef olarak koymayan bir işçi hareketinin, sermayenin “esnekleştirme” (kuralsızlaştırma) atağına karşılık vermesi de güçtür. Bütün bunlar yoksullaşmayı besleyen etmenlerdir.
Öte yandan işletmelerin bölünmesi, küçük ve orta boy işletmelerin sayıca çoğalması ve bunların organize bölgelerde toplanarak tek bir emek yönetimi rejimine tabi kılınması da işçileşme ve yoksullaşma ilişkisini güçlendirmektedir.
İşsizlik yoksulluğun en önemli nedenlerinden biridir. İşsizliğin bir yanıyla emekçi sınıflar içinde düşünülmesi gerekir; işsizliği “yedek sanayi ordusu”, yani emeğin hakları üzerinde baskı yaratma aracı olarak tanımlamak hala geçerlidir. Bununla birlikte mevcut emek ilişkilerinden tamamen dışlanmış bir “işsiz yoksul” kitlenin varlığı da göz ardı edilemez.
Bu kesim, geçinebilmek için kısa süreli marjinal işler (işportacılık, taşıyıcılık vb.) dışında genellikle yardıma muhtaç bir yaşam sürmektedir. Ama çalışmanın kendisinin düzensizleşmesi, istihdam güvencesinin ortadan kalkması, iş sirkülasyonunun büyük ölçüde artması, sosyal dışlanma ile çalışan yoksullar arasında kuvvetli bir geçişkenlik yaratmakta; bu iki kategori tek bir düzlemin parçaları haline gelmektedir.
Bütün bu saydıklarımızdan bir yeni işçi profili oluşturmak mümkündür. Bu yeni işçi çalışan yoksuldur. Çalışan yoksulların örgütlenmesi elbette bir emek örgütlenmesidir. Ama bu yeni emek örgütlenmesi eski biçimler altında olmayacaktır. Bir başka deyişle, düzenli istihdamı ve büyük ölçekli işletmeleri temel alan geleneksel sendikal örgütlenme “çalışan yoksullara” ulaşmada yetersiz kalmaktadır.
Yeni bir sendikal örgütlenme anlayışına ve pratiğine ihtiyaç vardır. Örgütlenme temelini işyeri ile işçinin işyerindeki sorunları ile sınırlamayan; bütün işkollarından işçilerin bölgesel örgütlenme ağını yaratan; mahalli emek örgütlenme birimleri yaratan; toplu pazarlığı yasal bir görev değil, emekçilerin ekonomik, sosyal ve demokratik haklarının geliştirilmesi olarak kavrayan, ve buna göre meslek veya bölge temelinde asgari standartlar oluşturmaya çalışan; sendikal örgütlenme ile emekçilerin diğer örgütlenme biçimleri (hemşehri dernekleri, meslek dernekleri vb.) ve diğer sosyal hareketler (kadın, çevre, gençlik vb. örgütleri) arasında işbirliği sağlayan bir sendikal hareket, bir emek hareketi temel ihtiyaçtır.
Bu ihtiyaca yanıt veren pratikler eldeki tüm imkanlarla sürdürülmelidir. Eldeki tüm imkanların mutlaka mevcut sendikal örgütler olması da gerekmez. Dünyadaki gelişmelere bakıldığında yeni emek hareketine katkıda bulunan çok çeşitli örgütlenmelerin ortaya çıktığı görülmektedir. Elbette sendikal örgütlenme hala temel önemdedir ama ona paralel yeni inisiyatifler rakip değil tamamlayıcıdır.