“Filistin bu sistemin, yerli halkın mücadelesinin, mültecilere ve Küresel Güney’den gelen göçmenlere karşı ayrımcılık da dahil olmak üzere sömürgeciliğin sürmekte olan mirasının kurbanlarının mücadelesinin ve çevresel adalet için mücadelelerin somutlandığı bir örnektir. Bu nedenle Filistin’in mücadelesi dünyadaki daha eşit, adil ve ayrım gözetmeyen bir toplumda yaşamak için mücadele edenlerin direniş sembolü haline geliyor”
Söyleşi 13 Kasım 2024’te yayımlandı.
On üç ay önce İsrail’in Gazze halkına karşı başlattığı yok etme savaşının başlamasından beri, Birleşmiş Milletler İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü Francesca Albanese soykırımın vakanüvisi, hukuki analisti ve siyasal muhalifi olarak uluslararası ün kazandı. Mayıs 2022’de göreve başlayan -Filistin asıllı Amerikalı gazeteci Şirin Ebu Akile’nin Cenin’de İsrail güçleri tarafından öldürüldüğü ay- Campagna [Güney İtalya’da bir kasaba] doğumlu uluslararası insan hakları avukatı, peş peşe Tel Aviv’deki apartheid rejimini, onun sömürgeci yerleşimlerin çapraz çizgilerle kestiği Batı Şeria’yı ‘sürekli gözetlenen bir açık hava panoptikonu’ haline getirmesini ve geçen Ekim ayından beri Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırım suçlarını ayrıntılandıran resmi raporlar yayımladı.
Uluslararası forumlarda derhal ve koşulsuz ateşkes ve İsrail devletine karşı her türlü küresel baskı seferberliğinin öncülüğünü yapan Albanese’nin yükselen profili, doğal olarak, Britanya’da Filistin’in kurtuluşunu destekleyen herkesin bildiği, alışılmış karalama kampanyasına maruz kaldı. Şimdi ise, İsrail yanlısı örgütlerin onun Batı ülkelerindeki üniversite kampüslerine girmesinin yasaklanmasını isteyen taleplerine karşı, Özel Raportör Londra’daki üniversitelerde, İsrail’in soykırımı ve ve uluslararası insan hakları hukukunun soykırıma karşı direnişteki rolü (ve kısıtları) hakkında bir konuşma turuna başladı. IDF’nin [Israeli Defense Forces (IDF)– İsrail Savunma Kuvvetleri] Generaller Planı’na göre Kuzey Gazze’deki etnik temizlik ilerlerken ve katledilen binlerce Filistinli ve Lübnanlı çocuğa daha fazlası eklenirken Albanese’nin pazartesi akşamı SOAS’taki [Londra Üniversitesi’ne bağlı Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu] konuşması katılımcılara durumun çok kötü olduğunu bir kez daha gösterdi.
Russel Meydanı’nın yanındaki kampüse yaklaşırken ilk önce kendimi SOAS’ın mikrokozmik bir grup tarafından bloke edilmiş kapısına giden yolda buldum: Polis gözetimindeki Siyonizm taraftarı göstericiler -Birleşik Krallık ve İsrail bayraklarını, ‘BAN FRAN’ [Fran Yasaklansın] dövizlerini sallıyor ve ‘I-I-IDF’ diye slogan atıyorlardı – ve onlarla üniversite arasında çok daha büyük, daha genç ve farklı toplum kesimlerden oluşan, çoğu öğrenci, Filistin destekçisi bir topluluk vardı. Topluluğu selamlayan Albanese’nin, bir ünlü gibi, tezahürat ve davul sesleriyle karşılanması, Filistin destekçileri tarafından hissedilen bir rezonansın dramatizasyonu gibiydi: Albanese’nin maruz kaldığı kişisel saldırıya rağmen Gazze halkının yanında durması ile SOAS’ın disiplin baskısı karşısında duran kendi eylemleri arasındaki rezonans.
Kurumun [SOAS] İnsan Hakları Hukuku Merkezi’nin Eş Direktörü Dr. Michelle Staggs Kendall, beklenenden çok daha fazla katılımın olduğu toplantıyı şu sözlerle açtı: “Güçlü ve cesur sesini kesme girişimlerine karşı Francesca Albanese ile dayanışma içindeyiz.” Geçenlerde Dışişleri Bakanı David Lammy’nin parlamentoda İsrail’in Gazze’de yaptıklarına ‘soykırım’ demenin ‘bu ifadenin ciddiyetinin altını oymak’ olduğunu ileri sürmesi üzerine, Albanese’nin hocası Profesör Lynn Welchmann eski öğrencisi Albanese ile aynı okuldan mezun olan David Lammy’nin hukuki yetkinlikleri arasında Albanese lehinde bir karşılaştırma yaptı. BM’de Filistin’i savunmak ve soykırıma karşı çıkmaktaki yorulmak bilmeyen çalışması ‘cesurca’ olarak takdir edilen Albanese, ‘Emperyalizm, Sömürgecilik, İnsan Hakları: Filistin’in Turnusol Testi’ başlıklı konuşmasını sunmak üzere salona girince katılımcılar tarafından ayakta alkışlanarak karşılandı.
Konuşmasının özeti yerine, Albanese’nin açılış konuşmasında tanımlamasını yaptığı, Kasım 2024’e kadar Gazze’deki soykırımın topoğrafyasını olduğu gibi veriyorum:
Filistin halkının şimdi zihinlerimizi olanca ağırlığıyla işgal eden durumunu anlatmama izin verin. 401 günden beri, İsrail’in, Gazze’yi hiç ara vermeden, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi gözetmeksizin, bombalamaya, silah ve ağır silahlarla ateş altında tutmaya devam ettiğini izlemekteyiz. Savaş en acımasız yüzünü gösterdi. Geniş ölçekli, ayrım yapmaksızın bombalama; yapay zeka tarafından seçilen hedef alma sistemlerinin kullanılması; insansız hava araçlarının havadan ısrarlı gözetlemeleri; otomatik nişancıların insanlara markette alışveriş yaparken, su taşırken, tıbbi yardım ararken ve hatta çadırlarında uyurken ateş etmesi; tanklarında gizlenmiş askerlerin silahsız sivillere ateş açması… Diri diri yakılmak, molozların altında acılar içinde yavaş yavaş ölmek; nesiller boyu bir arada yaşayan kalabalık ailelerin evlerinin bombalanması ve tümünün bir seferde yok olması; hastanelerin ve mülteci kamplarının şimdi artık büyük bir kısmı yıkıma uğramış bu topraklarda yaşamış gazetecilerin, öğrencilerin, doktorların, hemşirelerin, engelli kişilerin mezarlıklarına dönüşmüş olması…
Konuşmayı takiben SOAS’ın Paul Webley Binası’ndaki kalabalık bir resepsiyonda kısa bir sohbetten sonra, Tribune, Albanese ile, ertesi gün Mile End’deki [Doğu Londra’da bir semt] bir Afgan restoranında bir araya gelmeyi ayarladı. Etrafındaki yollardaki lamba direklerinin Filistin bayrakları ile süslendiği restoranda, BM İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörlük görevi sırasında karşılaştığı Gazze’deki soykırımı, İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğini, uluslararası hukuka göre halkların ve devletlerin haklarını, sorumluluklarını tartıştık.
Owen Dowling: Tribune’e konuştuğunuz için çok teşekkür ederiz. Bir Soykırımın Anatomisi (Mart 2024) ve yakında yayımlanan Sömürgeci Silme Olarak Soykırım (Ekim 2024) başlıklı BM raporlarınızı okudum ve tabii dün akşam SOAS’ta, ‘Filistin’de gördüğümüz yıkım, tam olarak ve kesinlikle yerleşimci sömürgeciliğin yaptıklarıdır. Yerleşimci sömürgeci soykırım budur’ diyerek neden soykırım çerçevelemesinde ısrar ettiğinizi açıkladığınız konuşmanızı dinledim.
İleri sürdüğünüz argümanın, Filistin’de sürmekte olan soykırımın bir yerleşimci sömürgeci soykırımı olduğu argümanının, uluslararası hukuk açısından hangi yönleriyle böyle kavranabileceğini biraz daha açar mısınız?
Francesca Albanese: Her şeyden önce, neyin soykırımı meydana getirdiği kişisel fikirler, kişisel hikayeler veya geçmişte olanla kıyaslayarak tanımlanamaz -her ne kadar geçmişin bize soykırımın nasıl bir şey olduğu hakkında söyleyecek çok şeyi olsa da. Hukuki açıdan neyin soykırım olduğu Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde belirtilmiştir. Öldürme eylemleri, şiddetli bedensel ve zihinsel acıya yol açan eylemler, bir grubun mahvolmasına yol açacak yaşam koşullarının yaratılması, çocukların zorla yerinden edilmesi, doğumların engellenmesi gibi bizatihi kendisi suç olan bir dizi eylemlerden oluşur. Bunlar Soykırım Sözleşmesi’nin tanıdığı soykırım eylemleridir.
Soykırımın olması için kritik unsur bir grubu -tamamını ya da bir kısmını- bu eylemlerden biri yoluyla da olsa yok etmek niyetidir. Avustralya ve Kanada’da olduğu gibi, aslolarak çocukların taşınması yoluyla -her ne kadar yalnızca bu yolla olmasa da- yani öldürmeden de soykırım uygulanabilir. İşte burada ilk mesele var, bazı insanlar, bir yandan Gazze’nin tamamını yıkan İsrail’in sadece 45.000 kişi öldürdüğü için, sanki bu normalmiş gibi, İsrail’in yapmakta olduğunun ‘soykırım’ olarak etiketlenmesine itiraz ediyorlar.
Bazı insanlar bu mezalimi görüyorlar, ama bunu yine de ‘öz savunma’ diye savunuyorlar. Mesele şudur: Bu aşırı yıkım, bu büyük hak ihlali, uluslararası hukuktaki sivillerin, sivillere ait binaların ve sivil yaşamın korunmasına dair temel kurallar İsrail’in ya bir terörist olduğu için, veya canlı kalkan olduğu için ya da sivil zayiat olarak herkesin öldürülebileceği ve her şeyin mahvedilebileceği mantığı tarafından ezilip geçildi. Bu nedenledir ki, 402 gün sonra Gazze yaşanamaz hale geldi. Gazze mahvedildi. Eğer bu görülür bir soykırım değilse, soykırım nedir?
Bu soykırımın meydana geldiği bağlamı da anlamamız lazım. Son raporu (‘Sömürgeci Silme Olarak Soykırım’) bu nedenle yazdım. Filistinlileri Gazze’de bir yıldan –bir yıl!’- fazla bir zamandır yaşamı mümkün kılacak her şeye erişimden, su, yiyecek, ilaç ve yakıttan mahrum ettikten ve keyfi olarak tutukladıktan, özgürlüklerinden mahrum bıraktıktan, işkence ettikten, tecavüz ettikten sonra öldürmek, onlara yaşamı imkansız kılmak, kuzeyden güneye batıdan doğuya bombalayarak zorla yerlerinden etmek, Gazze’deki yaşama en aykırı yerlerde yaşamaya zorlamak… Gerçeği görüyor muyuz?
Ve tabii mesele şudur ki, bu bir yıl önce başlamadı. Filistinliler ezildi, baskıya uğradı, kötü muamele gördü, istismarın, hakaretin, utancın ve uluslararası hukukun en kötü ihlallerine maruz bırakıldı. İsrail nehirden denize sadece Yahudi egemenliğinin olduğu ‘Büyük İsrail’i gerçekleştirme peşinde olduğu için bunu yapıyor. Bu nedenledir ki, bu soykırım, sadece, diğer soykırımlarda olduğu gibi ‘öteki’nin insanlık-dışılaştırılmasıyla, bir siyasal doktrine dönüştürülmüş ideolojik nefret yüzünden yürütülmüyor; bu soykırım suçu toprak yüzünden ve toprak için işleniyor. İsrail, üzerinde Filistinlilerin olmadığı toprağı istiyor. Ve Filistinliler için topraklarında kalmak bir halk olarak varlıklarının bir parçasıdır. Bu yüzden sömürgeci silme olarak soykırım diyorum.
Raporunuzda, Uluslararası Adalet Divanı kararlarının İsrail işgalinin bizzat kendisini, ulusrararası hukuka göre, bir saldırganlık eylemi saydığını da not ederek, bu durumun İsrail’in egemen bir devletin meşru müdafaa hakkı iddiasını boşa çıkardığını belirttiniz. Uluslararası hukuka göre işgalin kendisinin bir saldırganlık eylemi olduğu, İsrail’in sıkça iddia ettiği ‘öz savunma hakkı’ iddiası için ve dolayısıyla da Filistinlilerin halk olarak silahlı direniş hakkı için ilkesel olarak ne anlama geldiğini bir kere daha açıklayabilir misiniz?
Uluslararası Adalet Divanı ciddi hukuk uzmanlarının, akademisyenlerin ve diğerlerinin on yıllardır söylediği şeyi tespit etti. İsrail işgal edilmiş Filistin topraklarında, yani Gazze’de, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te, yasa dışı bir işgali sürdürmektedir. Bu durum, Filistinlileri kendi kaderlerini tayin etmekten, yani bir halk olarak varolmaktan, alıkoymaktadır. Bu ırk ayrımcılığı [segregation] ve apartheid anlamına gelmektedir, çünkü bu [işgal], Filistin toprağının sadece Yahudi İsrail yurttaşlarının yararı için ilhak edilmesine dönüşmekte ve bunun sürdürülmesine müsade etmektedir. Bu nedenledir ki, (UAD’nın kararları gereğince) işgal tamamen ve tartışmasız ve koşulsuz bir biçimde Eylül 2025’ten önce sona erdirilmelidir. Yani bu, askerlerin gitmesi, yerleşimlerin kaldırılması, orada yaşayan İsrail yurttaşlarının Filistin yurttaşı olmak istemiyorlarsa İsrail’e gönderilmeleri demektir. Ama toprak Filistinlilere geri verilmelidir. Kaynakların İsrail tarafından sömürülmesine müsade edilemez. Bu çok açıktır ve ileriye gidebilmeyi güven altına almanın tek yoludur. Benim görüşüme göre, bu aynı zamanda sonun başlangıcıdır, işgal edilmiş Filistin topraklarında ve ötesinde İsrail apartheidının sonunun somut başlangıcıdır.
Filistin halkının ezilmesine yol açan bir işgali sürdüren İsrail, işgal altındaki Filistin topraklarından doğru yayılan güvenlik tehditleriyle karşı karşıyadır. Ama bunlar İsrail’in empoze ettiği baskının sonucudurlar. Ve bu tehditleri sönümlendirmenin tek yolu işgali sonlandırmaktır. İsrail kendi toprağında başka devletlerden gelen tehditlere karşı kendini savunma hakkına sahiptir. Bu durum İsrail’e askeri gücünü kullanmak ve diğer ‘ülke’ye karşı savaş açmak hakkını verir. Ama mesele İsrail’in işgal altında tuttuğu bir halka saldırıyor olmasıdır. Ve [Filistinlilerin] kendi kaderini tayin hakkı ihlalleri direnişe yol açmaktadır. Bir halkın direnme hakkı bir devletin kendini savunma hakkı ne ise odur, dolayısıyla çarpışan iki çıkar arasında yakın ve yanyana gelmiş bir çatışma var. Ancak uluslararası hukuk açık bir şekilde Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının yanındadır. Şüphesiz direnme hakkının sınırları vardır. Öldürmek ve rehin almak için sivilleri hedefleyemez. Böyle bir şeyin arkasından adalet sağlanmalı, bu eylemlerin soruşturulması ve kovuşturulması gelmeli, yok etme savaşı değil.
BK [Birleşik Krallık] bağlamına dönersek, Gazze’deki soykırımın başında, o sırada muhalefetin lideri olan Keir Starmer, utanç verici bir şekilde, kendi sözleriyle söyleyecek olursak, İsrail’in Gazze Şeridi’ne verilen su ve enerjiyi kesme ‘hakkı’nı desteklediğinin işaretini verdi. Ve şimdi, başbakan olarak, Dışişleri Bakanı David Lammy -her ikisi de daha önce Filistin destekçisi platformlarda yer almışlardı– soykırım iddialarını reddettiler. Lammy, bu iddianın bu terimin tarihsel ağırlığının altını oyduğunu ileri sürdü. Aynı zamanda da hükümetlerini ‘uluslararası hukuka tam saygısı’ olan bir hükümet olarak tanımladı. Britanya, neye göre, İsrail’de olanın bir soykırım olmadığı tutumunu almaktadır ve İsrail devletine silah ve diğer destek malzemelerini göndermeye devam etmesi uluslararası hukuka bağlı kaldığı iddialarının yanında nasıl durmaktadır?
Her şeyden önce, şunu söylemeliyim: Politik ve ideolojik düşüncelere bağlı kalmaksızın, insan haklarını desteklemeyen birisinin kendisine insan hakları avukatı diyebileceğine inanmıyorum. Aç bırakmanın kabul edilebilir olduğunu söylemek, nihayetinde çatışmalarda, anlaşmazlıklarda, krizler ve benzeri durumlarda sivillerin korunması olan uluslararası hukuka ihanet etmektir. Uluslararası Adalet Divanı’nın kabul etmesine rağmen, sürmekte olan soykırımı inkar eden bir dışişleri bakanı var. Bunu nasıl inkar ettiğini açıklamalı. Ama zaten bahanelerden başka bir şey duyacağımızı zannetmiyorum. Tarih, yetkisi olup da zulmü engellemek için bir şey yapmayan bu insanları yargılayacak. Bir yandan da ama, böyle yaparak, BK, uluslararası hukuka göre, uluslararası alanda haksızlıklara sebep olan bir ülkeye destek ve yardım etmeme mecburiyetini ihlal etmektedir. İşte geldiğimiz nokta bu. Sorumluluklar var ve suç ortaklıkları olabilir. Bu nedenledir ki, bu insanların hesap verebilirlikleri için, stratejik olarak ihlaller hakkında dava açmayı [strategic litigation] teşvik ediyorum, bu halkın gücüdür: Onun seçilmiş liderleri bu ülkeyi ve vergi verenleri bir imha savaşını fonlamaya sürüklemesinler.
Dün akşam da söylendiği gibi, SOAS’ta (ve başka kurumlarda) uluslararası insan hakları avukatı eğitimi aldınız. Konuşmanızdan sonraki soru-cevap bölümünde saldırganlık eylemlerini ve insanlığa karşı suçları dizginlemenin araçları olarak uluslararası hukukun ve savaş sonrası [II Dünya Savaşı] uluslararası kurumların kullanışlılığı, sürdürülebilirliği veya güvenilirliği hakkında farklı bakış açıları tartışıldı. Aynı zamanda, bu kurumlardaki emperyalist mirasları ve güç-yapısal gerçeklikleri algılayabilir ve anlayabiliriz.
Tribune uzun zamandan beri Güney Afrika’nın özgürlüğü için apartheida karşı hareketi başından beri desteklemiş sosyalist ve enternasyonalist bir yayındır. Küresel politika sorunlarına öyle bir perspektiften yaklaşan aktivistler, bir yandan bu kurumlar hakkında eleştirel, anti sömürgeci bir perspektifi sürdürürken, nasıl olur da sömürgeciliğe karşı uluslararası hukukun ve mevcut uluslararası kurumların söylemi ve çerçevesini savunmayı kabul edip Filistin’in kendi kaderini hakkını elde etmesine yardımcı olabilirler?
Uluslararası ilişkilerin çeperinde gözüküyor olsalar bile, hala İmparatorluğun merkezlerinde olan, sistemlerimizdeki problemi görmek zorundayız: Başka bir halkın toprağını, başka bir halkın iradesini, başka bir halkın kaynaklarını kontrol ederek onların hayatını sefalete çeviren problem. Bu artık sadece Küresel Güney’de olmuyor; Küresel Kuzey’deki pek çoğumuza da oluyor. İşçilerden yaşlılara, engellilere, LGBT’lere ve göçmenlere kadar bir dizi grubun kırılganlığı ve güvencesizliğinde aynı şeyi görmenin zamanıdır. İfade ve söz söyleme özgürlüğü, insanca ücret veya insanca barınma ve sağlık hizmeti hakkı Küresel Kuzey de dahil olmak üzere giderek daha çok ihlal edilmektedir ve Küresel Güney’deki fazlasıyla Batı liderlikli sistemin elinde eziyet çeken insanların uğradığı ihlallerden koparılamaz. Filistin bu sistemin, yerli halkın mücadelesinin, mültecilere ve Küresel Güney’den gelen göçmenlere karşı ayrımcılık da dahil olmak üzere sömürgeciliğin sürmekte olan mirasının kurbanlarının mücadelesinin ve çevresel adalet için mücadelelerin somutlandığı bir örnektir. Bu nedenle Filistin’in mücadelesi dünyadaki daha eşit, adil ve ayrım gözetmeyen bir toplumda yaşamak için mücadele edenlerin direniş sembolü haline geliyor.
Bir süre önce eski BM Apartheid’a Karşı Özel Komitesi’nin tekrar oluşturulması çağrısında bulundunuz. Birleşmiş Milletler’in ve BM ile ilişkili kurumların Güney Afrika üzerine yürütülen uluslararası anti-apartheid hareket sırasındaki rolünün bugün Filistin ile uluslararası dayanışma hareketi için pratik önemi sizce ne olabilir?
Aslolarak Küresel Güney’deki ülkeler tarafından yürütülen apartheidı ortadan kaldırma tartışmasında, Birleşmiş Milletler giderek artan bir rol oynadığını düşünüyorum, fakat bu, büyük ölçüde dünyayı sarmakta olan bir karışıklığın yansımasıydı. Uluslararası anti-apartheid hareketi dünyanın bu parçasında -Britanya ve İrlanda- örgütlenmiş tabandan gelen bir hareketti, fakat kısa sürede, Güney Afrikalıların kendilerini baskıcı devletten kurtarmaları için apartheid rejimini ekonomik olarak güçsüzleştirmek yoluyla direnmek için Batı’nın diğer parçalarında da kök saldı. Bu da gösteriyor ki, geçmişte olduğu gibi bugün de ihtiyaç duyulan şey küresel eylemdir; yeniden canlanan tabandan gelen hareketlerde var olan küresel eylem. BDS var [Boycott Divestment and Sanctions – Boykot Et, Yatırımı Çek ve Yaptırım Uygula Hareketi], uluslararası hukukun temelini, uluslararası hukukun temel ilkelerini yeniden tesis etmek için öğrenci protestoları ve eylemleri oldu. İş çevrelerini sorumlu tutabilir, sendikaları eyleme çağırabilir, siyasi liderleri -ve İsrail’deki apartheid rejiminin parçası olarak savaşı sürdüren, ister işleri dolayısıyla ister asker olarak, yurttaşları hesap vermeye zorlayabiliriz. Sadece uluslararası alanda değil kendi ülkemizde de hesap verilebilirlik talep edebiliriz.
Belki biraz kişisel son bir soru, BM Özel Raportörü olarak, ve özellikle 7 Ekim’den beri, uluslararası profiliniz önemli ölçüde bilinir hale geldi ve epey bir düşmanlığın, kişisel iftiraların, itibar suikasti teşebbüslerinin hedefi oldunuz; (Biden yönetimi temsilcileri de dahil olmak üzere) İsrail yanlısı gruplar, örneğin, üniversite kampüslerinde konuşma özgürlüğünüze karşı çıktılar. Dün akşam SOAS’ın dışında ‘’BAN FRAN’’, ‘’I-I-IDF’’ diye slogan atan bazı göstericiler gördük. Bu muhalefet karşısındaki deneyiminiz nedir ve BM Özel Raportörü olarak görevinizi nasıl etkiledi? Sizi susturmak isteyen bu insanlara karşı bir cevabınız var mı?
İlk önce protestoları tanımlamama izin verin, çünkü orada olmayan fakat söyleşiyi okuyan insanlar yanlış bir intiba edinebilirler. Bağıranlar on kişi kadardı ve ayak sayısından daha fazla bayrak vardı. Gerçek bir protesto değildi. Küçücük, minicik bir baş belasıydılar. Ama, tabii, haklarıdır. Gelsinler. İnsanlar katledilirken, 17.000 çocuk öldürülmüşken, ‘FRAN YASAKLANSIN’ diye bağırsınlar. Bırakın ne isterlerse yapsınlar. Önemi yok. Bunun bir anlamı yok. Bu soykırımın suç ortağı olan hükümetlerin yerine getirmedikleri yasal sorumlulukları ile uğraşacaklarına bana saldırmaları da anlamsız. Bu saldırıların ne kadar akıl dışı olduklarını tartışarak onları memnun etmeyeceğim. Onlar, sadece, Filistin’in, Filistinli kimliğinin ve Filistin direnişinin özellikle de Batı toplumlarında ne kadar keskin bir baskı altında olduğunun tezahürleridir.
Teresa Rasella’ya özel olarak teşekkür etmeyi borç biliriz, onsuz bu söyleşiyi gerçekleştiremezdik.
Söyleşiyi yapan Owen Dowling tarihçi ve Tribune’ün arşiv araştırmacısıdır.
Orijinal spot: BM Özel Raportörü Francesca Albanese bir “sömürgeci silme” biçimi olarak İsrail’in yürüttüğü soykırımı ve Filistin davasının neden sömürünün bütün biçimlerine karşı bir direniş sembolü olduğunu Tribune’e anlattı
[Tribune’de yer alan İngilizce orijinalinden Sevil Kurdoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.