Suriye’de sadece bir baskı ve insan hakları ihlalleri yoktur, ciddi bir soykırım tehlikesi vardır. Bu tehlikeyi önlemenin yolu HTŞ rejimini frenleyici ve soykırımı önleyici acil tedbirler almaktır. Soykırım tehdidi altında olan başta Aleviler olmak üzere, kadınları ve diğer grupları koruyacak politikalar geliştirmek ve uluslararası güçlerle önleyici mekanizmalar oluşturmak aciliyettir
Baasçı Beşşar Esad diktatörlüğünden İslamcı Ahmet eş-Şara (Muhammed el-Colani) diktatörlüğüne geçiş, perde arkasında yapılan pazarlıklar ve çizilen yol haritaları nedeniyle adeta bir iktidar devir-teslim biçiminde gerçekleşti.
8 Aralık’ta iktidarı ele geçiren Ahmet eş-Şara liderliğindeki HTŞ’nin en bilinen özelliği, onun IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) ideolojisi ve siyasetinin devamı, gerçekleştirilen katliamların doğrudan faili olmasıdır.
BM, AB gibi pek çok uluslararası kurum tarafından terörist olarak görülen ve başına ödüller konulmuş, ağır insan hakları suçları işlemiş cihatçı grupların lideri Ahmet eş-Şara’nın Cumhurbaşkanı ilan edilmesi, uluslararası alanda meşrulaştırılması ve desteklenmesi kabul edilemez ve edilmemelidir.
Bunun kabul edilmesi ve meşrulaştırılması yeni katliamların, pogromların ve soykırımların önünü açmaktır. İslamcı/cihatçı grupların/iktidarların süreçleri incelendiğinde, kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan ve kendisine kayıtsız biat etmeyen diğer tüm inanç gruplarını, özellikle kadınları sistemli bir baskı ve katliama maruz bıraktıkları bilinen bir gerçektir. İran, Afganistan, Suriye ve Irak’ta İslamcı/cihatçı grupların dünya kamuoyunun bilgisi dahilinde olan uygulamalar bu konuda yeterince veri sunmaktadır.
HTŞ, cihatçı bir şiddet mekanizması olarak var oldu ve varlığını aynı temel esaslar üzerinden sürdürmektedir. Biçimsel bazı değişiklikler onun niteliğine dair bir yanılgı yaratmamalıdır.
Suriye’de HTŞ rejimi ideolojisine tabi olmayan Hıristiyan, Alevi/Nusayri, Süryani, Rum Ortodoks, Çerkes, İsmaili, Dürzi, laik, kadın ve LGBTİ+ toplulukları üzerinde bir baskı ve yok etme mekanizması olarak var olmakta ve var olmaya devam edecektir.
Özellikle Alevi/Nusayri toplumuna yönelik doğrudan bir karşıtlık üzerinden şekillenmesi sadece bugünün sorunu değil, tarihsel kökleri olan bir nefret ve düşmanlık sürecidir.
HTŞ/IŞİD’in ideolojik olarak beslendiği temel kaynaklar İslami fetvalardır. 14. yüzyılda İslamcı şahsiyetlerden biri olan İbn Teymiyye’nin Arap Alevileri hakkındaki fetvaları bugün HTŞ’nin elinde Alevilere yönelik bir şeriat niteliğindedir.
Örneğin bir fetvada Teymiyye, “Bu grup (Aleviler), Yahudi ve Hristiyanlardan daha büyük kâfirlerdir; evet, birçok müşrikten daha büyük kâfirlerdir ve Muhammed’in toplumu (ümmeti) için verdikleri zarar, savaş halinde olduğumuz (Tatarlar, kâfir Avrupalılar ve diğerleri gibi) kâfirlerin verdiği zarardan daha büyüktür” demektedir.
Bilindiği üzere benzer fetvalar 16. yüzyılda Anadolu Alevileri için Şeyhülislam Ebussuud tarafından verilen “katli vacip” fetvalarıdır. Gerek Teymiyye gerekse Ebussuud fetvaları pek çok kırımın, sürgünün, zorla din değiştirmenin ve soykırımın nedeni olmuş veya zeminini yaratmıştır.
Aslında bu soykırımcı zihniyeti anlamak için o kadar geriye gitmeye de gerek yoktur. 2013 yılında cihatçı İslam’ın en etkili figürlerinden biri olan Mısırlı Yusuf el-Karadavi’nin fetva niteliğindeki görüşlerine bakmak yeterli olacaktır. El-Karadavi, “askeri eğitim almış her Sünni Müslüman’ın Suriye’deki Şii ve Alevilere karşı savaşması gerektiğini” açıkça ilan etmektedir.
Bu İslamcı düşüncenin Alevilere yönelik düşmanlığının tarihsel köklerini ve güncelliğini göstermesi bakımından son derece öğretici olmasının yanı sıra, Alevilerin ekonomik, sosyal, kültürel, inançsal, siyasal ve idari bütün alanlarda dışlanması ve yok edilmesinin de deklarasyonudur.
Suriye’de baskı ve katliamları durdurmak ve olası bir soykırımı engellemek insanlığın önündeki temel görevlerden biridir.
Bilindiği gibi soykırım bir anda ortaya çıkan bir durum değil, bir süreçtir. Suriye’de Alevilere yönelik soykırım süreci IŞİD ile başlamış ancak IŞİD’in zayıflatılmasıyla kesintiye uğramıştı. Ancak bu süreç HTŞ ile birlikte yeniden başlamıştır.
Soykırım sadece insanların fiziki olarak yok edilmesi değil, daha komplike bir durumdur.
Bu durum, BM’nin 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde açıkça ifade edilen hükümlerle de örtüşmektedir:
1. madde: Önleme ve cezalandırma görevi
Sözleşmeci devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder.
2. madde: Soykırım oluşturan eylemler
Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
BM’nin bu kriterleri ışığında, Suriye’de HTŞ ve bileşenlerinin rejiminin politik, ideolojik ve hukuki referansları İslamcı fetvalardır. Bu fetvalar perspektifiyle bakıldığında, Alevilere yönelik bir soykırım sürecinin başlamış ve sürmekte olduğu söylenebilir.
Gerek Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi‘nin yayımladığı raporlar gerekse yerel kaynaklardan edinilen haberlere göre Alevi toplumunun yaşam alanlarına yönelik sistemli bir baskı, kuşatma, gözaltına alma, işkence, öldürme, tutuklama, sürgün, mülklerine el koyma, işlerini ve mesleklerini elinden alma, inanç yerleri ve sembollerine, inanç önderlerine yönelik çok yönlü saldırı politikalarının sistemli biçimde uygulandığı bir süreç yaşanmaktadır. Özellikle kadını bir meta, fethedilmesi ve el konulması gereken bir mal olarak gören HTŞ ideolojisinin pratik uygulamaları dehşet verici bir barbarlıkla sürmektedir. Kaçırılan kadınlar, işkence ve tecavüze uğrayan kadınların çığlıkları gelmektedir. Ayrıca demokratik, laik yaşamın sembol isimleri, eğitim görmüş modern Alevi kadınlarının (Akademisyen Rasha Nasser Al-Ali gibi) birinci hedef olarak seçildiği görülmektedir.
Bu tablo bize bir soykırım sürecinin yaşanmakta olduğunu göstermektedir. Devletler, toplumlar, örgütler ve bireyler çoğu zaman bu süreci ya görmek istememekte ya sessiz kalmakta ya da anlayamamaktadır. Soykırım süreci ya kitlesel fiziki kırım aşamasında fark edilmekte ya da tamamlandıktan sonra dillendirilmektedir. Bu büyük bir ikiyüzlülük, sorumsuzluk ve suç ortaklığıdır. Dünyada gerçekleştirilen bütün soykırımlarda ekonomik, politik nedenlerin yanı sıra birkaç belirleyici temel ideolojinin damgasını taşıdığı görülmektedir; dincilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, türcülük ve mülkiyetçilik.
19. yüzyılın ilk soykırımı (1904-1907) Almanya İmparatorluğu’nun Herero ve Nama (Namibya) Soykırımı olarak bilinmektedir. Aynı soykırımcı politikalar Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermeni, Rum, Süryani, Ezidi (1914-15, 1919) toplumlarına (dinleri, ırkları, mülkleri nedeniyle) neredeyse ayni yöntemlerle uygulandı.
Koçgiri kırımından başlayan, Kürt katliamları ve Dersim Tertelesi aynı İslamcı ve ırkçı politikaların devamı niteliğindeydi ve bu karanlık, soykırımcı zihniyet ne yazık ki Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Roboski, Gezi vb. katliamlar, pogromlarla devam etti/ediyor.
Dünyada ise Alman ve Osmanlı İmparatorluğu’nun öncülük ettiği soykırımcı politikalar “modern devletler” tarafından veya onların yönlendirmesi, göz yummasıyla devam etti: Halepçe (1988), Ruanda (1994), Srebrenitsa (1995), Ezidi Soykırımı (2014) ve diğerleri…
Soykırım yapan devletler ve onların suç ortağı olmuş toplumlar yenilmedikçe veya diz çöküp yüzleşmedikçe her zaman ve her yerde her “öteki”ye yeni soykırımlar yapmaktan çekinmemektedirler. Bunun ideolojik nedenleri, politikaları, şiddet aygıtları her zaman hazırdır ve soykırımcı kapasiteye sahiptirler.
Soykırımcı devletlerin ve toplumların karanlık aklı değişik yerlerde ve değişik toplumlara yönelik farklılıklar gösterse de özü aynıdır. Ve bu sadece hedefteki toplumsal gruba yönelik değil, esas olarak insanlığa ve tüm canlilara yöneliktir ve insanlığa karşı işlenmiş veya işlenmekte olan bir suçtur. Dolayısıyla dine ve ırka dayalı inşa edilmiş/edilmekte olan her devlet/örgüt bu suçu işleme potansiyelini barındırmaktadır. İnsanlığa karşı suç işleme potansiyeli taşıyan her ideolojik/politik organizasyonun (devlet veya devlet dışı organizasyonlar) niteliği önceden tespit edilirse ona karşı önlem alma olanağı yaratılabilir.
Olası bir soykırımı, pogromu önlemenin yolu, soykırım uygulama potansiyeli taşıyan yapıları bütünlüklü olarak tespit etmekle mümkün olabilir. Buna soykırımları öngörme ve önleme stratejisi denilebilir. Özellikle soykırım yaşamış toplumların hafızasında taşıdıkları acıları birer olguya dönüştürerek kolektif bir akılla kapsamlı analizler yapmalı ve yeni soykırımlar tehlikesine/tehdidine karşı önleyici politik stratejiler geliştirmeleri zorunludur ve bu yaşamsal bir öneme sahiptir.
Soykırımları öngörme ve önleme stratejileri, özellikle soykırım yaşamış toplumlar için hayati bir konudur. Geçmişte yaşanan kirimlarin ve soykırımların hafızasını canlı tutarak, tarihsel olgulara dayalı kapsamlı analizler yapmak, gelecekte benzer trajedilerin önüne geçmek için önemli bir adımdır.
Soykırımlar genellikle belirli toplumsal, siyasal ve ekonomik dinamikler sonucunda belli tarihsel koşullarda ortaya çıkar. Bu nedenle, önleyici stratejiler geliştirmek için:
1) Tarihsel hafızanın korunması: Soykırım yaşamış toplumların, geçmişte yaşadıkları acıları unutmaması ve bunları nesiller boyu aktarması, olası tehlikeleri önceden tespit etmeyi kolaylaştırır. Eğitim, anma etkinlikleri, hafıza mekanları/sembolleri ve akademik çalışmalar, yüzleşme mücadelesi bu konuda kritik rol oynar.
2) Erken uyarı mekanizmaları: Soykırımın ön belirtilerini tespit edebilmek için siyasi ve sosyal göstergeleri analiz eden sistemler geliştirilmelidir. Örneğin, nefret söylemlerinin artışı, ayrımcı yasalar/politikalar, belirli grupların nefret objesi haline getirilmesi gibi unsurlar dikkate alınmalıdır.
3) Uluslararası hukuk ve diplomasi: Soykırımları önlemek için uluslararası mekanizmalar ile ilişkiler güçlendirilmeli, devletler ve uluslararası örgütlerin daha aktif bir rol üstlenmeleri sağlanmalıdır. Bu anlamda önleyici diplomasi ve müdahale politikaları kritik öneme sahiptir.
4) Sivil toplum ve medyanın rolü: Medya ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ırkçı, dinci, cinsiyetçi, türcü, mülkçü, ötekileştirme ve nefret söylemleriyle mücadele etmeli ve toplumsal barışın sağlanması ve korunmasına katkı sağlamalıdır.
5) Eğitim ve farkındalık: Soykırım risklerini azaltmanın en güçlü yollarından biri eğitim ve kültür/sanattır. Genç nesillere ve bütün topluma tarihsel bilinç kazandırarak, demokratik, insan haklarına dayalı özgürlükçü bir yasam felsefesiyle ayrımcılık ve nefretin önüne geçmenin mümkün olabileceği bilinciyle aydınlatmak gerekir.
Soykırım yaşamış toplumların bu tür stratejiler geliştirmesi, sadece kendi güvenlikleri için değil, insanlık adına da büyük bir sorumluluk ve kazanımdır. Önleme politikaları, gelecekte benzer trajedilerin yaşanmaması için kritik bir araçtır.
Bu görüş açısından hareketle Suriye’deki HTS rejimi ve ittifakları, ideolojik ve siyasi olarak güçlü bir soykırımcı potansiyele sahip olmalarının ötesinde katliam ve soykırım pratikleri nedeniyle adeta birer suç aygıtı olarak BM gibi uluslararası kurumlar tarafından da açıkça görülmekte ve bilinmektedir.
Suriye’de HTŞ ve bileşenleri katliamcı, soykırımcı bir rejim olarak inşa edilmektedir. Uluslararası güçler ve devletler kendi bölgesel ve küresel çıkarları için buna göz yummaktadırlar. Bu, bölgede baskı altında olan kadim etnik ve inanç kimlikleri açısından, kadınlar ve diğer farklı cinsel yonelimleri olan insanlar açısından büyük bir felaketin önünü açmakta, soykırımcıları cesaretlendirmektedir.
Suriye’de sadece bir baskı ve insan hakları ihlalleri yoktur, ciddi bir soykırım tehlikesi vardır. Bu tehlikeyi önlemenin yolu HTŞ rejimini frenleyici ve soykırımı önleyici acil tedbirler almaktır. Soykırım tehdidi altında olan başta Aleviler olmak üzere, kadınları ve diğer grupları koruyacak politikalar geliştirmek ve uluslararası güçlerle önleyici mekanizmalar oluşturmak aciliyettir.
Demokratik, sosyal, laik, konfederal ve insan haklarına dayalı bir hukuk devleti için Suriye’de; bütün inanç, etnik, cinsel, kültürel, sınıfsal grupların haklarını güvenceye alacak özgürlükçü bir toplumsal sözleşme ve uluslararası demokratik denetleme mekanizmalarının oluşturulmasının yaşamsal bir öneme sahip olduğu düşüncesindeyim.
Not: Benim de kurulusunda yer aldığım “Suriye’de Tehdit Altında Olan Topluluklar İçin İnsan Hakları İnisiyatifi” bu alanda uluslararası düzeyde çalışmalar yapmaktadır.
* Kazım Gündoğan, araştırmacı-yazar)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.