10 Mart mutabakatı, İmralı ile Türk devleti arasında yürümekte olan sürecin dolaysız ve fakatsız Suriye’ye yansımasıdır. Ancak bu hamleyi yapan Türk devleti değil ABD olmuştur. Bugüne kadar sürecin öznelerinden biri yapılmak istenen Barzani çizgisindeki ENKS bile süreçten habersizdir. ABD’nin çizdiği çerçeve, Türkiye’nin gönlünden geçen değil ama bir biçimde razı olabileceği içerikte düzenlenmiştir. Anlaşma Türkiye’ye rağmen olmadığı gibi, Türkiye’nin insiyatifi ile de olmamıştır
HTŞ çetelerinin Suriye sahilinde Alevilere yönelik katliam saldırılarını sürdürdüğü sırada, binlerce Alevi kurşunlanarak, yakılarak, bombalarla öldürülmüşken ve aynı saatlerde ABD ve İsrail başta olmak üzere Suriye’nin başat aktörleri, HTŞ’nin katliam saldırılarını terör saldırıları olarak duyurmuş, HTŞ ciddi bir meşruiyet ve yönetim krizinin içerisine doğru sürüklenirken “beklenmedik” bir gelişme oldu. Suriye’nin cihatçı yönetimi ile Suriye Demokratik Güçleri daha önce duyurdukları karşılıklı görüşmeleri yazılı bir protokol ile sonuçlandırarak yeni bir merhaleye kapı araladı.
2013’te Rojava Devrimi’nin ilk savaşı olarak kabul edilen Serêkaniyê Savaşı’nda, El Nusra Cephesi’ne karşı başlayan ve on beş bin insanın hayatını kaybettiği cihatçı gruplarla savaşlar dizisi, aynı cihatçılarla yapılan protokolle Suriye’nin geleceğini birlikte inşa etmeyi öngören yeni bir kategoriye evrildi.
Elbette bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak SDG’yi ve Kürtleri, cihatçılarla el sıkıştığı için eleştirmek, soyut bir tutum sergilemekten öteye gitmediği gibi, reel politikayı da steril bir kum havuzunun sınırlarına hapsetmekten başka bir sonuç doğurmaz. Kimse Kürtlerden, tüm dünya ülkelerinin meşru bir güç olarak kabul ettiği ve Suriye’nin anahtarını uluslararası bir mutabakatla boynuna astığı HTŞ’yi tanımamasını beklememelidir. Taraflar birbirleriyle savaşmış ve her savaşın doğası gereği birbirleriyle anlaşmıştır. Mevcut konjonktürde her iki taraf da birbirini yok edemeyeceğini ve diğerinin varlığını hesaba katmadan yol alamayacağını anladığı için bu sonuca ulaşılmıştır. Yani bu denklem, bir siyaset denkleminden ziyade bir savaş denklemidir. Her okuyucu, Ortadoğu’da kurulan masaların genişliğinin kan ve barutla ölçüldüğünü akılda tutmalıdır.
SDG’yi “Eli kanlı cihatçıların elini neden sıkıyorsunuz?” diye eleştirenler şunu görmelidir: Suriye’de farklı güç dengelerinin yarattığı boşluğa yaslanarak varlığını sürdürmenin olanakları daralmıştır. SDG, bu kanlı eli sıkmadığı takdirde HTŞ ile değil, doğrudan Türkiye ile daha kanlı bir savaşa girmek zorunda kalacak ve İmralı’nın sözleriyle Rojava, “binlerce Gazze’yi” yaşamak durumunda kalacaktır. SDG, reel politik ihtimaller arasında “büyük kazanmasa da büyük kaybetmeyeceği” bir seçeneği tercih etmektedir.
Bu konuda Kürt hareketinin ve SDG’nin değerlendirilmesi gereken tek kıstas, HTŞ’yi tanımamak gibi gerçekçi olmayan beklentiler değil, ezilen bir ulusun temsilcisi olarak SDG’nin, kendisi dışındaki diğer ezilen uluslara ve inanç topluluklarına yönelik saldırılara destek vermeyecek ve bunları meşrulaştırmayacak şekilde kendisini konumlandırabilmesidir.
SDG ve HTŞ arasındaki anlaşma, Suriye sahilinden yükselen ağıt ve çığlıkların gölgesinde gerçekleşti. İlerici insanlık, HTŞ’nin Alevilere yönelik katliamları karşısında öfkeyle ayağa kalkmışken, aynı ilerici insanlığın bir parçası olan Kürtler ve onların meşru temsilcisi olan askeri-siyasi örgütlenmeleri, HTŞ ile “beklenmedik” bir protokol yaptığını duyurdu. Peki, bu kan deryasının ortasında bu mutabakat nasıl gerçekleşti?
Öncelikle taraflar arasındaki yazılı metni olmuş bitmiş bir anlaşmadan daha çok iki tarafın da birbirini sınayacağı bir protokol imzası olarak değerlendirmek daha doğrudur. Ortada birbiriyle çelişen ideo-politik farklılıklar vardır ve bunlar her dönemeçte ciddi sorunlar yaratacaktır. Söz konusu edilen bir devrimin bir devlete içerilmesidir…
Bilindiği üzere, her iki taraf da birbiriyle diyalog halinde olduğunu defalarca duyurmuş, bu görüşmeler Türkiye’nin müdahalesiyle kesintiye uğramış ve başta ABD, Fransa ve İngiltere’nin arabuluculuğuyla yeniden başlamıştı. Bu bağlamda, “beklenmedik” mutabakat, uzun zamandır hazırlıkları yapılan, komisyonları kurulan ve uluslararası güçlerin de dahil olduğu iki aylık bir sürecin sonucudur.
Protokol metninin kameralara yansıyan kısmında, bir tarafta HTŞ’nin selefi cihatçısı Colani, diğer tarafta ise SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi yer alıyordu. Kadrajın dışında kalanlar da vardı: ABD’li ve Fransız garantörler ile Arap Birliği’ni temsilen diplomatlar, anlaşmanın garantörleri olarak hazır bulunuyordu. Zaten Mazlum Abdi, helikopterle Şam’a uçmadan önce CENTCOM temsilcisiyle görüşmüş ve öyle yola çıkmıştı. Yani taraflar arasındaki protokol, en başından sonuna kadar uluslararası güçlerin oyun kuruculuğunda ilerledi.
Ancak tüm bu perde arkasına rağmen, SDG ve HTŞ arasında atılan imzalar, beklenenden ve öngörülenden daha erken gerçekleşti. Oysa anlaşmadan birkaç gün öncesine kadar taraflar arasında uzlaşılan yeni bir konu başlığı yoktu. Taraflar arasındaki mutabakat daha önce kamuoyuna duyurulan maddelerden ibaretti.
Zaten protokolün maddelerine bakıldığında, SDG’nin daha önceden belirlediği çerçevenin dışında yeni bir şey yoktur. Ancak Şam’da mutabakat masasının kurulması, kameralar önünde imzaların atılması ve kesin çözüme kavuşmamış sorunların da imza metnine bağlanması, başka siyasi sebeplere dayanıyor. Bu sebeplerin aciliyet kazanmasında, SDG’nin yanı sıra HTŞ’nin politik ihtiyaçları da belirleyici olmuştur.
Bu bağlamda, Colani ve ekibi açısından ifade edilmesi gereken en önemli neden, HTŞ’nin Alevilere yönelik başlattığı katliam saldırılarının yarattığı meşruiyet ve yönetememe krizidir. Öyle ki HTŞ, 8 Aralık’tan bu yana en sıkışmış pozisyonunu yaşıyordu ve üzerindeki cihatçı El Kaide-DAİŞ gömleği en belirgin şekilde görünür hale gelmişti. HTŞ, uluslararası oyun kurucuların tehdit mesajları Şam’a ulaştırılırken, SDG ile acilen bir anlaşma yapmayı tercih etti. Bunun yanı sıra, Suriye’nin güneyindeki Dürzilerin istikrarsız durumu da bu takvimin öne alınmasında etkili oldu. İsrail’in Kürtler ve Dürziler üzerinden yoğunlaştırdığı tehditler ve İsrail tanklarının Şam çevresindeki Hermon Dağı’na kadar ulaşması da bu süreci beklenmedik şekilde hızlandıran bir etken olarak not edilmelidir. Colani, bilinçli bir şekilde başka bir tarihte yapılması gereken protokol metnini, henüz tüm sorunlar çözülmemişken, baskılar sonucunda SDG’nin önüne çıkararak dünyaya farklı bir mesaj vermeyi amaçlamıştır.
HTŞ ile SDG arasındaki anlaşmadan bir gün sonra, HTŞ ile Dürziler arasında ikinci bir anlaşmanın yapılması ve Dürzilere fiili bir bölgesel özerklik tanınması da yukarıda bahsedilen bağlamı güçlendirmektedir.
SDG ise uzun zamandır böylesi bir anlaşmanın yollarını arıyordu. Ancak bu süreci hızlandıran bir etken olarak, SDG komuta kademesine Trump’ın çelişkili tutumunun iletildiği ve Suriye içinde hızlı bir çözüm gerçekleştirilmesinin önerildiği belirtiliyor. SDG, hem Türkiye’den gelebilecek olası saldırıların önüne geçmek hem de ABD ile ilişkisini sürdürülebilir kılmak için bu adımı acil bir ihtiyaç olarak gördü ve attı.
Peki, yalnızca Kürtlerin değil, Arapların ve bölgedeki farklı inanç ve ulusal toplulukların demokratik temsilcisi olarak masada yer aldığını iddia eden SDG’nin, HTŞ’nin Alevilere yönelik katliam saldırıları karşısındaki tutumu ne oldu?
Bu soruyu katliamın ilk saatlerinden başlayarak yanıtlamak daha doğru olacaktır. Açıkça söylemek gerekirse, Lazkiye’den feryatlar yükselirken Kamışlı’da (Qamişlo) diplomatik bir çekingenlik hakimdi. Demokratik Suriye’nin muhatabı ve öznesi olduğunu iddia eden SDG ve Özerk Yönetim, en azından bir açıklama ile tutumunu ortaya koymakta gecikmişti. Gelen ilk açıklamalar ise “katliam” kelimesinden özenle kaçınıyor ve taraflara itidal çağrısı yapıyordu.
Ancak bu diplomatik suskunluk, KCK yönetimi ve YPJ’nin katliam açıklamalarıyla tersine döndü. Bu açıklamalar, bir anlamda Rojava’yı HTŞ karşısında daha ciddi bir tutum almaya zorladı. Hareketin başka bir “aklı”, Rojava’yı diplomatik müzakere dilini terk ederek katliam karşısında açık bir tavır almaya itti. Özellikle anlaşmanın ardından, Özerk Yönetim Rojava kentlerinde halkı sokaklara dökerek HTŞ’nin Alevi katliamına karşı Kobanê’den Kamışlı’ya kadar binlerin katılımıyla geniş bir yelpazede eylemler gerçekleşti. Bu eylemler, Kürt hareketinin bilinçli bir tercihiyle örgütlendi.
Şu herkesçe bilinmelidir ki SDG, önüne gelen mutabakat masasına oturmak için Alevilere yönelik katliam saldırılarının durdurulmasını şart koşmuştur. İlham Ahmed’in, anlaşmanın hemen ardından “Mevcut mutabakat, sahil şeridindeki katliamları durdurmak için imzalandı” demesi de bu nedenledir. Ayrıca SDG, Suriye Ordusu ile entegrasyon sağlandığı ölçüde, olası yeni katliam saldırılarının önüne geçmek için Alevilerin, Hristiyanların ve Dürzilerin yaşadığı bölgelere Suriye Ordusu’nun özgün bir kolu olarak gidebileceğini belirtmiştir.
Ancak Alevilere yönelik katliam saldırıları sürerken, Suriye devletinin “Esad kalıntılarına karşı mücadelesini destekleme ve birlikte hareket etme” talebinin altına imza atmak, tüm niyetlerden bağımsız olarak HTŞ’nin katliamlar için aradığı meşruiyeti ona sunmuştur. Bu noktada her şeyi reel politikle açıklamak, devrimlerin ölümü demektir.
Her devrim, reel politik zorunlulukları öne sürerek ilaç diye yuttuğunun kendi zehri olduğunu görmek zorunda kalmıştır. Rojava’da da bu durum tamamen geçerlidir. Anlaşmanın diğer tüm maddeleri, dün savaşan ve bugün masaya oturan iki tarafı bağlarken, bu nokta, ezilen bir halk hareketinin başka bir ezilen karşısında eleştiriye açık bir yönü olarak kalmaktadır.
10 Mart 2025’te SDG ve HTŞ arasında gerçekleşen anlaşmanın bir tarafında Türkiye’nin de olduğunu kesin olarak kaydetmek gerekir. Zaten SDG kaynakları bir süredir Türk devleti ile “dolaysız” kimi görüşmelerin gerçekleştiğini belirtiliyor ve bazı değişikliklerin yaşanacağı söyleniyordu. Yani HTŞ ve SDG arasındaki anlaşmayı Türk devletine rağmen atılmış bir adım olarak değerlendirmek meseleyi öncesinden ve içerisinde bulunulan konjonktürel bağlamından koparmak demektir.
Zaten Erdoğan “İmzalanan mutabakat eksiksiz olarak uygulanmalıdır” diyerek anlaşmanın tarafı olduğunu doğrulamıştır. 10 Mart mutabakatı, İmralı ile Türk devleti arasında yürümekte olan sürecin dolaysız ve fakatsız Suriye’ye yansımasıdır. Ancak bu hamleyi yapan Türk devleti değil ABD olmuştur. Bugüne kadar sürecin öznelerinden biri yapılmak istenen Barzani çizgisindeki ENKS bile süreçten habersizdir. ABD’nin çizdiği çerçeve, Türkiye’nin gönlünden geçen değil ama bir biçimde razı olabileceği içerikte düzenlenmiştir. Anlaşma Türkiye’ye rağmen olmadığı gibi, Türkiye’nin insiyatifi ile de olmamıştır.
Ancak İmza altına alınan maddeler ile İmralı ile Türk devleti arasındaki mutabakata uygundur. İmralı’dan Rojava’ya gönderilen mektup ile imzalanan metin arasında neredeyse en ufak bir çelişki yoktur. Öcalan, perspektif olarak “Suriye devleti içinde erimeden devlete ortak olmayı” söylemiştir ve metinde döne döne vurgulanan entegrasyon ifadesi bu amaçlıdır. Kürtlerin kurucu unsur olarak belirtilmesi, İmralı’da dile getirilen anayasal güvence talebinin bir çıktısı olarak okunmalıdır. Suriye devletinin bütünlüğüne yönelik vurgular ve özerkliği ima eden tümcelerin titizlikle kullanılmaması da bu yüzdendir. Hatırlanacağı üzere, Öcalan yolladığı mektubunda, belediyelerin ve valilerin seçimle belirleneceği bir iradi yapının gerekliliğinden bahsetmiştir.
Artık şu öngörüde bulunmak mümkündür: Kürt hareketi ile Türkiye arasındaki denklemin Rojava kısmı bir şekilde çözüm yoluna girmişse -ki bu, taraflar arasındaki açı farkının en geniş olduğu alandır- Türkiye’de bazı hızlı gelişmelerin yaşanması olasıdır.
Çünkü Kürt hareketi için bu süreçte hedeflenen, Rojava’nın statüye kavuşması, Kürtlerin Suriye’de anayasal-kurucu bir unsur olarak kabul görmesi ve SDG’nin varlığını şu ya da bu biçimde koruyarak yoluna devam etmesiydi. İmzalanan metin, Rojava’nın taleplerini karşılamaktadır. Rojava’nın “korunduğu” koşullarda ise Kürt hareketi daha rahat hareket edebilecek ve Türkiye’yi adım atmaya zorlayabilecektir.
Ancak cevaplanması gereken başka sorular da vardır. Örneğin, bundan sonra Özerk Yönetim’in varlığı ne olacak? HTŞ’nin Rojava’ya dönüşü nasıl ve ne zaman gerçekleşecek? SDG’nin Suriye Ordusu’na entegrasyonu nasıl olacak? Ayrıca, YPJ başta olmak üzere kadınların cihatçı-selefi HTŞ ile ilişkisi ciddi bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Yine metinde yer almayan ama tarafları bağlayan başka yükümlülükler de mevcuttur. Kürtlerin bu anlaşma ile neler kazanacağı ve neleri kaybedebileceği iyi hesaplanmalıdır. Tarafların kabul ettiği ateşkesin ardından Tişrin ve Rojava’nın diğer bölgelerinde çatışmaların sürüp sürmeyeceği de tartışma konusudur. Ve tüm bu yangının ortasında, ezilen bir halk hareketinin tarihsel kazanımlarından biri olarak değerlendirilen Rojava Devrimi’nin kaderi ne olacaktır? Tüm bunlar, bir sonraki yazının konusudur…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.