Uluslararası kuruluşlar ve STÖ’lerin projelerinde koruma amaçlı yola çıkılır ama kaynakların değerlendirilmesi piyasaya kalır, STÖ’ler arasında rekabet kızışır ve canlının mala dönüşmesi öne çıkar. STÖ’ler fon desteğiyle sempati toplar, güzel sözleriyle siyasi fırsat yakalarlar… Neoliberalizmin ideolojik ve estetik buyruklarını yinelerler
Doğa her geçen gün can çekişiyor, bitki örtüsünü ve hayvanlarını, böceklerini, yeraltı ve yerüstü özelliklerini kaybediyor. Kapitalist sanayileşmenin güdüsü kâr ve rant ile giderek alanı ve hızı artan doğa katliamı karşısında çözümler aranıyor ve nefes almamızı sağlayacak koruma altında mekanlar yaratılmaya çalışılıyor. Ulusal parklar, koruma altında ormanlar ya da rezervlerle az da olsa doğa korunmaya çalışılıyor. Doğanın gelecekteki olası bir kullanımı için koruması ya da saklanmasına çalışılıyor.
Doğanın korunması düşüncesi tabii ki yeni değil. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa kökenli eylemleri görüyoruz ve özellikle tropikal kuşakta, sömürgelerde ve özellikle Afrika kıtasında doğa koruma alanları gerçekleştiriliyor. Kısaca özetlemeye çalışırsak;
19. yüzyıl ortası ABD’de doğa koruma ve saklama konusunda sivil toplum örgütleri (STÖ) devreye giriyor. 1892 yılında Sierra Club, 1895 yılında Wildlife Conservation Society (WCS), 1922 yılında Birdlife International, 1934 yılında Doğanın Korunması için Uluslararası Ofis devreye girer.
1909, 1923, 1932 yıllarında Paris’te doğayla ilgili uluslararası kongreler düzenlenir.
Sonraki dönemde ulusal park kavramı, rezervler devreye giriyor. Amerika’da, Afrika’da av, turizm amaçlı alanlar korumaya alınır. Uluslararası kuruluşlar devreye girer ve 1956 yılında Doğanın korunması Uluslararası Birliği (UICN), 1960 yılında Ulusal Parklar Birliği kurulur.
1961 yılında WWF yani World Wildlife Fund, 1950 yılında TNC yani The Nature Conservancy kurulur.
1970 yıllarında ekoloji devreye girer ve ekolojik kalkınma, sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomi adı altında doğa koruması sağlanmaya çalışılırken kimi yerlerde rezervler satın alınarak saklanır. 1975 yılında WWF ve UICN’in önemli rol oynadığı CİTES sözleşmesi (Convention on İnternational Trade of Endangered Species – Kaybolmakta olan bitki ve hayvan türlerinin uluslararası ticareti sözleşmesi) diğer adıyla Vaşington sözleşmesiyle 38.000 tür koruma altına alınır.
1987 yılında Conservation International (CI-ABD) devreye girer ve 1998 yılında Hotspots yani biyoçeşitliliğin sıcak noktaları adı altında koruma alanları saptar.
1990 yıllarında Güney ülkelerinde özellikle Batılı STÖ’lerin desteğiyle ya da şubeleri olarak doğa koruma örgütleri kurulur. 1980 sonrası Dünya Bankası da işe karışır.
Devletler, STÖ’ler, yerel topluluklar ve uluslararası birlikler ve fonları sayesinde dünya genelinde kimi alanlar korumaya alınır. WWF’nin bütçesi 395 milyon dolardır. ABD kökenli TNC ülkesinde 6 milyon hektar, dış ülkelerde ise 41 milyon hektar alanı koruma altına almıştır. UICN’nin 10 bölgesel bürosu vardır.
Rodary Estienne doğa korumayı üç evrede ele alır: Doğa koruması düşüncesinin doğuşu, sömürgeci dönem ve insan etkinliğini dışlayıcı koruma alanları ve 1970’ler sonrası bütünleşik koruma dönemi. Yani yerelle birlikte katılımcı ve kalkınma kavramlarıyla içi içe olan dönem.
Koruma esas amaç mıdır ve bunun arkasında kaynakların daha iyi değerlendirilmesi, yerel toplulukların dahil edilerek kalkınmaya yönelik hamleler mi vardır yoksa arka düzlemde özelleştirme mi vardır? Amaç özellikle gelişmekte olan ülkelere finans sağlamak ve korumak mıdır yoksa medyada görünmek, koruma adı altında yerel kaynağı işletip sermayeye katmak mıdır? Kavramlar içi içe girmektedir ve istihdam, yerele (topluma ve ekonomisine) katılım, doğayı yerinden yönetme, yardımın bir eylem aracı olması ve kalkınma sorunsalı içinde ideolojik araç olarak kullanılması söz konusudur. Yabani yaşamı kullanıp ticarileştirmek mi yereli koruma, destek sağlama, yoksulluğu ve toplumsal adaleti savunmak gibi amaçlar mı içermektedir?
Demokratik katılım, ekolojik idealden çok fon sağlayarak liberal ekonominin yayılmasıyla bitki ve hayvan türlerini ticarileştirmek mi söz konusudur?
Örneklerimizle görmeye çalışalım.
Zimbabve’de CAMPFIRE programı (Communal Areas Management Programme For İndegenous Resources) 1980 yılında, Zambiya’da ADMADE (Adminitration Management Design) 1990 ve Nepal’de ACAP (Annapurna Conservation Area Project) 1984 yılında kurulur. Bu üç koruma izlencesinin ortak noktalarını ele alacağız. Bunların dışında yerel toplulukların katılımını destekleyen başka projeler de vardır. Burkina Faso’da Ceprenaf, Benin ve Nijer’de Ecopas, Kanada’da kunduzları koruma adı altında Montangnis Algonquins Iroquon bölgesinin korunması, WWF’nin Meksika’da Monark kelebeğini korumak için Monarch Butterfly Conservation Fund’ı 1999 yılında kurup korumaya alarak yerel halka hektar başına 8-12 dolar vererek kelebeğin avlanmasını önleme, Filipinler’de Apo- Sumilion Adalarında balık avlamanın korunması, Mısır’da Şarm el Şeyh’de mercan kayalıklarını koruma altına almak, Brezilya’da Amazon ormanlarını korumak için yerel topluluklarla işbirliği yapmak gibi projelerde vardır.
Yerel halkın katılımı ile doğanın korunmasını, özellikle yabanıl yaşamın korunması ve denetimini (av, safari ve turizm, et tüketimi) ve tarımla bütünleştirmeyi sağlamaya çalışan bu projelerin amaçları çevresel, demokratikleşme, ademimerkeziyetçiliği güçlendirme, yerel topluluğa gelir aktarımı, kimi altyapı tesislerini kurma (okul, yol, sağlık ocağı gibi) ve toplumsal adaleti sağlamaktır. STÖ’ler, devlet ve uluslararası kimi kuruluşların parasal yardımı ve amaçlarıyla seçilen bölgede yaşayan yerel topluluklar ile doğanın korunması amaçlanır.
Campfire 15 bin ila 30 bin kilometrekarelik alana yayılır ve yaklaşık 600 bin ila 1 milyon kişiyi ilgilendirir. USAID 7,6 milyon dolar yardım sağlar.
Admade ise 100 bin kilometrekarelik alana sahip olup 200-400 bin kişiyi ilgilendirir.
Acap Nepal’de ekoturizm amaçlı ve ormanı koruma altında kurulmuş olup WWF’den 2,5 milyon dolar yardım alır. Turizmle özerk olmaya çalışır. 7700 m2’lik bölgede uygulanır.
Campfire projesi esasında 1978 yılındaki Windfall (Wildlife Industries for All) projesi ile başlar ve çeçe sineğini denetim altına almak için yabanıl hayvanların avı denetlenir ve elde edilen et yerel nüfusa dağıtılır. Ulusal parkların dışında yer alır ve daha çok yerel toplulukların yaşama alanıyla ilgilidir.
Campfire ve Admade özünde sömürgeci politikaların sonucudur. Afrika kıtası sömürgeci güçler ve kimi seçkin sınıflar için av, safari sahası olmuş ve av şirketleri korumalı alanlarda yerel toplumun yaşamını dikkate almadan özellikle fil, manda, gergedan gibi hayvanları avlamayı amaçlamıştır. Tabii fildişi, gergedan boynuzunun kaçak avı da söz konusudur. Belirli bölgeler yerel topluluğun avı ve et gereksinimi ile safari arasında gidip gelir. Mısır’da sorgum tarımı yapıldığı gibi az çok hayvancılıkla da uğraşılır.
Zambiya ve Zimbabve eski Rodezya’nın (Güney ve Kuzey) yeni adları olup sömürgeci dönemde beyaz nüfus ulusal parklar ve çiftlikler yaratarak (yüzölçümün yaklaşık yüzde 20’si) av, safari gibi turizm etkinlikleri düzenlerler. Bağımsızlık sonrası kaçak av giderek artınca yerel topluluklar ile anlaşarak kimi bölgeler koruma altına alınır. Av için kotalar düzenlenir. Fil, manda, gergedan nüfusu az çok denetim altına alınır (yüzde 20 artış sağlanır) ve bir şeklide de kaçak av önlenmeye çalışılır.
Daha sonraları buna benzer projeler Afrika ülkelerinde uygulanmaya çalışılmıştır.
Peki yerelin katılımıyla düzenlenen bu projelerin yerele ve ulusala katkısı ne olmuştur? Bu konuda farklı düşünceler olsa da olumlu ve olumsuz sonuçlara bir bakalım.
-Yerel topluluklara düşen gelir çok az olup kazanan av şirketleridir. Gelirin bir kısmı altyapı için harcanır (okul, yol, klinik, traktör alımı gibi). Yerelin payı ya da projeye ayrılan pay yüzde 40 civarında olup gerisi devlet ve şirketler arasında paylaşılır. Paranın dağıtılmasında kimi yolsuzlukların olduğunu da vurgulamak gerekir. Aile başına yıllık sadece 4-6 dolar düştüğü olmuştur! Koruma altına alınıp fazla bir getirisi olmayınca yerel halk kaçak av yoluyla para kazanmaya çalışır. Gelir geçimlik tarımın geliştirilmesi için pek harcanmaz. Oysa pamuk ekseler daha fazla gelir elde edebilirlerdi. Av, safari kalkınmayı önler. Mülkiyet yapısı belirsizdir. Müşterek, bölümsüz mülk söz konusu mudur yoksa az da olsa özel mülkiyete yer verilmiş midir?
-Yerel halkın kaynaklarını av, safari dışında değerlendirecek ve doğaya saygı gösteren ve bağımlılığı azaltan yatırımlar yapılmaz. Programlar bitki ve hayvan örtüsünün iktisadi çıkarına bağlı kalır. Yerel halk ve doğa arasındaki sorunlara, geleneklerine göz atmaz ya da yeniden düzenlemez. Kimi zaman yerel de kişisel olarak harekete geçer, yasak avı seçer.
-Yerel halkın katılımı sanıldığı gibi fazla değildir ve genelde kimi kabile şefleri karar verir. Aksine STÖ’ler, devlet ve özel şirketler yerelin yaşam çerçevesine, uygulamalarına, toprağı nasıl kullandığına, toplumsal davranışlarına karışır, müdahale eder.
-Yerelin toplumsal yapısı dikkate alınmaz. Türdeş yapı olmayıp farklı çıkarları olan kabile, aşiretler bulunur. Örneğin Acap projesinde toplumsal eşitsizlik dikkate alınmaz. Erkekler göç eder, iş aramaya yönelir. Halkın önemli bir bölümü eğitimsiz olduğundan projeyi anlamakta güçlük çekerler ve basit şekilde de anlatılmaz. Ekoloji toplumsal ve iktisadi olan ile bütünleşmez.
-Simgesel, yöresel, ekolojik kimi kazanımlar olsa da yerel, yöre dışardan gelen kararları uygular, önceden belirlenen vizyonu uygular. Yerelin katılımı ulusal ile uluslararası alanda sıkışıp kalır.
-Seçilen bölgeler sınırlara yakın olduğundan değişim-dolaşım alanı da olur ve farklı trafikler devreye girerek çatışma yaratır.
-Koruma amaçlı yola çıkılır ama kaynakların değerlendirilmesi piyasaya kalır, STÖ’ler arasında rekabet kızışır ve canlının mala dönüşmesi öne çıkar. STÖ’ler fon desteğiyle sempati toplar, güzel sözleriyle siyasi fırsat yakalarlar… Neoliberalizmin ideolojik ve estetik buyruklarını yinelerler.
-Yereli uluslararası ağlara bağımlı kılarak özerklik amacını yaralar.
Yerel halkın doğa korumasına katılması düşüncesi önemli kuşkusuz. Çünkü doğayı ve canlılarını yakından tanıyan onlardır ve bugüne kadar uyum içinde hareket etmişlerdir.
Mekânın seçimi (genişliği, özelliği) kadar yerel halkın nüfusu ve gereksinmeleri de önemli olmalıdır. Kararlara (fon tutarı ve dağıtımı, harcanması) katılmaları mutlaka gerekir ve birlikte çözüm aranmalıdır. Av sınırlı olmalı ve geçimlik tarım ile diğer tarımsal etkinlikler yabanıl yaşamdan korunmak için çitle çevrilmelidir. Yerelin arzusu başat olmalı ve kolektif alınan kararlara devlet ve STÖ’ler yardımcı olmalıdır. Birlikte yaşamaya ve doğayı korumaya karar verecek olan yerel halk olmalıdır. Altyapı ve toplumsal gereksinmeleri sağladıkları gelirlerle ve devletin katkısıyla karşılanmalıdır.
Kazdağları, Munzur Vadisi, Toroslar, kimi sulak alanlar yerel halkın katılımıyla ve birlikte yaşama arzusuyla, doğaya saygı ve sevgiyle yönetilebilir. Estienne Rodary’nin de dediği gibi doğanın korunmasında “yerel özerklik demokrasinin okulu” olabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.