Joyce’un Sokrates ve Ksanthippi’nin evliliğine saygı duymasının tek nedeni, bir cadalozla uğraşmak zorunda kalmanın Sokrates’in diyalektik sanatını mükemmelleştirmesine yardımcı olmasıydı. Öte yandan günlük yaşamını bir kadınla sürdürmeyen bir erkeğin eksik olduğunu da iddia ediyordu. İsa’nın, Faust’un ve Hamlet’in tam da bu nedenle yetersiz olduklarını düşünüyordu
Çocukken lâkabı Aydınlık Jim olan James Joyce, 2 Şubat 1882’de İrlanda’nın başkenti Dublin’de doğmuştur. Memleketinden bir başka usta yazarın, Edna O’Brien’in anlatımıyla; tüy cübbeli bir keşiş, bir serdümen, fener bekçisi, savurgan zevkleri ve bariz tutarsızlıkları olan, köpeklerden ve gök gürültüsünden ürken; bununla birlikte insanların yüreğine korku salabilen ve onları kendine itaat ettirebilen, İrlanda diline müthiş hakimiyeti olan çok yetenekli bir adamdır. Dublinli bir şarap tüccarının kızı olan annesi May Murray, James Joyce’un hayatında son derece önemli yere sahip olmuştur. 17 çocuğu olan Joyce ailesi ekonomik sıkıntılar nedeniyle 12-13 kez adres değiştirmişler. Annesinin muhafazakarlığının da etkisiyle Cizvit okullarında öğrenim gören Joyce, günahsız ya da evlenmeden bir yaşam süremeyeceğini anladığından tereddütlü imanından vazgeçmiştir. Genelevlere gitmeye başlayan Joyce’u bu yasak evlerin büyüleyiciliği yaşamı boyunca bırakmamıştır. Bunların kentin en çekici mekânları olarak görmüştür.
Joyce, gençliğinde elinde sazıyla oradan oraya dolaşan bir halk ozanı gibi İngiltere’yi gezmeyi hayal ediyordu. Bir ara tıp okumaya karar verdi ama derslere ve sınavlara girmiyordu. Gerek parasızlıktan gerekse de inanç eksikliğinden tıp öğrenimini tamamlayamadı. Tüm sefaletine karşın, çevresindeki yaşamı gözlemlemeye ve onun hakkında yazmaya kararlıydı.
Çevresine her zaman ilgisiz, tasasız biri gibi görünmeyi başarıyordu. Hır gür, ölümler, açlık, sürekli para sıkıntısı onun acı öğrenim sürecinin değişmez öğeleriydi ve bunlar ailesini ve ülkesini hor görmesine yol açıyordu. İrlandalı yazarlar arasında, Joyce’un memleketiyle olan ilişkisi en öfkeli ve öte yandan en derin düşünceli olandır. Dışlandığı, alay edildiği ve edebiyat çevrelerinden men edildiği şehri yeniden yaratmaya kararlıydı. Rahiplerin vaazları onu dehşete düşürüyor ve nefretle dolduruyordu. Katolik kilisesinden henüz ergenlik çağındayken koptu fakat bir anlamda ondan hiç ayrılmadı. Annesinden ve rahiplerden öğrendikleri dünyasına şiddetle nüfuz etmişti.
Joyce ve ailesinin yaşamı; hizmetçilere, gösterişli sofralara, kristal bardaklara, bir piyanoya, yani orta sınıf yaşamının tüm donanımlarına sahip yarı asil bir yaşam tarzından, varoş mahallelere uzanmıştır. Joyce’un parıltılı, coşkulu, acı ve sefalet içinde geçen yaşamından kesitler başyapıtı Ulysses’in yanı sıra bütün kitaplarında yer bulur.
Tutkulu ilişkilerini batakhane kadınlarıyla yaşayan Joyce, 22 yaşındayken, Nora Barnacle ile hayatı boyunca sürecek bir aşk ilişkisinde bulur kendini. Joyce’un büyük eseri Ulysses bilindiği gibi sadece tek bir günde, 16 Haziran 1904’te olan biteni anlatır. 16 Haziran, Joyce’un Nora ile ilk buluştuğu gündür ve tüm dünyada romanın kahramanı Leopold Bloom’un adına ithafen bu gün Bloomsday (Bloom’un günü) olarak anılmaktadır.
Joyce, eğitimsiz bir kıza bağlanarak ailesini küstüreceğini ve İrlanda’daki her türlü dini ve toplumsal güçlerle mücadele etmesi gerekeceğini biliyordu. İrlanda’dan Nora ile birlikte ayrılma planını hayata geçirdi ve İngiltere, İsviçre, İtalya, Fransa’yı kapsayan yolculuklar yaptı. Nora ile birlikte inişli, çıkışlı ve tutkulu bir aşk ilişkisi yaşayan Joyce, oğlu Giorgio’nun doğum haberini aldığında” bir erkeğin başına gelebilecek en önemli şeyin bir çocuğun doğumu” olduğunu söylüyordu. Nora’nın kendisine layık olmadığı ve vasat biri olduğu söylendiğinde, Joyce, bu yoruma “bir erkeğin kendisini aptallaştıran şeyi idrak edebilmesi için bunu bir miktar yaşaması gerektiği” yanıtını vermişti.
“Nasıl nefret ediyorum Tanrı’dan ve nasıl da hoşlanıyorum Nora’dan” diyen Joyce için Nora, kendisi ile Tanrı ve ölüm arasında yaslanılacak bir göğüstü. Farkında olmaksızın Nora’ya bağlanmıştı ve aşk denilen fenomene yuvarlanıyordu. Onun yumuşacık sesini seviyordu. Onun yanındayken o alaycı, kibirli doğasını bir kenara bırakıyordu. Tabiatının tüm kırıcılığına ve ödünsüz zekasına karşın kadınlar söz konusu olduğunda Joyce romantik bir adamdı. Kurgusunda bir kadınla yatmaktan, onu düzmekten ve bedeniyle ezmekten söz edebilirdi. Gerçek yaşamda ise “ Önce hissederiz, sonra aşka düşeriz diyordu”.
Tüm öykülerinde kadınlar kurban olmalarına karşın manevi bir üstünlük elde ederler. “Ölüler”de Gabriel Conroy, uyuyan karısını izlerken, düşlerinde ölmüş sevgilisini gören kadının hayatında kendisinin ne kadar az bir yer kapladığını fark eder. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde ise kadınlar, idealleştirilmiş varlıklar, eteklerini toplamış, çocuksu bir masumiyetle açık sulara doğru yürüyen deniz kuşlarıdır. Fakat Nora ile karşılaşmasının ardından Joyce’un kadınları, ruhani olanla kösnül olanı bir arada barındıracaktır. Onlar, artık kurban değildir. Baştan çıkaran ve büyü yapan kadınlara dönüşmüşlerdir. Ulysses’te kadınlar hinlik ve albeni ustalarıdır. Joyce, kadınlara erkeklere güvendiğinden çok daha fazla güveniyordu. Erkekler arasındaki ilişkilerin “arkadaşlık adı altında yığılmış yarış, kıskançlık, rekabet gibi duygular” üzerine kurulu olduğunu söylerdi.
20 yaşındayken başladığı öykülere 32 yaşına dek yayıncı bulamayan ve 40 yayınevi dolaşan Joyce, ömrü boyunca yayıncıların engelleri ve sansürü ile karşılaştı. İrlanda yaşamını ve İrlandalı karakterini betimleyişinden dolayı bazı öyküleri alınganlıkla karşılandı. Okurlar bu şekilde alaya alınmak ve küçük düşürülmekten hoşlanmıyorlardı doğal olarak. Joyce’un kendisi de eline kalem kağıt aldığında bir tür haylazlığa teslim olduğunu kabul ediyor, öte yandan İrlandalı yurttaşlarının onun güzelce parlatılmış aynasından kendilerine adamakıllı bakmalarını sağlamaya çalıştığında da ısrar ediyordu.
Okurlarını çok şaşırtan ve daha önce hiç yaşamadıkları bir bilinç düzeyine taşıyan Joyce, tüm sınırları ortadan kaldırmıştır. Dünya edebiyatının en önemli başyapıtlarından biri olarak kabul edilen ve yedi yılda tamamlanan Ulysses üç ayrı kentte yazılmıştır: Zürih’te, savaştan sonra döndüğü Trieste’de ve Ezra Pound’un önerisi üzerine ziyaret ettiği, sonra da yirmi yıl yaşadığı Paris’te. Dönemin önemli figürlerinden T.S. Eliot ve Ezra Pound başta olmak üzere pek çok yazar ve şair tarafından acımasızca eleştirilen Joyce, kendini savunmak zorunda hissetmişti. Kendi anlatımıyla, tamamen yeni bir şey yapıyordu ve yöntemi kaprisli değildi. Mali ve duygusal desteği olarak güvendiği Miss Weawer’a yazarak, her bölümün, romanın gezgin doğası nedeniyle farklı müzik, farklı tempo, farklı biçemler gerektirdiğini dile getirmişti. Tüm öğeleri birlikte kaynaştığında roman anlaşılacaktı.
Ulysses’i neredeyse yoktan yaratan Joyce, Finnegan Uyanması’nı ise içinde yıldırımlarla tamamen yoktan yaratıyordu. Kitabı, ne bulacağını bilmeksizin içine her yönden tünel kazdığı bir dağ şeklinde betimliyordu. Bu kez başlıca olay yeri sevgili, yaşlı Dublin olsa da sahne tüm dünyadır. Ellili yaşlarında Joyce, yaşamının en dip noktasına vurur: Babasının ölümü, dünyanın Finnegan Uyanması’na ilgisizliği ve kızı Lucia’nın çarpık, paramparça ruh hali.
Edna O’Brien, James Joyce adlı yapıtında; müthiş bir hayal dünyasına sahip olan ve yeni bir dil yaratarak edebiyat dünyasına dev yapıtlar kazandıran bu aykırı ve tutkulu yazarın biyografisini son derece akıcı bir dille anlatıyor. Kitabı İngilizceden yetkinlikle çeviren sevgili Zeynep Çiftçi de Joyce’un heyecan verici dünyasına keyifli bir şekilde girmemize olanak sağlıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.