Halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez
Ferdi Tayfur öldü. Muhtemelen iyi kalpli, vicdan sahibi, düzgün karakterli bir insandı. Yaptığı müziğin de (Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses’le birlikte) üç büyük isminden biriydi. Tayfur’un ölümüyle birlikte arabesk yeniden konuşuldu, tartışıldı ama geçmiştekinden farklı olarak, hayli değişmiş bir zeminde, hayli değişmiş bir Türkiye’de söz konusu oldu bu.
Öyle ki Tayfur’un ölümünün ardından geniş toplum kesimlerinde bir yas havası ortaya çıktı, televizyon programları yapıldı, kimi ilkokullarda onun şarkıları çalındı, RTÜK Tayfur’un müziği için “ağlak” ifadesini kullanan TELE 1 programcısı Musa Özuğurlu hakkında inceleme başlattı, Bahçeli kendisini Meclis kürsüsünde andı ve cenazesine katıldı, Erdoğan da İslamcıların kültürel iktidar arayışının son halkası olan Gassal adlı diziye atıfla Tayfur’un şarkılarından bahsetti.
Bu koroya bir kısım solcu da bir tür arabesk güzellemesiyle dahil oldu; arabesk konusunda eski ezberlerden kurtulmak gerekiyordu, arabesk aslında halkın, yoksulların, ezilenlerin sesiydi, arabeski eleştirenler elitizmle malullerdi, halka tepeden bakıyorlardı, halkla kavga ederek bir yere varılamazdı vesaire vesaire.
Dolayısıyla bir zamanlar siyasal kutuplaşmanın bir çıktısı olarak kültürel taraflaşma ve kutuplaşmanın referans noktalarından birini teşkil eden ve üzerine ciddi tartışmalara, polemiklere girilen arabeske dair şimdi geniş bir toplumsal/siyasal mutabakat şekillenmiş durumdaydı. 44 yıllık Türk-İslam sentezinin ve 22 yıllık AKP iktidarının sonucu, nevzuhur solu da içine alacak şekilde, bir arabesk mutabakatına varılmasıydı.
Arabesk, Türkiye kapitalizminin 1960’lar boyunca yaşadığı dönüşüme paralel bir şekilde köyden kente göç eden kitlelerin müziği olarak ortaya çıktı. Yüz binler çalışmak için akın akın büyük şehirlere geliyorlardı ama kapitalizm onlara başlarını sokacak bir ev dahi veremiyordu. Gecekondulaşma bunun bir ürünüydü; proleterleşen köylü kitleleri hazine arazilerine bir gecede kondurulan evlerde yaşamaya başladılar. Her gelen kendisinden sonra gelenin elinden tutuyor, onun evini yapmasına ve iş bulmasına yardım ediyor, hemşeriliğe dayalı dayanışma ağları kuruluyordu.
Arabesk köyle kent arasındaki gri bölgede yaşayan ve daha çok enformel sektörlerde istihdam edilen, lümpen diye adlandırmakta beis görmeyeceğimiz geniş bir toplamın müziği olarak ortaya çıktı ama aslında “sahte”ydi; çünkü onlar tarafından icat edilmiş bir müzik türü değildi. Örneğin bluesla yoksul siyahlar, metal müzikle beyaz işçi sınıfı arasında doğrusal ilişkiler kurulabilir ama arabeskin temsilcileri bu göçmen yoksulların arasından çıkmadılar, arabesk dışarından icat edildi ve onların önüne konuldu.
Bunu elbette ki bir komplo teorisi olarak yazmıyorum, sadece şunu anlatıyorum: Türün kurucusu diyebileceğimiz Orhan Gencebay orta sınıf bir aileye mensuptu, hiç yoksulluk çekmedi, son derece iyi bir eğitim almıştı, batı müziğine hakimdi ve çok sayıda enstrümanı çok iyi bir şekilde çalabiliyordu. Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses görece daha alt sınıflardan geliyorlardı ama onlar da hiçbir zaman büyük şehirlerdeki göçmen emeğinin bir parçası olmadılar, dahası hayli erken bir yaşta şöhrete ve paraya kavuştular.
Köyden kente göçen ve gecekondu yaşamına, derme çatma ve elektrikten, sudan yoksun evlere, bozuk yollara, kanalizasyonsuz mahallelere, toplu taşımasızlığa mahkum edilmiş kitlelerin hepsinin değil ama önemlice bir kısmının tutkuyla sarıldığı arabesk, onlara hiçbir zaman hayatlarının hakikatini anlatmadı aslında. Arabesk şarkıların hiçbirinde o şarkıları tutkuyla dinleyen kitlelerin hakiki sorunları yer almadı, arabesk hiç hakiki sorular sormadı, hiç hakiki yanıtlar vermedi. “Batsın bu dünya” serzenişten öte bir şey değildi, “yakarsa bu dünyayı garipler yakar” bir tür içlenmeydi, “itirazım var”da ise itiraz edilen kaderdi, talihti, yani aslında hakiki bir itiraz söz konusu değildi. Cemal Süreya Orhan Gencebay’ı “of”, Ferdi Tayfur’u ise “ah”la özdeşleştirirken haklıydı; arabesk ezilenler adına bir serzeniş ve iç çekişti, daha ötesi değil.
Arabesk için yoksullar sevip de sevilmeyenler, yoksul olduğu için aşık olduğu kadın tarafından hor görülenler, aldatılanlar, çile çekenlerdi, yani onlar acı çektikleri, özellikle de aşk acısı çektikleri ölçüde ve bu acı onlara şarkı olarak satılabildiği, pazarlanabildiği ölçüde vardılar, gerisi arabeskçileri ilgilendirmiyordu. Bu haliyle arabesk açık bir şekilde bir erkek müziğiydi zaten, kadınların adı bile geçmiyordu. Kader yoksulların -yoksul erkeklerin- yanında değildi ve onlar bu dünyaya çile çekmek için gelmişlerdi, alınlarında bu yazıyordu. Arabesk, yoksulluğu sadece bu bağlamda, platonik aşk bağlamında dert edindi, yani yoksul erkeğin sevilip karşılık görememesi ya da aldatılması bağlamında, gerisi ise önemli değildi.
Arabeskin öznesi olan ve hikayesini anlattığı yoksul erkek figürü, “felsefe parçalıyor” denmesini göze alarak ve Nietzsche’ye ait bir kavrama atıfla yazalım, bir tür “köle ahlakı”nın taşıyıcısıydı. Sevgisi toksik, kendini ve karşısındakini tüketmeye, yok etmeye eğilimli, neşe ve sevinçten uzak, hayatı değil ölümü kutsayan, sinik, ağlak, hınç yüklü, çileci ve elbette ki acılarından haz alma anlamında mazoşist bir ahlaktı burada söz konusu olan.
Arabesk şarkıcıların çoğu ise böyle hayatlar yaşamadılar; yoksul olmadıkları gibi çileci bir yaşam da sürmediler. Aşklar yaşadılar, evlendiler, çocuk yaptılar, onları iyi okullarda okuttular, gayet iyi hayatlar yaşadılar. Yoksullar kendilerinin sesi olduğunu iddia ettikleri arabeskçilerin şarkıları eşliğine ahlayıp vahlarken, arabeskçiler albüm, konser, reklam paralarıyla, pazarladıkları hikayenin çok çok uzağında bir ömür geçirdiler.
Arabeskin ortaya çıktığı yıllar, yoksulların bir bölümünü yüzünü sola, sosyalizme, devrimcilere döndüğü dönemlerdi aynı zamanda. Diyalektiğe uygun bir şekilde proleterleşme bir yanda lümpenleşmeyi, bir yanda devrimcileşmeyi yaratıyordu. Devrimciler o dönemde düzenle kavga ederken arabeskle de kavga ettiler, kimilerinin şimdi yaptığı gibi arabesk şarkılarda boncuk aramak yerine, alternatif bir kültürün yaratılıp yaratılamayacağı üzerine kafa yordular. Cem Karaca’lar, Zülfü Livaneli’ler, Timur Selçuk’lar, Ruhi Su’lar bir büyük uyanışın, bir büyük değişimin ve bir büyük kavganın ürünüydüler, halkla birlikte büyüdüler ve halk da onlarla birlikte halk olmayı öğrendi.
Bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir yoksullukla karşı karşıya. Üstelik bu yoksulluk yöneticilerin iş bilmezliğiyle, yeteneksizliğiyle ilgili değil; bilakis Türkiye kapitalizmi adına planlı programlı olarak işleyen bir program var karşımızda. Şimşek programı olarak da anılan bu program, enflasyonla mücadele adı altında üretilen zenginliği halkın cebinden alıp küçük bir azınlığın cebine koyuyor, halkı yoksullaştırırken o azınlığı zenginleştiriyor.
Buna rağmen bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir suskunlukla karşı karşıya. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiş kitleler, başı kesik tavuk gibi ne yapacağını bilmez bir halde ortalıkta dolanıyor, giderek daha da umutsuzlaşıyor, içine kapanıyor. Onlara siyaseten yol gösterecek bir siyaset henüz inşa edilemediği gibi, bu yoksulluğu dillendirecek romancıları, şarkıcıları, sanatçıları da yok şu an Türkiye’nin.
Dincilik, milliyetçilik, tarikat ve cemaatler, pop şarkılarına ve rap müziğe de sirayet etmiş, eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde pespaye bir arabesk, lümpenlik, köşe dönmecilik, bahis ve kumar oyunlarına duyulan ilgi, astroloji, burç, fal vs. hepsi bir arada ve bir büyük mutabakatla, bu bezirgan saltanatı sürsün diye akla ve halka karşı büyük ve topyekun bir saldırıyı kesintisiz bir şekilde devam ettiriyorlar.
Buradan çıkılacaksa bu mutabakatın dağıtılması gerekiyor; bunun için de sadece halkın sesi olacak bir siyasete değil, sanata ve kültüre de ihtiyacımız var. Bugünün koşullarında lüks görülebilir ama roman, müzik, sinema, öykü, şiir vs. bunlar olmazsa politik mücadele de olmaz, halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez.
Bu yüzden sol içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkacağına dair köklü bir düşünme ve değerlendirme sürecine girecekse ki bana göre girmeli, en başa bunu yazmak, kültür ve sanatın da dahil olduğu topyekun bir silkinişin nasıl olacağı konusunda kafa yormak zorunda.
Kaynak: soL
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.