Yeni teknolojiler ve teknolojik dönüşüm sürecini de, sınıfa karşı sınıf, krize karşı devrim, kapitalizme karşı komünizm ekseninde ele alıyoruz. Bu üç halka ancak birbirine bağlı ve içerili olarak ele alındığında, teknoloji alanındaki mücadeleler gerçek devrimci bir nitelik kazanabilir
Türkiye’nin yüksek teknoloji üreten bir ülke olmasını sağlayacak vizyon, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için tasarlanan kalkınma amaçlı tüm stratejilerin ve hedeflerin merkezinde olmalıdır. Türkiye bütüncül bir teknoloji üretim merkezi haline gelmeli; kamu, özel sektör ve akademiyle birlikte uçtan uca adeta tek bir teknoparkmış gibi çalışılmalı, yenilikçilik, araştırma ve geliştirme kültürü ülkenin DNA’sına işlenmelidir.
Yukarıdaki alıntı, TÜSİAD ve TÜBİSAD’ın “Türkiye’nin İkinci Yüzyılında Yüksek Teknoloji İçin Eylem Çağrısı” rapor-yönergesinden. Boydan boya yaratıcı, yenilikçi, AR-GE’cilik genlerine kazınmış, bir teknoparka, bütünsel bir teknoloji üretim merkezine dönüşmüş bir tekno-kapitalist Türkiye “vizyon ve misyon”u.
Benzer bir terminolojiyi Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın teknoloji programlarında görüyoruz: “Teknoloji Odaklı Sanayi Hamlesi”, “Milli Teknoloji Hamlesi”, “Türkiye’nin Küresel Bir Teknoloji Merkezi Haline Gelmesi”.
TÜBİTAK teknoloji programlarında: “Bilim Merkezi, Teknoloji Üssü, İleri Sanayi Ülkesi Türkiye için Bilim Teknoloji ve Yenilik Ekosistemi”.
TÜSİAD ile kapitalist devlet iktidarının Türkiye kapitalizmini bir teknoloji üssüne dönüştürme hedefi konusunda bir ayrımları yok. Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, AB ve TÜSİAD’ın Türkiye’de sınai-teknolojik dönüşüm raporlarındaki çoğu yönergenin, kapitalist devlet iktidarı tarafından 2010’lu yıllardakilerden daha hızlı biçimde resmi program ve eylem planlarına dönüştürüldüğünü görüyoruz.
Aralarındaki fark söylem düzeyinde. Kapitalist devlet iktidarının, emperyalist kapitalizmin ve TÜSİAD’ın teknoloji program ve yönergelerinin başına bir “milli ve yerli” sıfatı yapıştırmasında. Bu programları bir tür tekno-milliyetçilik ideolojisiyle birlikte servis etmesinde.
Bir de tabii, TÜSİAD (ve yanı sıra TÜBİTAK, TEKPOL gibi kurumlar) eski kapitalist kalkınmacılığın çok daha kapsamlı ve karmaşık yeni teknoloji merkezli versiyonunun önündeki yapısal sorunların daha fazla farkında. Türkiye kapitalizminin temel ve uygulamalı bilimler, teknolojik altyapı (5G, kara ve denizaltı fiber-optik kablo şebekeleri, veri merkezleri), nitelikli eğitim ve nitelikli işgücü, sermaye yetersizliği (ve dahası “devlet yetersizliği”) gibi yapısal sorunlarını daha iyi görüyor. Nitekim TÜSİAD Türkiye’deki ‘teknolojik üretim ve yatırım ortamını iyileştirme’ye dönük, daha bütünsel, etkin ve tek bir merkezi devlet programı istiyor. Türkiye’de halen epey dağınık, parçalı, farklı sermaye kesimleri arasındaki çekişmeli ve çelişkili giden çok sayıda teknoloji programına karşılık, TÜSİAD’ın “tek bir program sahipliği” istemi bu çerçevede. TEKPOL (Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi) ise, devletin teknoloji program ve politikalarındaki belli gelişmelere karşın yapısal sorun ve eksiklikleri daha açık biçimde vurguluyor. Devletin teknoloji alanında yalnızca teşvikler ve “piyasa düzenleyici” olmakla sınırlı “pasif devlet”ten, teknoloji üretiminin her aşamasında (fikir-araştırma geliştirme-üretim- ticarileştirme-pazarlama) etkin ve müdahil “teknoloji girişimcisi” ve “piyasa yaratıcısı” devlete dönüşmesinin reçetelerini sunuyor. (Kamu ihale ve alım sözleşmelerine daha yüksek teknoloji standardı şartı getirilmesine, teknolojide “piyasa yaratıcısı devlet” deniyor.)
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile TÜBİTAK’ın mevcut teknoloji program ve politikalarının sonuç alabilme düzeyi ve yeni gereklerine dair raporlarında, bu istem ve yönergelerin oldukça hızlı yansımalarını görmek mümkün.
TÜSİAD’ın koşullu teknolojik atılım çerçevesine karşılık, mevcut kapitalist devlet iktidarı ise “Türkiye’yi küresel teknoloji merkezi yapma atılımını çoktan aldık götürüyoruz” havası yaratmaya çalışıyor.
Her durumda teknoloji, asıl olarak da koyu bir teknoloji fetişizmi, Türkiye kapitalizminin sınai dönüşüm programları kadar yeni bir toplumsal hegemonya projesi oluşturma çabasının merkezine oturmaya başlıyor. Emperyalist kapitalist güçler açısından da böyle. Özellikle ABD ile Çin arasında kızışan teknoloji rekabetinden başlayıp tüm kapitalist dünyaya yayılan tekno-kapitalizm fetişizmi ve tekno-milliyetçilik, çürüyen kapitalizmin kendini yeni teknolojilerle baştan yaratma ve daha yüksek bir temelden yeniden üretme vaadine dayalı yeni bir hegemonya projesine dönüşüyor. Geç kapitalistleşmiş bağımlı kapitalist ülkeler açısından ise, şu eski kalkınmacılık paradigmasının en yeni sürümü olarak, bir tekno-manya biçimini alıyor.
‘Önce Japonya, sonra Güney Kore, Tayvan, en sonu Çin gibi geç kapitalistleşen ülkeler, bu sınai-teknolojik atılımı ve erken kapitalistleşmiş büyük Batılı güçlere yaklaşmayı başardılarsa, bugün Hindistan da bu yolda ilerleyebiliyorsa, biz neden başaramayalım?’ sorusu, Türkiye gibi daha geriden gelen bağımlı orta gelişmiş kapitalist güçlerin yeni nesil sınai-teknolojik atılım hevesini artırıyor.
Günümüz kapitalizmi yeni teknoloji programlarını, TÜSİAD raporunda veya Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının teknoloji programlarında ve Teknofest organizasyonlarında görüldüğü gibi, adeta bir ütopya ülkesi gibi sunuyor. Kapitalist sistemin yeni teknolojiler odaklı olarak daha yüksek bir temelden yeniden üretilmesi heves ve yaklaşımlarında tabii ki şu soruya yanıt yok: Bu teknolojiler kimler tarafından, hangi kapitalist ilişkiler içinde, hangi sınıf ilişkileri içinde, hangi uluslararası kapitalist işbölümü ilişkileri içinde, nasıl ve kimler için üretilecek ve uygulanacak?
Bu tekno-kapitalizm ütopyasında, TÜSİAD’ın nitelikli işgücü ağlamaları ve teknolojik gelişmeyle gig ekonomisinin daha hızlı büyümesine yaptığı keyifli vurgular sayılmazsa, zaten sınıflar yok! İşçilerin çalışma, yaşam, yönetilme koşulları ne olacak, hangi yönde değişecek, yok. İşçiler taş yesinler ama teknolojik yenilikçi, yaratıcı, girişimci olmanın hazzını yaşasınlar! 2030’lara kadar, o da yetmiyor, 2050’lere kadar fedakarlığa katlanılırsa, Türkiye bir teknoloji merkezi haline gelecek, her şey çok güzel olacak! Ne de olsa büyülü teknolojilerin çözemeyeceği toplumsal-ekolojik sorun yok! Nobelli neoliberal kurumsal iktisatçı Daron Acemoğlu da, Türkiye’de ancak verimlilik artarsa gerçek ücretler yükselir, diye tekno-kapitalizm ütopyasına katılıyor.
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın Teknofest program ve organizasyonlarına katılım her yıl artıyor. Bu yılkine çoğunluğu genç 3 milyon izleyici, birkaç yüzbin genç “teknolojik inovasyon ön girişim takımı” katıldı. Teknofest program ve organizasyonları tüm bakanlıklar, TSK, polis, YÖK, TÜBİTAK, sermaye örgütleri, üniversiteler, meslek liseleri programları tarafından yoğun olarak destekleniyor. Başta savunma sanayi teknolojileri olmak üzere, Türkiye’nin küresel bir teknoloji gücü olma yolunda ve büyük bir teknoloji atılımı içinde olduğu algısı genç kuşaklara (teknoloji girişimciliği programları paralelinde) zerk edilmeye çalışılıyor. Dindar nesil ve Nas projelerinde dikiş tutturamayan kapitalist iktidar, tekno-milliyetçilik ile genç kuşağa yeniden nüfuz edip dizayn etmeye çalışıyor ve bu kez pek etkisiz olduğu söylenemez. Türkiye’nin küresel bir teknoloji gücü olabileceğine uzaktan yakından inanmayan genç kuşak kesimleri bile, teknoloji mikro girişimciliğini teşvik programları bolluğuyla yaratılan tekno-köşe dönme arayışlarının yörüngesine girebiliyor.
Teknoloji odaklı yeni hegemonya projeleri tekno-kapitalist ütopyalar ile distopyaları iç içe geçirerek servis ediyor. Yapay zeka ve robotlar işlerimizi elimizden alacak, insanları öldürüp dünyayı ele geçirecekler! Eh kapitalizm zaten işlerimizi elimizden alıp, işçileri, kadınları, ezilen ulusları, doğayı öldürmüyor muydu? Distopik bilim-kurgu senaryoları bolluğu, kapitalizmin emek, insan ve doğa yıkıcısı işleyiş yasalarının ve krizinin sonuçlarını, kapitalizme dışsalmış gibi gösteriyor. Kapitalizmin despotik ve yıkıcı süreçlerini, kendinden menkul otonom teknolojilere atfederek, kapitalizmin özürcülüğünü üstleniyor.
Türkiye’de sayısız sermaye-devlet kurum ve organının sayısız teknolojik kalkınma, teknolojik yatırım, teknolojik girişimcilik, teknolojik inovasyon vd. program, organizasyon ve teşviklerinde adeta bir patlama yaşanıyor. Cumhurbaşkanlığı Ofisleri, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Enerji, Ulaşım, Sağlık, Eğitim vd. Bakanlıklar, TÜBİTAK, BTK, üniversiteler ve teknoloji enstitüleri, KOSGEB gibi çok sayıda devlet kurumunun yanı sıra, TÜSİAD, YASED, MESS, MÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütlerinin ve özellikle de büyük holdinglerin her birinin çok sayıda teknoloji program, organizasyon ve yatırım hareketliliği var.
Peki Türkiye kapitalizmi gerçekten bir teknoloji atılımı yapıp küresel bir teknoloji üretim merkezi haline gelebilir mi? Bağımlı Türkiye kapitalizminin, başta sermaye, altyapı, nitelikli işgücü, bilimsel araştırma yetersizlikleri gibi yapısal sorunları nedeniyle teknolojide hızlı ve büyük bir atılım gerçekleştirmesi ve küresel bir teknoloji merkezi haline gelmesi mümkün değil. Ancak daha önce nasıl bir tüketici elektroniği ve motorlu taşıt araçları alt üretim üssü haline geldiyse, uzun erimde bir alt teknoloji üretim üssü, yani teknoloji tedarik üssü haline gelebilir. Zaten her ikisi de tıkanma eğilimi gösteren emperyalist ve bağımlı sermaye birikiminin yeni ve daha üst bir birikim düzlemine geçiş arayış ve programları, Türkiye gibi bağımlı orta gelişmiş kapitalist ülkeleri de adım adım bu yeni teknolojiler odaklı dönüşüm sürecine doğru ittiriyor.
Hem öyle ya, günümüzde artık her şey teknoloji odaklı değil mi?
Sorun da bu zaten. Teknoloji kendinden menkul bir sihirli değnek değil. Yeni teknolojik atılım hevesleri sermaye birikiminin krizi tarafından koşullanıyor. Tıkanan sermaye birikimini yeni bir düzleme çıkarma iştahının aracı/kaldıracı hem de toplumsal emek üzerindeki despotik sömürü ve kontrol artışının mistifikasyonu/kılıfı olarak işlev görüyor.
Bu yüzden “Türkiye bir teknoloji üretim merkezi haline gelebilir mi?” sorusunun teknoloji fetişizmi cilasını kazırsak, özünün şu olduğunu görürüz: Türkiye kapitalizmi krizdeki uluslararası sermaye birikiminin yeni bir düzleme yükseltilmesinin bir alt merkezi ve kaldıracı haline gelebilir mi?
Soru böyle sorulduğunda, emperyalist ve bağımlı sermayenin her ikisinin de teknolojik dönüşüm süreçlerindeki iç dinamik ve stratejik çıkarlarını açıklar hale gelir. Teknolojinin sermaye birikimi, sınıf ilişkileri, uluslararası işbölümü ve sınıf mücadelesi çerçevesinden tanımlanması gerektiği anlamına gelir. Yalnızca teknolojiyle sınırlı olmayan tüm üretici güçleri kapsar hale gelir. Üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileri ile hem büyüyen çelişkisini hem de kapitalizmin artı-değer ve kârlılık yükseltimi arayışıyla üretici güçlerin yeniden yapılandırılması yönelimini kapsar hale gelir.
Üretim kuvvetleri salt üretim araçları ve teknolojiye indirgenemez. Sebil canlı emek, üretim ve emeğin toplumsal organizasyon biçimleri, eğitim, bilim de üretim kuvvetleri kapsamındadır. Hatta finansın yanı sıra devlet ve ideoloji-kültür gibi üstyapı kurumları bile, belli sınır ve koşullar altında, üretim kuvvetlerini artırmada oynadıkları rol ölçüsünde, üretim kuvvetleri kapsamına girebilir.
Böylece daha ilk adımımızda, sınai-teknolojik dönüşüm süreç ve programlarının geniş sınıfsal-toplumsal kapsamını görürüz. Bunlar aslında salt teknolojik değil, hatta salt ekonomik de değil; ekonomik, toplumsal, siyasal, ideo-kültürel olarak uzun erimli olduğu kadar son derece sancılı “yapısal dönüşüm” programlarıdır. TÜSİAD (kapitalist rekabetçi ve girişimci) AR-GE ve inovasyon kültürünün toplumun genlerine kazınmasından bahsederken veya teknolojik dönüşüm için tek bir program sahipliği (yani devletin kapitalist teknoloji girişimcisi devlete dönüşümünü) isterken, bunun daha fazla farkında görünüyor. Bir nevi tüm kurum ve ilişkileriyle, tüm ülke, tüm toplum, tüm siyaset, tüm doğanın sermayenin kârlılık yükseltimi için bir total üretici güce çevrilmesi!
Bir ara parantezin yeridir: Japonya, Güney Kore, Tayvan, Çin’in sınai-teknolojik sıçrama süreçlerine ne tür siyasal rejimler eşlik etti? Japonya’da tam 33 yıl boyunca tek bir liberal-despotik parti iktidarı (LDP) uygulandı. G. Kore ve Tayvan’da zaten askeri-faşist diktatörlükler vardı. Çin’de ise tüm güç ve iktidar çok daha geniş yetkilerle devlet-parti burjuvazisi ve Xi Jinping elinde toplandı. Bu ülkelerde AR-GE ve inovasyon kültürü nasıl toplumun genlerine kazındı? Kapitalist rekabetçi despotik üretim ve emek organizasyon biçimleriyle (yalın üretim, tam zamanında üretim, toplam kalite yönetimi vb.), adeta yarı-askeri çalışma disipliniyle, çekirdek ve taşeron ikili işgücü piyasasıyla, tekno-milliyetçi “süper kalkınmacı” (süper sermaye birikimi fanatiği) ideolojilerle…
Bununla da kalmaz. Ne teknoloji ne de bir bütün olarak üretici güçler tek yanlı olarak her şeyi belirleyebilir. Kaldı ki onların belirleyiciliği de aslen insanın (emeğin) üretken yetilerinin geliştirilmesi dolayımıyla olabilir. Ki bu kapitalizmde emek üzerindeki mutlak ve göreli artı-değer sömürüsünün yükseltilmesinden başka bir anlama gelmez. Ama üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi de üretici güçlerin gelişim ve tıkanma seyrini belirler. Kapitalist üretim ilişkilerinin, günümüzde apaçık görüldüğü gibi, hem tüm yönlü üretici güçlerin (en başta da insanın/emeğin yaratıcı kapasitesini) gelişimini engellemesi hem de var yok anlamaz biçimde üretici güçleri sömürü kapasitesini yükseltmek için her zamankinden hızlı geliştirmek zorunda olması, zaten kapitalist sistemin uzlaşmaz iç çelişkilerinin (üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisi ve emek-sermaye çelişkisi) günümüzdeki gelişim seyrinin görünümüdür. Yeni dijital teknolojiler her zamankinden hızlı gelişiyor görünüyor ama emek üretkenliğinde ve sermaye kârlılığında yeterli büyümeyi yaratamıyor. Bu yüzden yeni teknolojilerin büyüyen ölçek, maliyet ve riski de daha fazla emekçilerin sırtına yıkılıyor. Büyüyen bir emek ve doğa kırım ve yağması, savaşlar, katliamlar, soykırımlar eşliğinde yürütülüyor.
Bu yüzden Türkiye kapitalizmi uzun erimde bir alt teknoloji üssü haline gelebilir ama bu süreçte her düzeydeki iç çelişki ve çatışmaları da kaçınılmaz olarak büyüme eğilimini sürdürecektir. TÜSİAD’ın tekno-kapitalist Türkiye hülyası uzun erimde gerçekleşecek olsa bile, bunun için toplumun burnundan kan fışkırtarak yapılacak çok daha büyük çaplı yatırımlar ve sermaye yığılmasına oranla artı-değer kapasitesindeki büyüme yine yetersiz kalacak, daha büyük krizler ile daha büyük bir distopyanın gerçekleşmesine dönüşecektir. Çünkü giderek hızlanan ve ölçek büyüten tüm şu teknoloji odaklı kapitalist sıçrama çabası programları, işçi sınıfının daha beter köleleştirilmesi üzerinde yükseliyor ve daha da fazla kölecilik koşullu ve hedefli.
Türkiye kapitalizminin teknolojide, ABD, Çin, G. Kore, Almanya, Britanya gibi güçlerle uzaktan yakından rekabet edebilme şansı yok. Türkiye kapitalist devlet iktidarı, bir dönemki küresel ucuz fonlardan nemalanmayı daha ziyade emek yoğun sanayiyi yaygınlaştırmaya odaklandığı için, yeni teknoloji programlarına yönelimde kendi ligindeki Polonya, Güney Afrika, Meksika, Endonezya gibi ülkelere göre de daha geç kalmış görünüyor. Bu ülkeler, teknoloji altyapısı (5G, kara ve deniz altı fiber optik kablo şebekeleri), bilimsel araştırma kurumları, nitelikli eğitim ve işgücü, emperyalist kapitalist teknoloji tekellerinden yatırım ve fon çekmede Türkiye’den görece daha ileri ve kendi bölgelerinde alt teknoloji merkezi olmaya daha yakın bir konumda. Microsoft gibi dev teknoloji tekellerinin alt bölge merkezlerini, 10 milyar doları bulan yatırımlarla bu ülkelerde kurduğunu görüyoruz. Çin merkezli elektrikli otomobil ve batarya tekelleri, Türkiye’ye 1 milyar dolarlık yatırım yaparken Doğu Avrupa’ya 10 milyar dolarlık yatırım yapıyor. Ama Türkiye kapitalizmi de örneğin Amazon’un uydu parçaları üretimini Meksika ve Doğu Avrupa’dakinden bile yüzde 30 düşük maliyetle (ki bu yüzde 30 daha düşük işçilik ve çevre maliyeti ve yüzde 30 daha fazla emek ve çevre yağması anlamına geliyor) alarak, bu yarışta geri kalmamaya çalışıyor.
Bağımlı orta gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde birbirine son derece benzer teknoloji üretim ve yatırım programlarını uygulanıyor. Bu ülke işçileri arasında, teknoloji üretimi ve uygulamasında çalışan işçi kesimleri dahil, dibe doğru yarış sürecinin nasıl hızlandığını görmek zor değil.
Türkiye’deki otomotiv ve tekstil sanayilerinin önceki gelişim biçimi örneği, Türkiye’nin bir alt teknoloji üssü olmaya doğru gelişiminin işçiler açısından ne anlama geleceği hakkında güçlü bir fikir verecektir. Tofaş ve Renault fabrikaları iç pazara üretim yaptığı dönemde, otomotiv işçilerinin ücretleri ortalamanın çok üzerindeydi. Türkiye’nin bir alt otomotiv üretim ve ihracat üssü haline gelmeye başladığı 1990’ların ortalarından itibaren ise, dünya çapında benzer alt otomotiv üretim ve ihracat üslerinin sayısının hızla çoğalması ve üretim sürecine endüstriyel robotlar ve ERP (İşletme Kaynak Planlaması) sistemleri gibi teknolojilerin girmesiyle, otomotivde ortalama ücretler asgari ücrete doğru geriledi. Sözleşmeli, taşeron, kiralık işçilik gibi esnek-güvencesiz istihdam hızla yaygınlaştı. Çalışma koşulları işçileri 3-4 yılda sakat bırakacak ve tüketecek kadar ağırlaştı. Antep tekstil sanayinde de benzer bir süreç yaşandı. 2000’li yılların başında üretim sürecine otomatik tezgahların girmesiyle, daha önce asgari ücretin 4 katını alan kalfa işçiler vasıfsızlaştı, ortalama ücretler asgari ücrete doğru indi, çalışma yoğunluğu iki kata kadar arttı.
Bugün Türkiye’de büyük holdinglerden KOBİ’lere doğru yaygınlaştırılmaya başlanan dijital dönüşüm programları, teknolojik dönüşüm programlarının merkezinde yer alıyor. Dijital dönüşüm, en başta mevcut esnek, güvencesiz, despotik işgücü piyasalarıyla bütünleşiyor. Geçici işçilik, gig çalışma biçimlerinin yaygınlaştırıyor ve daha uç biçimlere taşıyor. Bu açıdan, Şimşek programının gündemindeki, kıdem tazminatını tümüyle ortadan kaldıran geçici işçilik tasarısı, Türkiye’deki teknolojik dönüşüm programlarının doğrudan bileşenidir.
Dijital dönüşüm, yine faturası işçilere çıkartılacak biçimde, sermaye birikim süreçlerinin esneklik ve akışkanlığını artırmaya dönük. Tedarik zincirlerinin ana firmalara daha sıkı entegrasyonu ve sürekli bütünden rasyonalizasyonu (maliyetlerin düşürülmesi, emek süreci yoğunluğu ve üretkenliğinin artırılması), sermaye çevrimini ve dolayısıyla çalışma temposunu hızlandırma, iç ve uluslararası üretim, finans, piyasa dalgalanma ve değişimlere daha hızlı yanıt verme olanaklarını artırmaya dönük. Büyük firmalardan KOBİ’lere kadar, patronların kıdem tazminatı dahil hiçbir sorumluluk ve yükümlülük taşımadan kolay işe alıp kolay işten çıkartabilecekleri geçici (birkaç yıllık, birkaç aylık, hatta birkaç haftalık) işçiliğin, kiralık işçiliğin, çağrı üzerine işçiliğin, platform bazlı gig işçiliğinin, çevrim içi tık işçiliğinin yaygınlaştırılması bu çerçevede.
Hızla büyüyüp yaygınlaşan dijital platform ve veri sistemleri sermayesi, gig çalışmayı, parça başı, kısmi zamanlı ve çağrı üzerine çalışma biçimlerini, dijital işçi simsarlığı ile birlikte, her türlü mesleğe doğru yaygınlaştırıyor. Tamirci, tesisatçı, elektrikçi, marangoz, terzi, berber, şoför gibi küçük esnaf ustalarının yığınsal işçileştirilmelerini de hızlandırıyor. Türkiye’de bu kapsamda şimdiden, motokuryeler, hemşireler, çocuk ve hasta bakıcıları, ev işçileri, öğretmenler, tamiratçılar, tesisatçılar, taşımacılar, bilgisayar başındaki “tık” işçileri dahil; işçi bile sayılmayan, her türlü işçi hak ve güvencesinden yoksun, parça başı düşük ücretlerinin yüklü bir miktarı platform şirketleri tarafından kesilen, iş araç ve maliyetleri de üzerlerine yıkılan, 1 milyondan fazla gig işçisi var ve dijital dönüşümle birlikte bu emek kategorisi de hızla genişliyor. Bizzat devletin ortağı olduğu, büyük market, manav zincirlerinin ya da gıda şirketlerinin siparişi üzerine sözleşmeli çiftçilere istenen standartlarda sezonluk üretim yaptıran dijital platform şirketleri bile var.
Çalışma ve yaşamın her alanından veri toplama, veri-analiz ve algoritmik kontrol sistemleri, vasıflı emeğin daha basit bileşenlerine ayrıştırılması (teknik ayrıntılı işbölümü) ile birleşerek, sağlık eğitim gibi alanları hızla endüstrileştiriyor. Beyaz yakalı emeğin de despotik çalışma disiplini altına alınmasında, ücretlerinin düşürülmesinde, çalışma yoğunluğunun artırılmasında kritik bir rol oynuyor.
Dijital teknolojilerin gelişimiyle, imalat sanayindeki yalın üretim, tam zamanında üretim, toplam kalite gibi aşırı yoğunlaştırılmış üretim-çalışma sistemleri bizzat teknoloji üretim alanlarına da uygulanabilir hale geliyor. 2000’li yılların başında ABD’den başlayıp son yıllarda Türkiye gibi ülkelerdeki AR-GE, tasarım, proje bazlı yazılım sektörlerinde hızla yaygınlaşan Çevik (Agile) Üretim modeli bunun tipik örneklerinden. Çevik üretim ve emek organizasyonları, büyük AR-GE, tasarım, yazılım projelerini parçalanıp kademelendirilebilir hale getiriyor, proje bazlı üretim sürelerini kısaltıyor, bilim-teknoloji-mühendis emeğinin ücretlerini aşağıya çekip çalışma yoğunluğunu artırıyor. Burada da kalmayıp ofis, finans, pazarlama gibi alanlar dahil tüm beyaz yakalı emek süreçlerine yayılıyor. Derken yapay zekanın her türlü teknoloji ve yazılım üretim süreçlerine girmesi, örneğin standart kodları yazabilir hale gelmesi (yazılım geliştirmenin ortalama yüzde 30-40’ı) bu emek kesimlerine bir darbe daha indiriyor. Türkiye’de yalnızca son 4-5 yılda alt ve orta düzey bilişim işçilerin ücretleri, asgari ücretin 4-6 katından 2 katına gerilemiş durumda ve düşme eğilimi sürüyor.
Yeni teknolojiler işimizi elimizden alacak mı? İşsizlik artışının nedeni yeni teknolojilerden çok, kapitalizmin işleyiş yasaları ve krizidir. Yeni teknolojiler mutlak değil göreli (sermayenin büyüme hızına oranla) işsizlik yaratabilir ama işçi sayısı da mutlak olarak artmaya devam eder. Ancak tabii, teknolojik dönüşüm geçiren bir dizi geleneksel sektördeki orta yaş üstü işlerin önemli bölümü, yeni teknolojilerin açtığı yeni iş alanlarına geçiş yapamayarak işçi sınıfının sefalet birikimine yazılır.
Diğer taraftan yeni teknolojiler işsizlik yaratır mı yaratmaz mı tartışmasına sıkışıp kalan sendikacı ve akademisyenlerin gözden kaçırdığı kritik nokta; yeni teknolojilerin karmaşıklığının sermayenin yeni emek kapasitelerine olan gereksinmesini yakıcılaştırmasıdır. Teknolojik gelişmelerin mevcut emek organizasyon ve işgücü piyasalarında kapsamlı yeniden yapılandırma ve altüst oluşlar olmadan sürdürülemeyeceğidir. Teknolojik dönüşüm işçi sınıfının içindeki nitelikli ve beyaz yakalı kesimlerin sayı ve oranını yükseltmekle birlikte, bu emek kesimlerinin de yıkıcı işçileşme, (ve Çevik Üretim örneğinde gördüğümüz gibi) esnekleştirilme-güvencesizleştirilme ve emek kontrol ve disiplini süreçlerinin içine çekilmesi, emeğin re-organizasyonu biçimlerinden biridir. Yeni teknolojilerin merkezinde duran veri sistemlerinin veri tedarik zincirleri biçimini alması ve bu veri zincirlerinin bir yanında teknoloji şirketleri, AR-GE merkezleri, veri merkezlerinde çalışan çeşitli nitelik kademelerindeki işçiler ile diğer yanındaki yığınsal gig ve tık işçileri, bir diğer re-organizasyon göstergesidir. Bir kez daha altını kalınca çizelim: Şimşek programındaki yeni esnek, güvencesiz, geçici ve gig işçilik planları, tam da Türkiye kapitalizminin teknoloji odaklı yeni birikim stratejisi çerçevesinde, emek organizasyonu ve işgücü piyasasını da buna göre yeniden yapılandırma yöneliminin bir ifadesidir.
Yeni teknolojilerin kapitalist üretim ve kullanım biçimi, kapitalizmin “neoliberal” denilen evresinde zaten görülmemiş düzeylere çıkan toplumsal eşitsizlikleri, her düzeyde derinleştiriyor ve hızlandırıyor. Bunu Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı raporları bile itiraf etmek zorunda kalıyor. Teknoloji merkezli sermaye birikim stratejileri, sınıfsal, sınıf içi, cinssel, ırksal, bölgesel ve uluslararası eşitsizlik birikimini derinleştiriyor ve hızlandırıyor. Tipik bir örnek, Türkiye’de az çok ciddi bilim ve teknoloji sitelerinin takipçileri arasında yapılan bir araştırmada, kadınların oranı azami yüzde 25! Yeni teknoloji emeği alanlarındaki kadın çalışanların oranı da aşağı yukarı bu civarda. Türkiye’de geçtiğimiz yıl yapılan bir araştırma, büyük şirketlerin, üst yöneticilerinin yüzde 70’ine yapay zeka nitelikli eğitimi verirken, çalışanların yalnızca yüzde 28’ine, o da derme çatma yapay zeka verdiklerini göstermişti.
Yeni teknolojilerde tekelleşme, hem küresel planda hem de şimdiden Türkiye’de görülmemiş düzeyde. Dev küresel teknoloji tekelleri yeni teknolojilerin tüm kilit halkalarını (yapay zeka, endüstriyel internet, bulut bilişim, veri platformları, veri merkezleri, biyoteknoloji, nanoteknoloji vd.) ellerinde tuttuğu gibi, sınai-teknolojik dönüşüm çerçevesindeki temel sektörlerin (savunma sanayi, elektrikli otomotiv, endüstriyel bileşen elektroniği, sağlık, eğitim, tarım-gıda vd.) kilit teknoloji halkalarını da ellerinde topluyorlar. Fark uluslararası düzeyde ve ülke içinde de giderek artıyor. Örneğin veri kapasitesini 1000 kat, veri hızını 10 kat artıran 5G’yi büyük şirketler kullanabilirken, kullanıcılar 3-4G’ye talim etmeye devam ediyor.
Türkiye’de eleştiri ufku “yandaş” denilen sermaye kesimlerinin rant-kat ihalelerini pek aşamayan sol, büyük teknolojik altyapı ihale ve organizasyonlarını kimin götürdüğünü göremiyor: Emperyalist kapitalist ortakları ile birlikte tabii ki, başta Koç ve Sabancı olmak üzere en büyük holdingler. Koç Sistem, Koç Digital, Koç Bilgi ve Savunma Teknolojileri, Ford Otosan (elektrikli otomobil), Token FinTech (kripto ve finans teknolojileri şirketi), Inventram (teknoloji startuplarına yatırım şirketi), TechSquare (teknoloji startuplarına yönelik girişim ve inovasyon platformu), WatMobilite (elektrikli araç şarj istasyonları), Bilkom (Apple ve Huawei ürünlerinin distribütörü), StemBio (biyoteknoloji şirketi) gibi her alanda öne çıkan teknoloji şirketlerini yan yana dizen Koç; 35 AR-GE Merkezi ile Türkiye’de özel sektör AR-GE yatırım ve harcamalarının yüzde 7’sini gerçekleştiren Koç, Koç Üniversitesi’nde sayısız bilimsel-teknolojik araştırma merkezi (yaratıcı endüstriler araştırma merkezi, bor ve ileri malzemeler araştırma merkezi, transnasyal tıp araştırma merkezi, yapay zeka araştırma merkezi, vd.) olan Koç; İstanbul ve Ankara’da Türkiye’nin en büyük üç Veri Merkezini kuran Koç; 5G ihalesinde Koç; Türkiye merkezli teknoloji şirketleri arasında sistem entegrasyonu, veri analitiği, bulut bilişim, IoT ve yapay zeka liderliğini elinde tutan Koç; kendi şirketlerinde KoçGPT (yapay zeka) uygulamasını başlatan Koç; TÜSİAD, MESS ve TİSK’in teknoloji politika ve uygulamalarına liderlik eden Koç; devletin eğitim, sağlık, ulaşım, savunma, işgücü, üretim, ticaret vd. tüm kurumlarının verilerinin büyük veri/teknoloji şirketlerine tamamen açılmasını isteyen Koç, devletin “güvenlik” meselesini abartmadan tüm veri sistemlerinin uluslararası veri sistemleriyle entegrasyonunu isteyen yine Koç!
Bunun işçi sınıfının tüm kesimleriyle ilgili yönü şu: Dijital ağırlıklı yeni teknolojiler, daha önceki mikro-elektronik teknolojilerin gelişim sürecinde aynen olduğu gibi, halen toplam artı-değer kapasitesini “yeterli ölçüde” (sistemi krizden çıkartabilecek ölçüde) artırmıyor görünüyor. Yani büyük çaplı yeni teknolojik yatırımlar, vahşi teknolojik rekabet, şu veya bu kapitalist gücün/tekelin pazar paylarını, kârlarını kuşkusuz hızla artırabiliyor ama sistem bütünündeki artı-değer kapasitesindeki artış aynı ölçüde hızlı veya sıçramalı biçimde gerçekleşmiyor. (Bu zaten Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu kapitalizmin kriz süreçlerinin, kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının abecesidir.) Dolayısıyla yeni teknolojiler, burjuva tekno-fetişist ideologların vaat ettiği büyüme (aslen artı-değer ve kârlılıktaki büyüme) itiliminden çok, bilgi, veri, teknoloji, ileri imalat, ticaret, finans, nitelikli işgücü tekellerini elinde tutan kapitalist mali oligarşinin, geri kalan sermaye kesimlerinden (onların çalıştırdığı işçilerden) çektiği artı-değer payını artırmaya, hızlandırmaya ve kolaylaştırmaya yarıyor. Başka deyişle yeni teknolojilere yatırımlar, artı-değeri aynı oranda artırmadığı için, daha ziyade toplam artı-değerin yeniden bölüşülmesine ve tabii ki teknoloji tekelini de elinde tutan mali oligarşinin elinde daha fazla merkezileşmesine, yoğunlaşmasına yarıyor.
Tedarik zincirlerinin, KOBİ’lerin dijital dönüşüm ve entegrasyon programlarıyla yeniden yapılandırılması da bu çerçevede. Bu da kârların yukarı maliyetlerin aşağıya pompalanması mekanizmasını büyütüyor ve hızlandırıyor. Sonuçta yeni teknolojilerin kapitalist mekanizması, yalnızca teknoloji yoğun işletmelerde çalışan işçiler üzerindeki değil, teknoloji ile ilişkileri ne olursa olsun, her düzeyde işletme ve KOBİ’ler deryasında çalışan işçiler üzerindeki sömürü şiddetini de artırıyor.
Benzer bir sonuç, Türkiye kapitalizminin yeni teknoloji programlarını kriz koşullarında ve dolayısıyla görülmemiş bir emek ve doğa yağması paralelinde sürdürmesinden çıkarsanabilir. Aşkınlaştığı ileri sürülen yeni teknolojilerle ilkel birikim ve yağmacılığın ne ilgisi olabilir, diye sorulacak olursa: Yeni teknolojilerin gig işçiliğiyle ne ilgisi varsa o. Türkiye kapitalizminin fon-finans yetersizliği, daha fazla yağmacılığı koşulluyor, bu yağmadan gelenlerin en azından bir bölümü, daha yüksek maliyetli teknoloji yatırımlarına dönüşüyor ve yeni teknolojiler de “teknoloji odaklı” emek ve doğa yağmasını büyütüyor.
Kapitalizmde teknoloji mutlak ve göreli artı-değer sömürüsünü artırma aracıdır.
Kapitalizmde teknoloji aynı zamanda doğa yağması ve yıkımı aracıdır. (Hızla büyüyen yeni hammadde ve enerji kaynakları ihtiyaçları. Ortalama bir veri merkezi, onbinlerce ev, onlarca fabrika kadar enerji tüketiyor. Türkiye’de 2023 itibarıyla veri merkezlerinin sayısı 75’i buldu. 8 veri merkezinin yapımı sürüyor, 30 veri merkezi plan aşamasında.)
Kapitalizmde teknoloji, tekelleşme, baskı, emek ve kitle-kontrol, savaş, katliam aracıdır. (Günümüzün dijital ağırlıklı yeni teknolojilerin bir çoğunun silah/savaş endüstrisi menşeli olması rastlantı değil. Türkiye’nin yeni teknoloji programlarında da “savunma” sanayi merkezi ve öncelikli bir yer tutuyor.)
Tekno-kapitalist Türkiye projesi, emperyalist kapitalizm ve bağımlı Türkiye kapitalizminin, işçi sınıfı üzerindeki mutlak ve göreli artı-değer sömürüsü artırma koşullu ve hedefli, yeni despotik birikim programı ve stratejisidir. Hem üretim-hizmet teknolojilerinde gelişim hem de teknoloji alanında çılgınlık düzeyine varmış dibe doğru rekabet, yani şu tekno-kapitalist Türkiye projesi, sermayenin geniş işçi kesimleri üzerindeki yıkıcı etkilerini büyütecektir. 1970’lerden itibaren mikro-elektronik ve lojistik teknolojilerinin gelişimi, sermayenin emeği parçalamasını, üretimi daha düşük ücretli alanlara kaydırıp işçiler arasında dibe doğru rekabeti şiddetlendirmesini, esnek, güvencesiz, taşeron istihdam biçimlerini uygulamasını kolaylaştırmıştı. Günümüzün dijital ağırlıklı yeni teknolojileri ise, tam da bu esnek-güvencesiz emek üzerinden start alıyor ve ona, en yeni esnek-güvencesiz çalışma modelleri ve özellikle geçici işçilik, kısmi zamanlı işçilik ve gig çalışmanın yaygınlaştırılmasıyla kat çıkıyor.
Teknoloji üretim ilişkilerinden bağımsız olmadığı gibi sınıf mücadelesinden de bağımsız değil. Burjuvazi kapitalizmin her yapısal krizinin bir noktasından sonra yeni teknolojiler silahına davranır ve işçi sınıfına karşı doğrultur. Hele ki günümüzün yıkıcı sömürü, kontrol, manipülasyon, baskı ve savaş teknolojileri! Ama işçi sınıfı da teknoloji karşısında edilgen değildir. İşçi sınıfı da burjuvazinin teknoloji silahlarını etinde kemiğinde deneyimlemenin bir noktasından sonra, bu sömürü ve kontrol teknolojilerine belli sınırlar getirebilmek için mücadele eder ve bu teknolojilerin sınıfsal güç dengeleri çerçevesinde yeniden şekillendirilmesinde rol oynar. Bu teknolojilerin bir kısmını kendi mücadele ve örgütlenmesinde kullanmayı öğrenir. Dahası bu teknolojiler (örneğin günümüz veri sistemleri) üzerinde işçi kontrolü mücadelesinden başlayarak bu teknolojilerin toplumsallaştırılması ve toplumsal ihtiyaçlar için kullanılması gibi daha büyük davalar için mücadele edebilir.
Ancak ne yazık ki Türkiye burjuvazisinin abartılı teknoloji fetişizminin bir nevi ters yüz ikiz kutbu, Türkiye solunun büyük bölümünün, teknoloji, Türkiye’deki sınai-teknolojik dönüşüm yönelimi ve bağlantılı konularda, büyük bir ilgisizlik, bilgisizlik, politikasızlık ve “nasılsa Türkiye’de teknoloji yok ve üretilemez” konformizminde görülüyor. Bağımlı Türkiye kapitalizmini bir nevi “sömürge kapitalizm” gibi gören eski ulusalcı-halkçı küçük burjuva sol ideolojilerinin yeni versiyonlarının bu statükoculuk ve konformizmi, teknolojinin “sınıflar üstü” idealizasyonunda, burjuva ideolojisiyle, Daron Acemoğlu gibilerin “Türkiye’de verimlilik düşük olduğu için ücretler düşük” yaklaşımıyla buluşuyorlar.
Asıl sorun şu ki, Türkiye solunun, kapitalizmin yeni birikim stratejilerinin eleştirel analizini de içeren bir bağımsız devrimci sınıf programı, stratejisi ve teknoloji alanını da bir sınıf mücadelesi alanına çevirme yönelimi yok.
Marx’ın Kapital’de komünist devrim ekseninden ortaya koyduğu; makinelerin/teknolojinin kapitalist üretim/kullanım biçiminin doğurduğu uzlaşmaz sınıf çelişkisini/çatışması bilincini kuşanmayı ve sınıfa taşımayı başa yazmalıyız:
Makinenin kapitalist kullanımından doğan ayrılmaz çelişki ve uzlaşmaz karşıtlıklar, makineden değil ama, makinelerin kapitalist biçimde kullanımından doğ(ar)… İşte bu yüzden, makine kendi başına ele alındığında çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine alındığında bunu uzatmakta; ve gene kendi başına çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman işin yoğunluğunu artırmaktadır; kendi başına o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir; kendi başına üreticilerin servetini artırdığı halde, sermayenin elinde bunları sefilleştirmektedir. (Marx, Kapital Cilt 1)
Günümüzde, teknolojinin kapitalist üretim ve kullanım biçiminin uzlaşmaz karşıtlıklarının serimlenmesine, şunları ekleyebiliriz: Günümüz teknolojilerinin kapitalist kullanım biçimi, artık yalnızca beden/kol emeğinde değil, zihin emeğinde de benzer yıkıcı sonuçlara yol açıyor. Yapay zeka dahil yeni teknolojiler kendi başına insanın zihinsel gelişimini hızlandırabilecekken, sermayenin elinde makineler/teknolojilerin “akıllanması” insanları aptallaştırıyor. Yeni teknolojiler farklı toplumsal ilişkiler içinde toplumsal ihtiyaçların gelişiminin hızla öngörülüp hızla karşılanmasını sağlayabilecekken, sermayenin elinde toplumu hem serbest zaman, bilgi, özgürlük hem de maddi olanaklar açısından en temel ihtiyaçlarından bile daha fazla yoksun bırakıyor. Yeni teknolojiler farklı ilişkiler içinde sermayeyi, piyasayı gereksizleştirebilecekken, sermayenin elinde, her şeyi, tüm yaşamın, tüm dünyanın, tüm ülkelerin daha fazla sermayeleştirilmesine ve piyasalaştırılmasına yol açıyor. Kendi başına üretimi, emeği, bilgiyi, bireyi görülmemiş düzeyde toplumsallaştırırken, sermayenin elinde emeği, bireyi, bilgiyi paramparça etmenin aracı haline geliyor. Yeni teknolojiler zorunlu emeğin ve her türlü toplumsal işbölümünün ortadan kaldırılarak emeğin çok yönlü yaratıcı ve özgür etkinliğe dönüştürülmesinin koşullarını geliştirirken, sermayenin elinde her düzeydeki zorunlu emek hamaliyesini ve işbölümünü artıyor. Yeni teknolojiler gelişkin bir komünist toplum ufkunun daha gelişkin bir koşulunu oluştururken, sermayenin elinde giderek daha beter bir kapitalizme esaretin dayatılmasının aracı haline geliyor.
Yeni teknolojiler ve teknolojik dönüşüm sürecini de, sınıfa karşı sınıf, krize karşı devrim, kapitalizme karşı komünizm ekseninde ele alıyoruz.
Bu üç halka ancak birbirine bağlı ve içerili olarak ele alındığında, teknoloji alanındaki mücadeleler gerçek devrimci bir nitelik kazanabilir. Bunun için: 1- teknolojilerin kapitalist üretim ve kullanım tarzına karşı devrimci komünist üretim ve kullanım tarzının somut propagandası, 2- yeni teknolojilerin günümüz kapitalizminin hem krizinin bir sonucu hem de kapitalizmin krizinin derinleşmesinin bir etmeni olarak değerlendirilmesi gerekir.
Kapitalizm kendisini krizden kurtaracağı beklentisiyle var gücüyle yeni teknolojilere sarılıyor ve yeni teknolojileri idealize ve speküle ediyor. Ancak, yeni teknolojileri işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye sömürüsü ve diktatörlüğünün daha keskin bir aracı haline getirmesine karşın, yeni teknolojiler artı-değer kapasitesini bunların gerektirdiği yatırımlardaki geometrik büyüme oranında artıramadığı için de bir kriz etmenine dönüşüyor ve krizi derinleştirme eğilimi gösteriyor. Başka deyişle yeni teknolojiler; üretimin, emeğin, bilginin, bireylerin yeni ve daha ileri düzeyde toplumsallaşma niteliğine karşılık kapitalist özel biçimi çelişkisini, daha da derinleştirdiği ile kalıyor. Bunu en açık biçimde, yeni teknolojilerin nasıl bir hayali ve spekülatif anafora dönüştüğünden (örneğin Amazon, Apple, Microsoft, Meta, Google, Nvidia ve benzerlerinin bunun yüzde 5’i kadar bile kâr üretmediği halde 3-4 trilyona kadar şişirilmiş piyasa değerlerinden) görebiliriz. Yapay zeka gibi yeni teknolojiler üzerinden şişirilen bu hayali ve spekülatif sermaye balonunun, önümüzdeki süreçlerde kaçınılmaz olarak patlayacak olması, kapitalizmin yeni ve daha ağır bir krizini tetikleyecek, daha büyük sarsıntılara yol açacak. Diğer taraftan kapitalizmde bu en modern, en ileri teknolojilerin nasıl bir çürüme, gericilik, savaşlar, soykırımlar ile iç içe geçtiğini de görüyoruz.
Kapitalizmin yeni teknolojiler konusundaki bu uzlaşmaz iç çelişkilerinin tarihsel gelişim süreci, Türkiye gibi, hem bu teknolojik dönüşüme zorunlu ama hem de bu açıdan daha zorlanımlı olan bağımlı kapitalist ülkelerde daha ağır, daha krizli, daha sarsıntılı biçimde ilerleyecektir. Bağımlı kapitalizminin sermaye, finansman yetersizliği koşullarında, uzun erimde alt düzeyden bir teknoloji üssü olabilmek için bile gereksindiği çok daha büyük çaplı fonlar, emek ve doğa kırımı ve savaşlarla kan ve kemik anaforuna dönüşmektedir. Bu da geçici, gig işçiliğin yaygınlaştırılması, nitelikli emeğin de yıkıcı biçimde değersizleştirilmeye devam etmesi, yeni esneklik-güvencesizlik saldırıları, ağırlaşan baskılar dahil, uzlaşmaz sınıf karşıtlığını derinleştirecektir. Türkiye burjuvazinin yeni teknolojiler odaklı yeni sermaye birikim stratejisi ile kan ve kemik anaforunu birbirinden ayrı düşünülemez. Türkiye kapitalizminin tarihi itibarıyla, sermaye birikiminin her yeni evresine zorunlu ama iç zorlanımlı geçiş süreçlerinin, faşist rejimler altında gerçekleştirilmeye çalışıldığı unutulmamalıdır. Teknoloji alanındaki mücadeleler (ki teknoloji artık çalışma ve yaşamın her alanına içerili olduğu için, her türlü mücadelenin ayrılmaz bir bileşeni haline gelmektedir), ekonomik olduğu kadar siyasal da olmak durumundadır. Bu yüzden teknoloji dolayındaki sınıf mücadelesi, (teknolojinin üretim, mülkiyet, egemenlik ilişkilerinden ayrılmaz olması ve giderek hepsine daha fazla içerili hale gelmesiyle birlikte), teknoloji üzerinde, (yine üretim, mülkiyet ve iktidar biçim ve ilişkilerinden ayrılmaz bir) sınıfsal kontrol mücadeleleri ekseninden yürütülebilmelidir.
“Algoritmik emek kontrolü ve işçi sınıfının algoritmik direnişi” başlıklı yazımızda, sınıf mücadelesinin dijital teknolojiler/algoritmalar dolayındaki yeni biçim ve yöntemleri üzerinde durmuştuk. Burada buna bir ek olarak, yeni teknolojilerin doğurduğu hangi yeni emek alanlarının yeni sınıf mücadelesi cepheleri haline gelebileceğine dair bir öngörüde bulunmaya çalışalım.
Yeni teknolojilerin kapitalist üretim ve kullanım biçimi, bu teknolojilere bağlı çalışan işçilerin (ister vasıflı ister vasıfsız işçiler olsunlar) ücretlerini düşürüyor, çalışma yoğunluğunu, stresini, kaygısını, tükenme sendromunu, güvencesizliğini, sağlıksızlığını keskin biçimde artırıyor. Sonuçta, yeni teknolojilerin girdiği, dönüştürdüğü işkollarında olsun, yeni teknolojilerin doğurduğu yığınsallaşan yeni emek alanlarında olsun, sınıf mücadelesi yeni biçimler kazanarak, giderek yeni mücadele dalgalarına dönüşüyor.
Dünyada ve Türkiye’de önce çağrı merkezi işçilerinin mücadele inisiyatif ve direnişlerine, sonra dijital e-ticaret platformu teslimat ve kurye işçilerinin fiili grev dalgalarına tanık olduk. Son bir iki yılda, pandemi ve krizin de ağırlaştırıcı etkisiyle, dünyada, veri merkezi işçilerinin, elektrikli otomobil işçilerinin, yazılım geliştirme işçilerinin hareketlenmeleri eklendi. (Özellikle Amerika’dan İrlanda’ya, Güney Kore’den Meksika’ya kadar veri merkezleri, örgütlenme çabaları ve fiili grevlerin yeni ve etkin bir cephesi haline gelmiş görünüyor.) 2024’te, dünyanın en büyük teknoloji tekellerinden Amazon’da ve Samsung’da grev dalgaları ilk kez yığınsallaştı. Hatta Amerika’da radyo, TV ve eğlence endüstrisi (Hollywood, Las Vegas vd.) çalışanları, kendi yaptıkları işlerde yapay zekanın kullanılmasına karşı büyük grevler yaptılar ve kazanım elde ettiler. Yapay zeka gibi alanlarda da emperyalist kapitalist güçler ve tekeller arasındaki çılgınlaşan rekabet, bilim-teknoloji işçilerinden dünya çapında yayılan aşırı düşük ücretli veri ve tık işçileri ağına kadar ücretleri daha da düşürüyor ve aşırı çalışma basıncını artırıyor; dolayısıyla bu alanlarda da yeni işçi örgütlenmesi arayış ve hareketlenmelerinin ortaya çıkması için çok beklemek gerekmeyebilir.
Türkiye’de de yazılım şirketlerinin sayısı 10 bini aştı, 250-500 yazılımcı çalıştıran yazılım şirketleri ortaya çıkmaya başladı. Yapay zeka tedarik startup şirketlerinin sayısı 400’ü buldu ve birleşme ve satın almalarla yapay zeka alanında da hızlı bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci başladı. Veri merkezlerinin sayısı ise 70’i buldu ve birkaç yıl içinde 100’ü geçecek, bu alanda da çalışma koşulları özellikle korkunç. Keza elektrikli otomobil ve batarya yatırımlarında artışlar… (Veri merkezleri ve elektrikli otomobil-batarya alanlarında yüksek elektrik yükü, kimyasallar, radyasyon gibi etkenler, işçi sağlığı ve güvenliği sorunlarını ayrıca had safhada artırıyor.)
Dolayısıyla Türkiye’de de önümüzdeki süreçlerde, çağrı merkezleri ve platform kurye işçilerinin ötesinde, yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı, veri merkezi, AR-GE merkezi, yazılım endüstrisi (hatta belki teknoparklar), elektrikli otomobil, yapay zeka, internet endüstrisi, algoritmik kontrollü sağlık gibi birçok alanda yeni sınıf hareketlenmelerine, yeni sınıf mücadelesi cephelerinin açılmasına tanık olacağız. Şimdiden buna hazırlanmak, bu yeni emek alanları ve sınıf mücadelesi kapasiteleri ile ilişkilenmek gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.