Görkemli bıyıklarının, çatık kaşlarının ardındaki kişi değilmiş meğer İsmail; “hiçbir şey göründüğü gibi değildir” sözünün doğruluğunu ben onu tanıdıkça daha iyi anladım. İsmail gerçeğini bayağı geç keşfettim
Sert çizgilerin belirlediği yüzünde iri hüzünlü gözleri dikkat çekerdi. Bağırıp çağırmayan bir duruş… Eylemini deklare etmeden usul usul hayata geçiren, fazla dikkat çekmeyen ufak tefek bir komünist…
Bu özelliğinin üzerimdeki etkisinden olsa gerek, benim onu keşfetmem devrimcileşmemin başlangıç yıllarına rastlamaz; ağır ağır şekillendi kimliği ve potansiyelleri bilincimde. Onu, dahil olduğu, soğukkanlılığı ve cesaretiyle bambaşka bir içeriğe büründürdüğü eylemleriyle tanıdım asıl olarak.
Her birimiz bir yerlerden, farklı sınıfsal özelliklerimizle gelmiştik. O dönem, çoğunlukla kimsenin kenarda bekle(ye)mediği, herkesi içine çeken bir dönemdi. Bu dalga aile içi ilişkilerde de yansımasını buluyordu. Birisi devrimcileşmeye görsün, ardından kardeşlerini, kuzenlerini, hemşerilerini de sürüklerdi genellikle.
Eskiden kimse kimseyle ilgili ekstra bir şey bilmezdi; öyle yazısız bir yasaydı ki bu, deneyimli yoldaşlar gevezelik etmedikleri gibi kişilerle ilgili kimi şeyleri merak edip sormak da “her şeyi öğrenme merakı” olarak görülür ve tahmin edersiniz ki bu pek “hoş karşılanmazdı”.
Şimdilerde pek yaygın olduğu gibi herkes her şeyi öğrenmeye çalışmaz, hatta sonradan idrak ettiğim gibi, bilinmesinde mahsur olmayan konular bile uluorta konuşulmazdı. Bunun haklar ve görevler -daha doğrusu hakların nerede başlayıp nerede bittiği- bağlamında bir yere oturması gerektiğini zamanla öğrenmiştik.
Farklı sınıfsal-toplumsal kesimlerden gelip hayatımızı birleştirmek istemiştik devrimci mücadeleyle. Özellikle örgütlendiğim ilk yıllarda bir ayrıksılık hissediyordum, onlar da aynı tedirginlik içindelermiş gibi gelmişti bana. Büyük bir çoğunluğu işçi-emekçi ailelerden gelen öğrencilerden oluşan bu toplulukla kaderimi birleştirmek istemiş; ruhumu, bilincimi, yeteneklerimi… elimden gelen ne varsa bu kenetlenmiş yoldaşlar topluğuyla bütünleşmeye akıtmak istiyordum. Bir yandan onları tanımaya, anlamaya çalışıyordum bir yandan da bizi devrime taşıyacak olan bilimsel ideolojiyi öğrenme gayretindeydim -devrim çok yakındı o zamanlar hepimize…
***
Görkemli bıyıklarının, çatık kaşlarının ardındaki kişi değilmiş meğer İsmail; “hiçbir şey göründüğü gibi değildir” sözünün doğruluğunu ben onu tanıdıkça daha iyi anladım. İsmail gerçeğini bayağı geç keşfettim. İlk anda gülmez, konuşmaz, “ağır abi” izlenimi bırakırdı. Kolektife 12 Mart sonrası katılan ikinci kuşak yoldaşlarımızdandı, ‘68’li olanlarla neşeli kahkahalarını duymuştum toplantı odalarından süzülen…
Aynı organda da çalışmadım -o zamanki adıyla- Mehmet’le, fakat kaldığım eve gelip giderdi zaman zaman. Sert ve bir şeylere kızgınmış gibiydi, gerekmedikçe konuşmayan bir yoldaş izlenimi yaratmıştı bende. Pazardan ucuza getirdiğimiz ebegümeci ve semizotu gibi sebzelerle yemek yaptığımda “Sen galiba bizi kandırıyorsun, bizim oralarda bunları hayvanlara verirler…” diye takılıyor, koca bıyıklarının altından ortaya çıkan iyimserliğiyle gülümsüyordu.
Çoğu zaman ondan taşan düşünceli ve bir şeylere hazırlanıyormuş, hemen fırlayıp çıkacakmış hali kalmış aklımın bir yerinde. Bir de biri sönmeden diğerini yaktığı sigaraları kıtlıktan çıkmış gibi içişi… Hepimiz içiyorduk ama onunki bir başkaydı, hüznüne eşlik eden sigarası adeta ona yoldaş gibiydi. Hele bir de müzik çalıyorsa yanında, deme gitsin.
Sınırlarını zorlayan işler yaptığını evden fırtına gibi çıkıp birkaç saat sonra telaşsız bir memnuniyet hissiyle dönüşünden anlardım, neler olup bittiğini bilmezdim ama sezerdim diyelim… 12 Eylül’ün zehir zemberek günleriydi, bütün yoldaşlarım için kaygılanırdım ama İsmail’in başına kesin bir şey gelecek diye çok korkardım. Daha sonra bütün korkularım gerçek oldu. Önce Osman gitti, sonra Fatih, sonra Sezai…
***
81’den 82’ye girdiğimiz yılbaşını hiç unutmam… Onu son kez gördüğüm gündü ama o gün bunu bilmiyordum. Çalıştığım fabrikadan yılbaşı vesilesiyle verilen tavuk ve kuru yemişlerle görece zengin sayılabilecek bir sofra kurmuştuk. Sonra İsmail bunlardan bir kısmını başka yoldaşlara da götürmeyi önerdi, arabayla hemen bırakıp gelirdi, onlar da tatsınlardı… Ne kadar nahifmişiz -bu iyimserliğimiz ve yoldaş canlılığımız neredeyse hiç değişmeden kalmış iyi ki… Yolda ters bir şey olur, bir şeylere çarpılırız diye geçmiş olsa da hepimizin aklından pek pas vermemişiz demek ki bu düşünceye… İsmail birkaç saat sonra geldi, yemeğin neredeyse sonuna gelmiştik; yılbaşı buydu işte, hevesle bir şeyler hazırlamak sonra onu bölüşmek…
O zamanlar bu sonuna kadar inanmış, militanca mücadelede ısrar eden komünistlerin oluşturduğu kolektifin hem teorisyenlerinden hem de askeri komutanlarından biri olduğunu da bilmiyordum. İsmail Cüneyt, 1979’da en genç üye olarak seçildiği MK’da 1. Konferans Raporu’nu, İhtilalci Komünist’in ikinci sayısı için faşizm çözümlemesini kaleme almıştı.
***
24 Mart’ta Sefaköy’deki çatışmayı[1] ilk duyduğumda Adana’daydık, yüreğim ağzıma gelmişti. Kimseye bir şey sormamayı öğrenmiştim, gazete haberleriyle yetinmeye çalıştım. İki yoldaşımızı katletmişlerdi, Aslan Tel ve Mehmet Ali Doğan… Kısacık tanımıştım Mehmet Ali’yi Adana’da; gözlerinin içi güler, bütün bedeniyle konuşurdu. Orak-Çekiç dağıtımları sırasında kimi zaman bize gözcülük yapar, dağıtım mahalline gidene kadar dereden tepeden konuşurdu.
O evden iki yoldaş kaçmıştı, ‘bunlardan biri İsmail Cüneyt olmalı’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Silahı yanında olan hiçbir yoldaş çatışmaksızın tutsak düşmedi bizde. Sefaköy baskınına da yoldaşlar silahla karşılık vermişler, üç polisi indirmişlerdi. Bunlardan biri, TİKB timinde görevli, işkenceciliğiyle ünlü MİT’çi başkomiser Ahmet Zehir’di. Evden çıplak ayak uzaklaşanın, caddelerden gitmek güvenli olmayacağı için gece boyunca bahçelerin ve tarlaların içinden yara bere içinde koşanlardan birinin İsmail olduğunu çok sonra öğrendim.
21 Aralık 1983’te bir pusuda yakalandı. Bütün kinlerini kusmak için o günü bekleyen İstanbul polisi infaz etti İsmail’i! Sefaköy çatışmasında Ahmet Zehir’i onun vurduğunu öğrenmişlerdi çünkü. Kalbinden kurşunlamışlar, yarım bir ay çizmişler kalbinin üstüne… Fotoğraflamışlardı sonra, aklımızdan hiç çıkmasın diye!
Sadece İsmail Cüneyt’i değil o da içinde olmak üzere yitirdiğimiz yoldaşları son yıllarda çok sık anıyor, müthiş bir özlemle arıyorum… Onların kavgamızda oynadıkları rolün ve arkalarında bıraktıkları boşluğun büyüklüğü çarpıyor yüzüme. Yanlış anlaşılmasın, birlikte olduğumuz zamanlarda da onların değerinin farkındaydım, bu anlamda aklım başıma sonradan gelmiş değil… Bana bu duyguyu yaşatan, onlarda cisimleşen niteliklerin günümüzde maalesef çok silikleşmesi, adeta nadir bulunan bir cevher özelliği kazanmasıdır.
’82 Kasım’ında Adana yollarına düştük. Ayda bir yaptıkları organ toplantıları dönüşünde Selim’den alırdım selamını ve haberlerini. Son gidişinde yaklaşan yılbaşı hediyesi olarak ona bir kazak örmek istediğim haberini gönderdim ve hangi rengi tercih ettiğini sordum. “Yalnız söyle ona, siyah ya da koyu kahverengi gibi iç karartıcı bir renk seçmesin” notunu da ekledim. “O ne seçerse kabulüm” yanıtı geldi.
Yaklaşık bir ay sonra tutsak düştüğümde öğrendim ölümsüzleştiğini…
[1] Sefaköy Direnişi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.