Genç bir devrimciyken “25’imizi görürsek çok yaşamış sayılırız” diye düşünürdük. Aramızdan daha önce toprağa düşenler oldu tabii, hatta bizlerden çok daha genç yoldaşlarımızı uğurladık ölümsüzlüğe. Onlarınki gibi ‘zamansız-erken ölüm’ sayılmaz bizlerin gidişi. Ama Hüsnü, tez canlılığını bu konuda da konuşturdu
Hüsnü’yü (Öndül) tanıdığım günden itibaren onu hep Kazım (Bayraktar) ve Ahmet’le (Bozkurt Çağlar) birlikte düşündüm. Günün deyimiyle üçü kankaydılar. Uzun yıllar sürdü aralarındaki bu yakın ilişki.
Ankara Hukuk Fakültesi’nde başladı onlarla yoldaşlığımız. Ben resmi olarak ’71 girişliydim, onlar sanıyorum ‘73’te kaydoldular fakülteye. 12 Mart ertesi okulda yeni yeni örgütlenmeye başladığımız bir dönemdi. Ankara Hukuk, öncesinde de 12 Mart sonrasında da MHP’li faşistlerin kalabalık olduğu okullardan biriydi. Bu özelliğiyle Cebeci kampüsüne sokulmuş bir kama gibiydi. 12 Mart yıllarında meydanı boş bulan faşistler adeta derebeylik kurmuşlardı. Liderleri Can Özbay adında, babası polis olan, MİT’e çalıştığı sonradan açığa çıkan biriydi. 12 Eylül döneminde Türkeş’in, İmralı yargılamaları sırasında da şikayetçi asker ve polis ailelerinin avukatları arasında boy gösterdi.
Hüsnü, Ahmet ve Kazım okulda ilk örgütlediğimiz yoldaşlar arasındaydılar. Hem sonradan Huk-Der adıyla resmileşen dernek hem de o dönem üniversiteli gençliğin Ankara çapında ilk kitlesel örgütlenmesi olan ADYÖD faaliyetlerinde öne çıkan militanlardı. Hüsnü tez canlılığı ve sosyal ilişki kurma becerisiyle tanınırdı. Girdiği her ortama canlılık getirirdi. Hem okul hem de Hukuk veya Siyasal yurtlarının kantininde Hüsnü’nün oturduğu masalarda kahkaha eksik olmazdı. Mavrayı severdi. Ve hep gülümserdi. Mahkemelerde ya da hapishane görüşlerimizde bir yoldaşın ölümü ya da bir operasyon haberini getirmemişse yüzünün asık olduğu bir an hatırlamıyorum. Can sıkıcı konuları konuştuğumuz zamanlarda bile elinin tersini boşluğa sallayarak “Amaaann yoldaş, boşver gitsin…” dedikten sonra mutlaka neşeli bir konu açar, bizi o iç sıkıntısından uzaklaştırmaya çalışırdı. Bu konuda değişmeyen malzemesi Ahmet’le Kazım “dedikodu”suydu. Kahkahalar eşliğinde onların kulaklarını çınlatırdık.
Herhangi bir konuda tartışmalı teorik bir soruna dair birbirimizle görüş alışverişi süreçlerinde Hüsnü kararını çok çabuk verirdi. Olasılıklara dair değerlendirme ve tereddütleri dinledikten sonra “Tamam abi, bu işte…” der ve noktayı koyardı. Ahmet “Acaba şöyle mi yoksa böyle mi…” şeklinde kısa süreli bir tereddüt yaşadıktan sonra kararını verirdi. Kazım ise “Düşünmem lazım” diyerek zaman ister, sonra o konuya dair bulabildiği bütün kaynakları tarayıp okuduktan sonra tutum belirlerdi.
THKO’yla 1975’teki birleşmemizin ardından Ankara’dan ayrıldım. Bir yıl kadar sonra da aranır duruma düştüğüm için Ankara’ya gidemez oldum. 1977 Mayıs’ında patlak veren ayrılık sürecinde Ankara’dan tanıdığım kadrolarla yaptığım görüşmeler kapsamında ayarlanan bir randevu üzerine fakülteden bir grupla -sanıyorum 1977 Haziran’ında- İstanbul Fenerbahçe’de buluştuk. Gelenler tercihlerini önceden bizden yana yapmışlardı aslında. Buluşmamız daha çok hasret giderme, bir de varsa kafalarda yanıt aranan sorulara açıklık getirme amaçlı bir buluşmaydı. İçlerinde Hüsnü de vardı. Ve Hüsnü kararını zaten vermişti ve netti.
Avukatlığa başladıkları ilk yıllarda üçünün büroları ayrıydı ama üçünün de bizimle ilişkileri sürüyordu. O dönem yargılanan yoldaşlarımızın davalarına giriyorlardı. Sonrasında -12 Eylül yıllarında- ortak bir büroda bir araya gelmişler, babam da onlara katılmış. Ortalığın korkuya kestiği o karanlık terör yıllarında o büro sadece bütün TİKB davalarını takip etmekle kalmadı, Dev-Yol’dan Kurtuluş’a, TKP-ML/ TİKKO davalarından P-C kökenli değişik örgüt ve çevrelere kadar -başka bir ifadeyle Aydınlık dışında- hemen hemen bütün Türkiyeli sol örgütlere mensup militanların davalarını üstlendi. Bunların içinde Amed’de açılan PKK Ana Davası’nın özel bir yeri vardı. Çünkü o dönem Amed’de estirilen yoğun terör nedeniyle 3-5 idealist avukat dışında davayı takip edecek avukat bulunamıyormuş. Bizimkilerin bir araya geldiği ortak büronun temellerini atan sevgili Tuğrul (Çakın) ve Hüsnü aracılığıyla kendilerine gelen teklif üzerine hiç tereddütsüz davayı üstlenmişler, Hayri Durmuş’tan Kemal Pir’e kadar PKK Ana Davası’nın önde gelen isimlerinin çoğunun savunmasını üstlenmişler.
O dönem duruşmalar ve hapishane ziyaretleri sırasında da Hüsnü zekasını ve yaratıcılığını konuşturur, bize iletilmesi gereken haberleri-bilgileri iletmenin bir yolunu mutlaka bulurdu. İstanbul hapishanelerini de Mamaklaştırmayı hedefleyen tek tip elbise (TTE) dayatmasına karşı o dönem Dev-Sol’la birlikte başlattığımız 1984 Ölüm Orucu direnişi sırasında hastaneye kaldırılan Fatih’i (Öktülmüş) son görenlerden biri de Hüsnü’ydü. Fatih’i son yolculuğuna da büro olarak hep birlikte uğurladılar.
Hüsnü’yle ilişkilerimiz her zaman çok sıcak ve samimiydi. TTE saldırısını püskürttükten sonra başlayan avukat görüşleri sırasında Metris’e, sonrasında Bursa Özel Tip, Çanakkale ve Antep’e her geldiğinde hem çeşitli teorik-siyasi konularda kapsamlı bir fikir alışverişinde bulunurduk hem de bizi kahkahadan kırar geçirirdi. Kenan’la (Güngör) Bursa Özel Tip’te kaldığımız dönemde, TİKB kadrolarının 12 Eylül döneminde ezici bir çoğunlukla direnerek örgüt tavrı düzlemine taşıdığı işkencede direniş deneyimlerini kitaplaştırıp yeni kuşakların görüş alanına taşınması fikrini aklımıza -Kazım ve Ahmet’le birlikte- onlar soktu. Büroya gelip giden gençlerin o tutanakları nasıl büyük bir merak ve ilgiyle okuyup nasıl etkilendiklerini anlata anlata adeta -deyim hoş görülsün- başımızın etini yediler. Hüsnü’de konu, öneri, proje bitmezdi zaten.
İdeolojik-siyasi konularda aramızdaki ilk çatallanma da Bursa’da başladı. O zamanlar Ankara’da Yalçın Küçük ve Toplumsal Kurtuluş çevresiyle tanışmış, özellikle Yalçın Küçük’ten çok etkilenmişti. Her görüşmemizde bize Yalçın Küçük’ü anlatır oldu. Bütün görüşlerini paylaşmıyordu ama zekasından ve tezlerinden etkilendiği açıktı. Ayrıca 12 Eylül sonrası bizim de temel görüş ve ilkelerimizden kopmadan siyaset yapma tarzımızı bir miktar esnetmemiz gerektiği görüşündeydi, aksi taktirde nitelikli fakat küçük ve dar bir yapı olmaktan kurtulamayacağımızı düşünüyordu. Uyarılarına bazı yönlerden hak vermekle birlikte Yalçın Küçük ve çevresiyle birleşme fikrine şiddetle karşı çıktık. Bu onda belirgin bir kırılma yarattı. Sonrasında, Çanakkale ve Antep’te de görüşümüze gelmeye devam etti ama ziyaretlerinin arası açılmış, eski havası da kaybolmaya başlamıştı.
1991 Nisan’ında tahliye olduktan sonra Ankara’da birkaç kez buluşup konuştuk. Bizlere olan sevgisi ve gönül bağı eksilmemişti ama ideolojik-siyasi olarak kendisine farklı bir yol seçmişti. Bu arada bizimkilerle olan büro ortaklığını da bitirmişti. 1994 Haziran’ında bir kez daha tutsak düştüğümüzde bizler gibi o da çok şey paylaştığımız geçmişimizi unutmadığının altını çizmek için ziyaretimize geldi. 2001 Nisan’ında tahliye olduğumda bu kez ben onun ziyaretine gittim. O sırada İHD Genel Başkanı’ydı ve zindanlarda hücre tipi saldırısına karşı başlatılan ölüm orucu direnişi sürüyordu. Henüz üç-dört yoldaşımızın toprağa düştüğü o evrede devrimciler açısından kabul edilebilecek çerçevede bir çözüm bulabilme çabalarıma yardımcı ve destek olmasını istedim. Konunun zaten içindeydi. Tereddütsüz “tamam” dedi. O günlerdeki karşılaşmalarımızdan sonra bir daha yüz yüze gelemedik. Kazım’dan ve aile mensuplarından alıyordum haberlerini.
Anılarımda da söz etmiştim, genç bir devrimciyken “25’imizi görürsek çok yaşamış sayılırız” diye düşünürdük. Aramızdan daha önce toprağa düşenler oldu tabii, hatta bizlerden çok daha genç yoldaşlarımızı uğurladık ölümsüzlüğe. Onlarınki gibi ‘zamansız-erken ölüm’ sayılmaz bizlerin gidişi. Ama Hüsnü, tez canlılığını bu konuda da konuşturdu.
Güle güle yoldaş!..
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.