3. köprü ile başlayarak, Osmangazi Köprüsü ve Çanakkale Köprüsü ile devam eden projelerle bir halka tamamlanmış, Marmara Denizi uluslararası ticaretin iç denizi haline getirilmiştir. Bütün tabloya baktığımızda iktidarın köprü, otoyol, havalimanı, Kuzey İstanbul için kurduğu yeni şehirleri ile Kuzey Ormanlarının sermayenin lojistik merkezi olarak belirlendiğini görebiliyoruz
Kuzey Ormanları olarak tanımlandığımız alan, bir orman parçasını değil, flora ve fauna açısından birlikteliği, sürekliliği bulunan bir ekosistemi ifade eder. Istrancalardan Bolu’ya kadar uzanan bir orman kuşağıdır. İçerisinde 11 ili, 5000 köyü, 28 ÖDA (önemli doğa alanını), sadece İstanbul’da 2200 endemik bitki türünü, 48 adet memeli, 350 adet kuş, 350 adet balık ve 45 sürüngen/kurbağa türünü barındıran, önemli kuş ve balık göç yollarını bulundurmaktadır.[1] Bu iller içerisinde önemli sanayi ve ticaret şehirlerinden İstanbul, Kocaeli, Bursa gibi şehirlerin bulunması Kuzey Ormanları coğrafyasının uluslararası sermayenin ve ticaret koridorlarının da merkezi olmasına neden olmaktadır.
İlk olarak, 1950 sonrası yaşanan yoğun göç ve plansız kentleşme sürecinde İstanbul, doğal ve kırsal alanları tahrip edilmeye başlanmış, yine de sadece kuzeyinde yer alan sık orman alanları ile ekolojik koridorlar vasıtasıyla nefes alabilmeye devam etmiştir. 80’ler ile birlikte Türkiye’nin neoliberal ekonomiye geçişi ve özellikle 2000’ler sonrası AKP iktidarının enerji ve inşaat sektörünü odağına alan rant odaklı bir ekonomik “büyüme” hamlesiyle birlikte İstanbul’un son kalan ekolojik koridorları da ranta ve yağmaya açılmıştır.
3. köprü inşaatı ile Gezi direnişi öncesi başlayan mega projeler, yapılaşmanın oldukça az olduğu Kuzey Ormanlarının ekosistemini parçalanmaya başlanmıştır. Sonraki yıllarda 3. havalimanı, Kuzey Marmara Otoyolu (KMO), Kanal İstanbul projesi gibi mega projeler ile bu süreç devam etmiştir. 3. köprü ile başlayarak, Osmangazi Köprüsü ve Çanakkale Köprüsü ile devam eden projelerle bir halka tamamlanmış, Marmara Denizi uluslararası ticaretin iç denizi haline getirilmiştir. Bütün tabloya baktığımızda iktidarın köprü, otoyol, havalimanı, Kuzey İstanbul için kurduğu yeni şehirleri ile Kuzey Ormanlarının sermayenin lojistik merkezi olarak belirlendiğini görebiliyoruz. Bugün geldiğimiz noktada ise İstanbul’un parçalara ayrılmış Kuzey Ormanları ve kırsalı, ekonomiyi ayakta tutacak rant alanına dönüştürülmüş durumda. Parçalanan orman alanları taş ve maden ocakları, RES’lerle tahrip ediliyor, “millet bahçesi”, “kent ormanı” adı altında projeler ile mesire alanlarına çevriliyor veyahut lüks konut inşaatları ile yok ediliyor.
İstanbul Valiliği’nin 200 milyon metrekare alanı, 7 ilçeyi kapsayan jeotermal enerji santralleri (JES) ihalesine açmasıyla beraber yeni bir tahrip unsuru olarak JES’ler de gündemimizde.[2] Valilik benzer bir ihaleyi 2022 yılında da yapmıştı. Sistematik olarak İstanbul’un yeraltı ve yerüstü kaynakları pazarlanmaya çalışılıyor. Sermayenin gözü dönmüşçe saldırmasının en bariz örneklerinden biri, Çatalca mevkiinde zaten rüzgar enerji santralleri (RES) tarlasına çevrilmiş ormanlık alanın altından da jeotermal enerji çıkarmak istemeleridir.[3] Bu köyümüzde RES’lerle zaten tahrip edilmişken, bir de çok yakınından geçen KMO yol ve köprüsüyle, Emlak Konut inşaatlarıyla talan edilmiştir. Kuzey Ormanlarının birçok köyü benzer çoklu tahrip unsurlarına karşı savunmasızdır.
Kuzey Ormanlarının ekosistem bütünlüğünün parçalanması sonucu yaban hayatı yaşam alanları da ağır biçimde tahrip ediliyor. Bütünlüğü bozulan bir ekosistem yok olma sürecine girdiği için başka bir alana ağaç dikmek veya mesire alanı projeleri yapmak tahribatı telafi etmiyor. Ne orman ekosistemi geri geliyor ne de yaban hayatı. Başta Kuzey Ormanları olmak üzere, Türkiye ormanları geri dönülemez noktaya doğru sürükleniyor, yok ediliyor.
Kuzey Ormanlarının kırsalına, orman köylerine özellikle dikkat çekmek gerekir. İstanbul’un son kalan kırsalında tarım ve hayvancılık hala sürmekte ve kentin gıda ihtiyacının önemli bölümü bu alanlardan karşılanmaktadır. Hızlı kentleşmeyle İstanbul’un Trakya’ya doğru kaydırılması, sanayinin de benzer biçimde Trakya’ya doğru kaydırılmaya çalışılması, verimli tarım arazilerini kullanılamaz, köylüyü üretemez duruma getiriyor. Yani orman tahribi yalnızca ağaçların kesilmesiyle sınırlı kalmıyor, kırsalı da yok ederek başta İstanbul olmak üzere bütün illerin gıda krizinin önemli bir ayağını oluşturuyor.
Anlattığımız bu ağır tahribat dalgasının bu yazıya sığmayacak kümülatif sonuçları da var. Ekosistem tahribatı; barınma hakkı, sağlıklı çevrede yaşam hakkı, su hakkı vb hakların gasp edilmesi, iş cinayetleri, gıda krizleri, sağlık sorunları gibi sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Kuzey Ormanlarına yönelen bu ağır tahrip karşısında gelişen tepkiler bir süredir kent merkezlerinden kırsal bölgelere kayarak köylerimizde yoğunlaştığını görüyoruz. Son yerel seçimle beraber iktidar ve ortağı şirketler orman köylerimizde, kırsalda neredeyse boş parsel kalmayacak biçimde taş ve maden ocağı projeleriyle saldırıyor. İstanbul özelinde bu projeler Silivri, Çatalca, Beykoz ve Şile ilçelerimizde bulunan orman alanlarında yoğunlaşmaktadır. Bu durum karşısında zaten nüfusu azalmış köylerde halkın yaşam alanı nicelik ve nitelik olarak azalmaktadır. Bazı köylerde köy yüz ölçümünün yüzde 90’ınını kaplayacak biçimde projelerin genişletildiğini görüyoruz. Bu da köylülere orada yaşam hakkı tanımamak ve onları zorunlu olarak göç ettirmek anlamına geliyor.
Geçtiğimiz haftalarda gündem olan Kuzey Madencilik tarafından işletilen Sultangazi/Cebeci taş ocakları bu durumun en yakıcı örneklerinden biri. Yıllardır taş ocaklarıyla köyün etrafı adım adım sarılıyor, Alibey Barajı’nın 50 metre yakınına kadar dayanıyor. Yetmiyor, bir de köyün dibinden KMO’nun tünelini geçiriyorlar.[4] Taş ocaklarında fütursuzca patlatılan her dinamit evleri, KMO tünelini titretiyor, çıkan toz ve hafriyat kamyonlarının oluşturduğu trafik yükü artık hem köy ahalisi hem de Sultangazi halkı için gündelik yaşamı sürdürülemez kılıyor. Tahmin edersiniz ki kadınlar bu durumdan en çok etkilenenler oluyor. Bu anlattığımız durum tekil bir örnek değil maalesef. Kuzey Ormanları köylerinin hepsinde yaşanan bir gerçeklik.
Bu ağır saldırı karşısında köy ve kırsala yayılan doğa savunuculuğu direnişleri, tepkileri, eylemlilikleri yükselen bir öfke görünümüne dönüşüyor. Normalde projenin tanıtım toplantısı için gelen şirketler, ÇED toplantısı yapıp giderken, şu anda gelmeye çekindikleri bile oluyor. Geldiklerinde toplantı yerinin arka kapısından kaçarak gittikleri, köylüler tarafından kovuldukları bir tepkiyle karşılaşıyorlar. Köylüler arasında projenin yapılıp yapılmamasına dair genelde sık sık gördüğümüz çelişkili durum ve ifadelerle şu an neredeyse hiç karşılaşmıyoruz. Kuzey Omanları köylerindeki maden ve taş ocakları projelerine karşı fikri ve fiili birliktelik durumu şu an için bu projelerin yapılmasını ya da var olan faaliyetleri toptan engelleyebilecek bir güçte değil maalesef, ancak tekil kazanımlar sağlayabiliyoruz.
Orman köylerinin ağırlıklı AKP-MHP seçmen kitlesinden oluştuğunu göz önünde bulundurursak, gün geçtikçe yaşam alanını savunmaktan iktidarın ikiyüzlülüğünü yeniden ve yeniden gördükleri bir sürece evrildiğini söyleyebiliriz. Bu da doğa talanına ve maden yağmasına karşı gelişen tepkinin iktidar karşıtı bir yerde olgunlaşma potansiyelini yaratıyor. Tabii şu an bu sürecin başlangıç adımlarını deneyimliyoruz. Bu aşamada yağma ve talanın hızla sürdüğü, tepkilerin isyan potansiyelinin her gün arttığı bir atmosferde üzerinde düşünülmesi gereken doğa ve yaşam mücadelesini örgütleyen yapıların, hak mücadelesi örgütlerinin bu atmosferin hangi katmanında yer aldıklarıdır.
Neoliberal sistem yaşadığı birikim krizini aşmak için vahşi bir saldırganlıkla küresel müşterek alanlarımız olan ormanlara, suya, havaya, yani yerin altındaki ve üstündeki tüm ortak değerlerimize yönelik çitleme dalgası yaratmaktadır. Yaşadığımız bu süreç, yeni sömürge bir ülke olan Türkiye’nin hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak görülerek küresel kuzey tarafından yağmalanması sonucu ortaya çıkmaktadır. Mülksüzleştirme, topraksızlaştırma hamleleriyle gerçekleştirilen doğa yağmasına karşı mücadelenin nitelik ve niceliğindeki değişimi de bu açıdan görmek gerekiyor. Türkiye için yeni toplumsal hareketlerden biri olarak doğa savunuculuğu/ekoloji hareketinin bugün %99’un[5] hayatta kalması için ana mücadele odaklarından biri haline dönüştüğü, varlık yokluk mücadelesi haline geldiği ve geleceği bir dönemdeyiz.
Kuzey Ormanlarını böylesi bir dönemde savunmak, coğrafyasındaki bütün canlıların hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Bunu yaparken yegane su, nefes ve gıda kaynağımız olan ekolojik koridorların uluslararası ticaret koridorları uğruna talan edilmemesi için mücadele etmeliyiz. Bu büyük talanı durdurabilmek için umut, cesaret ve hayal gücüne ihtiyacımız var.
[1] Kuzey Ormanları Savunuculuk Rehberi, Kuzey Ormanları’nı tanımaya, korumaya ve savunmaya çalışan yurttaşlara yardımcı olması için Kuzey Ormanları Araştırma Derneği tarafından hazırlanmıştır. kod-rehber-1.pdf (kuzeyormanlariarastirma.org)
[2] KOS Sözcüsü Hayat: “Yaşam alanlarımızı savunuyoruz ve İstanbul’un kuzeyini ranta açan projenin iptalini talep ediyoruz” (sendika.org)
[3] https://x.com/szctelevizyonu/status/1826624324985623024
[4] Sultangazi Cebeci Köyümüzde taş ocaklarına karşı direniş sürüyor – Kuzey Ormanları Araştırma Derneği (kuzeyormanlariarastirma.org)
[5] %99 İçin Feminizm – Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya, Nancy Fraser, Sel Yayıncılık
* Esma Çağlak, Kuzey Ormanları Savunması Sözcüsü
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.