Horatius “anlatılan senin hikayenindir” demiş. Bu sözü dünyanın tüm emekçilerine “Hikaye seni anlatıyor” diye tekrar hatırlatmış Kapital’in önsözünde Marx… Her günün “Halk Günü” olabilmesi için ne ekleyebiliriz ki bu söze?
1.
Bir şey insana niye mantıklı makul gelir?
Geçmiş deneyimlerin verdiği alışkanlıkla makul gelebilir. İki nokta arasındaki en kısa mesafe hep doğrusal bir zeminde aranırsa, bazen iki nokta arasında en kısa yolun bir eğriyi takip etmek olacağı akla makul gelmeyebilir. Herkes ya da çoğunluk benzer şeyleri düşünür ve benzer davranırsa çoğunluğa uymak makul gelebilir. Herkesin bir işi varsa, çalışıyorsa, birinin, benim de çalışmam gerek diye işe koyulması makul gelebilir. Okullarda Yunanlıların kanının renginin kırmızı değil mavi olduğuna dair anlatılanlara inanan birine, 1987 yılında siyasi yasaklarla ilgili yapılan referandumda Kenan Evren-Turgut Özal ikilisinin, yasaklar kalksın isteyenlerin mavi oy pusulasını tercih edecekleri açıklamaları üstüne “mavi Yunan’ın rengidir” diye köpürmesi makul gelebilir. Hayat pahalılığı ve işsizliğin sebebi olarak göçmenleri görmek, başta da ırkçı Bolu Belediye Başkanı olmak üzere çok insana makul gelebilir. Peki buna ne demeli? Suriyeli göçmen ailelerin çok çocuk yapmalarına kızan insanların neredeyse yalnızca bir kuşak öncesi kendi ailelerinde beş, altı, yedi, sekiz kardeşleri vardı ve böyle çok çocuklu aileler olmaları kendilerine çok olağan ve makul geliyordu. İş cinayetlerinde ölen işçilerin, aralıksız devam eden kadın cinayetlerin, dini tarikat ve vakıflardaki çocuk taciz ve intiharların artan sayıları, devlet ve hükümet yetkililerine hala makul gelebiliyor.
Makul; zihinsel bir onay, rıza üretiminin bir bileşeni, dünyada edinilen bir yer/ mevki/ statünün sessizce ödenen bedeli, şimdilik olanlar ve olacaklar içinde rasyonel bir çözüm yolu veya benzeri bir hal olarak kabullenilir. Makul; bilerek ve isteyerek söylenen apaçık yalanlara, bilerek veya bilmeden kullanılan, gerçeği yansıtmayan ve çarpıtan ifadelere, kişisel ve sömürücü sınıfların çıkarlarına tekabül eden söylemlere dayansa da bu sayılanların hepsi çürütülebilir ve karşıtının eline geçebilecek silahlardır. Eğer makul, dört başı mamur bir hikaye formunda kurgulanırsa çözümlenmesi ve saf dışı edilmesi daha çetrefil ve zor bir problem olur.
Hikaye, yerleşik bir düzene geçerse, hakim bir anlatı/ paradigma / hatta bilim olursa düşüncelere, duygulara, algı ve duyumların seçilmesine kadar belirleyici olabilir. O vakit hikaye edilen/ anlatılan şeyler apaçık doğrular olarak görülür. Sağlam bir zemine dayandığına, yanılgılardan arındığına, gerçeğin bilgisine sahip olduğuna, olası sorunları çözeceğine inandırır insanları. Hikaye, gerçeğin uzayını doldurur, gerçekmiş gibi durur.
Hikaye duygulara seslenir. Duygular varsa bilin ki bağlanma da vardır. Duygusal bağlanma tekrar tekrar ikna edilmeyi gereksiz kılar. İnsan türü rutini, alışkanlıkları, kısa yolları sever. Tek hücreliler, mikroplar, virüsler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, yani tüm canlıların ister bilinçli ister bilinçsiz olsunlar ter dertleri hayatta kalmak, canlılıklarını sürdürebilmektir. İnsan bedeni, beyni, zihni hayatta kalabilme, canlılığını sürdürebilme mücadelesinde evrimsel değişiklikler geçirmiştir. İnsan türü düşünme yetisiyle çok övünse de düşünmeyi pek sevmez, düşünme zahmetinden, sorumluluğundan her fırsatta kaçar. Kısacası insan türü düşünmek için evrilmedi, canlı kalabilmek, yaşamını sürdürmek için evrildi. Evrimsel geçmişimizdeki rastlantı ve zorunluluklar, doğa-toplum-emek mücadele sürecindeki kazanımızlar ile düşünebilir olduk. Olmayabilirdik de!.. Düşünme yetisi/bilinç olmadan yaşayan canlıların doğadaki süren varlıkları bunun en güzel kanıtıdır. İnsan türü tarihin her döneminde bugünkü gibi düşünemiyor ve bilinçli değildi ama canlılığını sürdürdü. Bilinçli olmamız insan türü ve doğa için “hayırlı mı” oldu? Bilinçli ama sınıflara bölünmüş insanın; insan, toplum, doğa, kültürler ve diller üzerindeki ekolojik yıkımına / barbarlığına bakılırsa şimdilik cevap belirsizdir. Düşünme yorucudur demiştik, onun için iyi hikaye edilmiş bir anlatı, insanları uzun uzadıya düşünme ve hatırlama zahmetinden kurtarır. Binlerce yıl “savaş ya da kaç” tepkisiyle doğada kalan insan için hikayeler, insan zihninin masa üstünde rahatlıkla başvuracağı yeni düşünsel kısa yollarıdır.
2.
İnsan türünün ortak geçmişi ve kazanımı zaman içinde toplumsal fazlanın üretiminde ve bölüşümünde başlayan kavga, sınıfları ve sınıf savaşımlarını doğurmuştur. Yalın gerçekler dahil olmak üzere her hikaye sınıflar penceresinden bakıldığında farklılaşmıştır. Örneğin, diyelim hayat hakkı bile olmayan kölesiniz. Başınızda efendiniz, köle sahipleri. Diyelim toprakta karın tokluğuna çalışan serfsiniz, köylüsünüz bin yıl. Tepenizde senyör, lord, ağa. Diyelim işçisiniz, emekçisiniz üç kuruş paraya dört yüzyıldır çalışan. Patron ve devlet hep sırtınızda. Veya emeği hiç görünmeyen kadınsınız sürgit. Ezilenler için bir fark yaratır mıydı dünyanın uzay boşluğunda veya bir öküzün boynunda durması? Bir fark yaratır mı gündelik hayatını mağarada veya şehirde yaşaması?
Büyük insanlık için bir fark yaratmadı dünyanın durduğu yer. Bir fark yaratmadı köyde veya şehirde yaşaması. Köleler hem kendileri için hem köle sahipleri için çalıştırıldılar ölesiye. Köylüler hem kendileri için hem toprak sahipleri beyler için ürettiler. İşçiler hem kendileri hem patron için çalıştılar, zenginlik yarattılar. Kölelikten kapitalizme kadar üretim tarzlarında çalışanlara çalışmaları karşısında hep geçimlik bir pay, ölmeyecek kadar bir pay, işgücünün devamlılığını koruyacak kadar minimum bir pay verildi. Hâlâ da öyle değil mi? Büyük insanlığın zenginleri milyon dolarlar verip roketlere biniyor, uzay gezilerine çıkıyor, insanlığın büyük çoğunluğu binlerce yıl önceki geçimlik ekonomik seviyede yaşamaya devam ediyor. Şu günlerde emeklilere yapılacak zam ile asgari ücret tartışmaları işçiye ölmeden çalışabilmesi için verilen geçimlik bir ücret değil mi? Kölenin, köylünün yaşam koşullarının günümüze taşındığı geçimlik bir ekonomik düzeyin devamı, günümüze uyarlanması değil midir?
Piyasa ekonomisinde, neoliberal düzende tüm fiyatları üreticileri, mal veya hizmetin sahipleri belirlemektedir. Tek bir malın fiyatını ise malın sahibi belirlememektedir. O mal ya da meta emekçinin emek gücüdür. Emekçi; tarihsel, toplumsal, biyolojik nedenlerden ötürü, “ben şu ücretten / fiyattan aşağıya çalışmam” diyememektedir. Tüm malların fiyatı arz ve talep tarafından ya da metanın sahipleri tarafından özgürce belirlenirken işçinin emeği işçi tarafından ancak kısmen belirlenmektedir. Devlet ve işveren temsilcileri işçinin ücreti / fiyatı hakkında söz sahibi olabilmekte, günlerce süren tartışmalar, devlet ve patron örgütlerinin dayatmalar neticesinde “tayin” edilmektedir. Başka diğer malların fiyatları da niye böyle ortak kurulan bir masa tarafından belirlenmiyor? Misal doğalgaz, elektrik, araba fiyatları da işçi-işveren-devlet tarafından ortak olarak kararlaştırılsın. Emek, bir mülkiyet hakkı değil mi? İnsanın bedenin bir tezahürü olan emek o kişinin tasarrufu dışında düşünülebilir mi? Hani herkes pazarda serbest rekabete tabi; satma veya satmama hakkına sahipti? Mülksüzleştirildiği dünyada elinde kalan tek üretim aracı olan ve mecburen satmak zorunda olduğu emeğine devlet ve kapitalistlerin karar vermesi köleciliğin “ücretli kölelik” olarak sürmesi değil mi?
Bir fabrika, hastane, çiftlik, banka veya herhangi bir işyerinde işçinin emek-gücünün fiyatı dışındaki maliyet unsurları ya da diğer giderlerin fiyatları çok mu önemsiz, çok mu ucuz ki üretilen metanın maliyetini arttırmıyor da sırf işçiye verilen cüzi ücretler mi mal ve hizmetlerin fiyatını yükseltiyor? Diğer maliyetler patronların/ hükümetin / kapitalizmi öven iktisatçıların gözüne görünmüyor da işçinin kendisini ve ailesini güç bela geçindirdiği ücretler niye göze batıyor? Milli gelirden emeğin aldığı pay yıllar içinde azalırken, bu azalan pay nasıl olurda ücret-enflasyon sarmalı yaratabilir? Bu ücretler düzeyi hangi malların talebini kısa zamanda artıracakta enflasyona yol açacak? Ya da son yıllarda yaşadığımız yüksek enflasyona işçi ücretlerinin artışı mı yol açtı? Burjuva iktisatçılarının bile bir gözlemi ve tespiti yokken?
Köle sahipleri köleleri sevmezdi ama kölesiz de yapamazlardı. Lordlar, senyörler, ağalar, imparatorlar köylüleri sevmezlerdi ama köylü olmadan yiyecek ekmek bile bulamazlardı. Sermaye sınıfı en üretken sınıf olarak kendisini görür ama işçiler olmadan tek bir çivi dahi çakamaz. Hem gereksiz görürler köleleri, köylüleri, işçileri hem de hep yanlarında yörelerinde isterler, üretim sürecinden tasfiye etmezler. Kendiniz çalışın, üretin! Yok, olmaz! Onlar yalnızca çalışmaya methiyeler düzerler, çok överler çalışmayı da fiilen hiç çalışmazlar. Ama hiç sıkılmadan “Çalışmak özgürleştirir” diye yazarlar toplama kamplarının kapısına. Afrika’dan gemilerin ambarlarında zincirledikleri köleleri Avrupa’ya Amerika’ya taşırlar çalışmaya. Amerika’nın yerli halklarını zorla çalıştırılar kendi topraklarında. Onsekiz saat çoluk çocuk demeden kaldıkları fabrikalarda çalışır kapitalizmin şafağında İngiltere’de aileler. Anadolu köylüsü çalışmak için gurbetçi olur Almanya’ya. Hayatlarında gerçek manada hiç çalışmamış/ terlememiş Avrupa Merkez Bankası üst düzey yöneticileri, topyekûn Yunan halkını tembellikle suçlarlar 2008 krizini izleyen günlerde.
3.
“Görülüyor ki meta paraya aşıktır, ama gerçek aşkın yolu hiçbir zaman dikensiz olmaz.” (Karl Marx)
Kölelikte, köylülükte sömürü, hile, zor alenidir. Kapitalizmde sömürü, hile, zor, aleni değildir. Sınıf bilinci üstü örtülmüş olanın içyüzünü göstermek için vardır. Üretimin yapıldığı yerde artı değer yaratılır. Pazarda, piyasada dolaşım sürecinde realize edilir. Fakat devasa bir ağın içinde pazarlamacısından devletin kurumlarına, bankacılardan bilişimcilere, yaşam koçlarından reklamcılara, teknolojik gelişmelerden insan psikolojini tezgaha çıkaranlara kadar herkes bu sürecin bir parçası olur. Topyekûn hareket halindedir kapitalizm, herkes her şey onun çekim gücünün içinde olduğundan hiçbir şey dışarıda / kenarda kalamaz. Her şeyin sınıfsal olması bundandır. Sözcüklerden sayılara kadar her şey bu tartışmanın/ mücadelenin bir parçasıdır. Örneğin Türkiye’deki sayısal veri setlerinin derlenmesi, istatistiki bilgiler haline getirilmesinden sorumlu kurum olan TÜİK’te bu mücadelenin yeni mekânı olur.
3 Aralık 2021’de Kemal Kılıçdaroğlu TÜİK’e enflasyon rakamlarının verilerini sormaya gider ama içeri alınmaz. TÜİK’ten izinsiz veri yayımlayanlara hapis cezası verilmesi yasalaştırılmak istenir. TÜİK’in enflasyonu yaratan madde fiyatlarını açıklamaması / değiştirmesi de tartışmaları iyice alevlendirir. TÜİK başkanının konuşması aslında ekonomi yönetiminin “birlik içinde enflasyonla savaşıyoruz” demek içindi. Biliyorsunuz Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan beraber Amerika ve Avrupa’da finans ve iş çevreleriyle görüşüp ülkeye döviz girişi sağlamaya çalışıyorlar. Bunun için ya enflasyonun düşmesini sağlamaları ya da reel faiz beklentilerini karşılamaları gerekiyor bu finans ve iş çevrelerinin. Faizleri daha artıramadığından ekonomi üst yönetimi enflasyonu tutmak peşindeler. Enflasyon beklentilerini düşürmek isteyen Şimşek, TÜİK’in yapacağı açıklamalarla halkın enflasyon rakamlarının doğru olduğuna, TÜİK’in görevini layıkıyla yaptığına inandırmasını bekliyor ki önümüzdeki aylar için enflasyon beklentileri düşme eğilimine girsin. TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya’nın basın toplantısında amaç hasıl olmadığı gibi yeni sorunlar da ortaya çıktı.
TÜİK başkanının Türkiye’deki kâr oranlarının yüksekliğine değinmesi, bazı sanayici ve tüccarların fahiş fiyatlarla mal satmalarını eleştirmesi çok doğru da bu doğruyu söylemek için dört-beş yıl beklemesi ve kendi ikbalini düşünerek bu cümleleri sarf etmesi samimi değildir. Aynı şekilde yıllardır keyifleri gıcır olan iş çevrelerinin sözcüsü Hisarcıklıoğlu’nun kârlarımız abartılı değil açıklamaları ise hem doğru değil hem de samimiyetten uzak. Çünkü aynı iş çevreleri gerçeği yansıtmayan TÜİK rakamları sayesinde yıllardır işçilerden çaldıklarını ceplerine indirmişlerdir. TÜİK başkanının son açıklamalarına kadar da hiç memnun değil gibi bir halleri yoktu TÜİK rakamlarından.
Asıl üstünde durmak istediğim şey şu: Fiyatlar kapitalizmde mal ve hizmetlerin kimlik kartlarıdır. Fiyat bir mal ve hizmetin değerinin parasal karşılığıdır. Fiyatlar genelde metaların değerlerden sapmalar gösterir. Çünkü mal ve hizmet üretim süreçleri kaotik bir üretim anarşisi ortamında vücut bulur. Tüketicilerin yönelimleri de sabit değildir. Hiç beklenmedik bir gelişme de- mesala korona virüs salgını gibi -fiyatları değiştirir. Teknolojik gelişmeler önceki dönemlere göre daha ucuz kılabilir bazı malları. Bilgisayar ve araba fiyatlarının dünyadaki düşüşü gibi. Gerçi bizde bu da olmaz, fiyatlar hiç düştüğünü görmeyiz.
Fiyat ve para kapitalizmin görünen yüzüdür. Bir malın fiyatı onun arkasındaki üretim süreci hakkında size bilgi vermez. O mala dokunan elleri, o mala sinen alınterini, o güvencesiz çalışma koşullarını, bodrum katlarındaki atölyelerdeki rutubeti, plazalarda insanı boğan steril havayı size anlatmaz/ göstermez. Sizin alıcı olarak ödediğiniz para da, sizin o parayı nasıl kazandığınız hakkında bir fikir vermez. Sonuçta görülen, ortada mevcut olan, bir miktar parayla bir miktar metanın el değiştirmesidir. Her gün, her saniye milyarlarca kez buluşur ve ayrılırlar para ile meta. Sonra tekrar buluşurlar ve ayrılırlar. Bu birleşmeler ve ayrılmalar o kadar çok olur ki insanlar kaybolur bu arada. Metalar ve paralar çoğalarak/artarak hızla dolaşır dururlar. “Meta paraya aşıktır” “paraya kavuşur kavuşmaz para (yani sermaye(dar)) metayı büyütür, tekrar buluştuklarında para da büyümüştür. O kadar aşıktır ki meta ve para birbirlerinin yerlerine geçip, birbirlerinin suretinde görünürler. Bazen para olur bazen meta. Hem meta olur hem para. Metaları üretenler ancak açlık ve yoksulluk sınırı içinde günden güne solarken, metalar ve para ışıl ışıldırlar. AVM’leri ziyaret ediniz! İnsanlar solgun, mallar ışıl ışıldır.
Fiyatlar, metanın, yani mal ve hizmetin parasal ifadesidir demiştik. Hatta içerdiği değerden de bağımsız olarak, iktisat-işletme fakültelerindeki öğretilen bilimsel olmayan tanımla; yani, satıcının ve alıcının uygun gördüğü bir rakam olarak belirlense dahi gizlenmesi, açıklanmaması düşünülemez. Siz hiç dışarıda alışveriş yaparken fiyatı olmayan bir mal ya da hizmet gördünüz mü? Kim neye göre ödeme yapacak? Market çantasını doldurdunuz, kasaya geldiniz, kasiyer aldığınız malların barkodlarını okuyup ne diyecek? “Kusura bakmayın market sepetinizdeki malların fiyatı gizli oluğundan kaç para tuttuğunu size söyleyemem” mi diyecek? Ya da siz de herhalde ödemeyi “gönlünüzden ne koparsa artık” deyip bir miktar para bırakarak mı yapacaksınız?
TÜİK gerçek enflasyon rakamı düşük çıksın diye bir malın piyasadaki en düşük fiyatta olanını aramış bulmuş. Ya da diyelim yumurta ayın ondördüncü gününde bir markette-belki halk günüdür o gün (ne güzel bir isimdir “halk günü”) tanesi 2.57 liradan satılmaktadır. Bingo! Tam isabet!!!.. TÜİK başkanının otuzluk yumurta kolisinin tek adedinin fiyatıyla aynı. O yumurtayı almış TÜİK enflasyon hesabına koymuş. Sonra TÜİK diğer malların en ucuzlarını aramış bulmuş koymuş hesap setine. Tabii doğal olarak enflasyon düşük çıkmış. TÜİK başkanı bu rakamların toplanması ve derlenmesinin kolay olmadığını, çok iş yükü yarattığını söylemiş. Bence haklı başkan!.. Çünkü ben de halkım da market market, pazar pazar dolaşıyoruz ucuza alışveriş yapmak için. Gerçekten yorucu! (Şu ucuza alışveriş yapmak için market market, pazar pazar, internet sitesi internet sitesi harcanılan enerjinin bir kısmını toplumsal tepkilere ayırsak!..)
Keşke her gün “halk günü” olsa da 2.57 lira gibi mantıklı bir fiyattan yumurta alsak. AVM’lerdeki, marketlerdeki ışıl ışıl, dolu dolu vitrinlerdeki, raflardaki malların (nesnelerin, şeylerin), o malları satın alan paranın kendilerinin bize kastedecek, hasım olacak bir taraflarının olmadığını görsek. Toplumların hayatı kapitalist üretme tarzının parayı, metayı, şeyleşmeyi, yabancılaşmayı bize zorunlu kıldığını çözsek. Kapitalist üretimdeki meta üretiminin aynı zamanda şeylerin üretimi ve bu şeylerin üretimininden, şeyleşme, nesneleşme, yabancılaşma dışında başka tür bir insani ilişkiler bekleyemeyeceğimizi anlasak. Metaların ucuz ya da pahalı, kâr az ya da çok, hatta büyüme, kalkınma, milli gelir gibi ekonomik göstergelerin iyi veya kötü olması, yalnızca mal ve hizmetlerin üretilmesine bağlı değildir. Bütün bunları var eden işçi/emekçi sınıfların varlığıdır. Mal ve hizmet üretimi bir başına kâr üretmez, kârı ve diğer o göstergeleri işçinin/ emekçinin varlığı, insanların emek güçlerine el konulması var eder. Kapitalizm, meta üretiminden önce işçinin yaratılması, üretilmesi, var kılınması, işçinin bizzat metalaştırılmasıdır. Kâr, hatta düşme eğilimindeki bir kâr meta üretimi var oldukça değil, sınıflara bölünmüş bir dünyada işçiler oldukça sürecektir.
İnsanlar dünyaya işçi olarak doğmazlar, işcileştirilirler. Bu durum hiç mantıklı ve makul değildir. Horatius “anlatılan senin hikayenindir” demiş. Bu sözü dünyanın tüm emekçilerine “Hikaye seni anlatıyor” diye tekrar hatırlatmış Kapital’in önsözünde Marx… Her günün “Halk Günü” olabilmesi için ne ekleyebiliriz ki bu söze?
Hikaye seni çağırıyor!..
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.