“Belki, İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek üzere olan Arap ülkeleri de dahil olmak üzere, dünyanın İsrail’e karşı tavrında majör bir kayma olacak. Belki acıtan yaptırımlar, ticaret anlaşmalarının feshi, Filistin Devleti’nin tanınması İsrail’de bir rejim değişikliğine yol açacak veya eski Filistinli beklentisinde olduğu gibi İsrailli Yahudilerin kitlesel göçü Siyonist kuruluşun çürümüş bir meyve gibi düşmesine sebep olacak. Kim bilir?”
Amira Hass son otuz yıldır Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail işgalinin gündelik pratiklerini kaydediyor. Örnek gazeteciliği ve işgal altındaki Filistin’e dair girift bilgisi sayesinde Oslo barış süreci mitini, onun nasıl işgalin derinleşmesine, Filistin toprağının artarak gasbedilmesine ve Filistinlilerin itaat ve hükümranlık altına alınmasına hizmet ettiğini aktararak yerle bir etti. Bağlamı Oslo işgal rejimi ve Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının yok edilmesi olan bu söyleşi, Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısı ve İsrail’in Gazze’deki soykırımını ve sınır dışı etme planlarını takip eden süreç üzerinde odaklanmaktadır.
Catalyst, Cilt 7, Sayı 4, Kış 2024
Söyleşi editörler tarafından gerçekleştirilmiştir
Geniş anlamda, 7 Ekim 2023’ten sonra Gazze’de ne olduğunu nasıl tanımlarsınız? Batı Şeria’da olup bitenlerle ilişkisi nedir?
İsrail, 7 Ekim 2023’ten beri ilan etmeden, Maliye Bakanı ve Güvenlik Bakanı Vekili Bezalel Smotrich’in, ki kendisi açık sözlü bir ideolog, aktivist ve tek bir halk için tek bir devlet “çözümü”nün destekleyicisidir, “Kararlı Plan”ını uygulamaktadır. Smotrich, daha önce, 2017’de, nehir ile deniz arasındaki[Ç.N., 1] topraklarda sadece tek bir ulus devletin -bir Yahudi devletinin(1) olabileceği iddiası üzerine kurulu planını özetledi. Filistinlilerin iki seçeneği vardı: Razı olmak ve Yahudi devletinde yurttaş olmayan bireyler olarak kalmak ya da göçmek. Kalmaya karar verip direnenlerin (direnişin biçimini bile söylememektedir) “icabına güvenlik güçleri bakacaktır”.(2) Bu tutum yıllar içerisinde ana akım haline getirilmiştir.
Smotrich’in yıllar süren vaazı, Gazze’deki nüfusa karşı yürütülen soykırım savaşı da dahil olmak üzere, bugünkü askeri pratiklerin arkasındaki düşüncelerdir. Terörist tanımı aşırı gevşektir, dolayısıyla öldürülebilir olanın tanımı da öyledir. Angajman kuralları aşırı müsamahakardır, dolayısıyla İsrail’in deneyimli savaş hukukçuları her zamankinden daha çok sivil zayiata izin vermektedirler: Eğer aralarına veya altlarındaki bir tünele “karışmış öldürülebilir bir kişi” varsa, savaşa dahil olmayan belirsiz sayıda insan öldürülebilir. 7 Ekim’in arkasından gelen genel intikam kampanyasına göre, neredeyse yirmi yıldır yerleşimci[Ç.N., 2] hareketinin planında olan Gazze Şeridi’ne “dönme”, oraya “tekrar yerleşme” ve Filistinlilerin “gönüllü göçü” fikrinin en iyi çözüm olduğunu düşünürseniz, Gazze’de nasıl daha şimdiden, en az 11 bini çocuklar olmak üzere 30 bin kişinin öldüğünü; binaların, akademik ve kültürel kurumların, tarihsel ve arkeolojik yerlerin ve alt yapının nasıl imha edildiğini anlamaya başlayabilirsiniz.
İsrail ordusu, aynı zamanda, Batı Şeria’da daha az tartışılan ve daha az fark edilen baskı eylemlerine girişmektedir.
Ordu zaten parçalanmış olan Batı Şeria toprağını, var olan ve geçmek için saatlerce beklemek gereken askeri kontrol noktalarının yanı sıra, birbiriyle bağlantısı kesilmiş ve erişilemeyen Filistin köylerine ve kasabalarına böldü, çıkışlarına ve aralarındaki kırsal yollara barikatlar ve demir geçiş kapıları yerleştirdi. Bütün bu faktörler, Filistinli yolculara karşı yerleşimci saldırıları ile birleşince -veya saldırılara karşı duyulan korkuyla- ana yollarda ve şehirlerarası yollarda Filistinli trafiğini azalttı, bu nedenle oralarda daha çok İsrail araçlarını görürsünüz.
Beş aya yakın böyle bir iç blokaj, ekonomik olarak zaten baskı altındaki -Doğu Kudüs de dahil olmak üzere- üç milyon insanın yoksullaşmasıyla sonuçlandı. Yerleşim alanlarının ablukaya alınması tarım, eğitim, ticaret ve sanayi faaliyetlerini engelliyor; topraklarına erişimlerine müsaade edilmeyen çiftçiler ürünlerini kaybediyor, çalışanlar fabrika ya da ofislerine gidemiyor; ticaret yavaşlıyor ve insanlar temel ihtiyaç maddelerini alamıyor. Güvenlik aygıtının tavsiyesinin aksine ve Maliye Bakanı ile Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in talebi üzerine Batı Şeria’daki Filistinli çalışanların İsrail’deki işyerlerine dönmelerine müsaade edilmiyor. Hiçbir tazminat ödenmeksizin 120 binden fazla ailenin ana gelir kaynağı ellerinden alındı.
Bunların da üstüne, İsrail Filistin’e ait paradan düzenli olarak el koyduğu miktarı arttırdı. Filistin Yönetimi (FY) gelirinin üçte ikisini ithalat bağlantılı vergilerden elde ediyor (kendi başına bir anomali) ve İsrail sınırları kontrol ettiği için vergiyi o topluyor, yani pratikte parayı o kontrol ediyor. Topladığı parayı FY Maliye Bakanlığı’na transfer etmesi gerekiyor. Yıllarca paranın bir kısmını bir süre tuttu, kölesinin “yanlış davranışını” bir cezalandırma yöntemi olarak kullandı ve parayı daha sonra geri verdi. 2018’den beri, FY’nin Filistinli mahkum ailelerine ve eski mahkumların ailelerine verdiği paranın toplamı kadar paraya düzenli olarak el koymaktadır. Bu nedenle, kamu çalışanlarının maaşlarında kesinti yapıldı. Savaş patladığında Smotrich, anlaşıldığı kadarıyla, FY’nin bütçesinde Gazze’nin payı kadar olan paranın tutulması emrini verdi. FY, yurtsever bir eylem olarak, geri kalan parayı almayı reddetti.
Batı Şeria’daki sığınmacı kamplarına büyük ve yıkıcı baskınlar yapılıyor. Gece yapılan askeri baskınlar zaten bir rutinken, daha çok Cenin ve Tulkarim’deki sığınmacı kamplarına yapılan baskınlardaki Filistinli kayıpların sayısı ve yıkımın kapsamı -en azından İkinci İntifada’dan beri- daha önce görülmedik ölçüde büyüdü. Özellikle bu yerlerde, Filistinli gençlerin artan bir şekilde silahlı gruplar oluşturdukları doğrudur – bu silahlanmanın arkasındaki aklı ve bunu finanse eden anonim faktörleri tartışabilir ve tartışmalıysak da, İsrail’in kullandığı kolektif baskı yöntemleri daha çok öfkeyi, daha çok çaresizliği ve gençler arasında bu gruplara katılmak için daha büyük bir isteği tetiklemektedir.
15 yıldan fazla bir zamandır olduğu gibi, Filistinlilerinin evlerinin yıkımı üstel bir şekilde artarak devam etmektedir.
Bütün bunlar yoğunlaşan yerleşimci şiddeti ile peş peşe gitmektedir: Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) tarafından kaydedildiği üzere, 2023’ün(3) ilk dokuz ayındaki 798 saldırı ile kıyaslandığında, beş aydan daha kısa bir zamanda 573 saldırı olmuştur. Bu şiddet onlarca Filistinli besiciyi topraklarını terk etmeye, diğerlerini ise tarımsal faaliyet ve inşaat planlarından vazgeçmeye zorlamaktadır.
Bu sadece Smotrich’in eseri değil. Kendisi 1967’de işgal edilen Golan Tepeleri’ndeki bir yerleşimde doğdu ve daha sonra yine 1967’de işgal edilen Filistin’e ait Batı Şeria’daki yerleşimlere taşındı. Smotrich, yerleşimci hareketinin olabildiğince çok Filistin toprağını gasp etmek ve Filistin ulusal projelerini bozmak için hükümetin elindeki bir araç olmaktan, İsrail’deki en kuvvetli ve nüfuzlu siyasal ve toplumsal güç olmaya, modern İsrail sağının mızrak başı olmaya dönüşümünün cisimleşmiş halidir. Yerleşimci hareketinin nüfuzu toplumdaki oranlarının çok ötesindedir: İsrail nüfusunun yüzde 7,3’ünü oluşturmaktadırlar, Yahudiler, Araplar ve Doğu Kudüs de dahil olmak üzere -toplam olarak 9,7 milyonluk nüfus içinde 751 bin.
Orantısız güçleri Netanyahu hükümetinin Ocak 2023’te açıkladığı ve yargı reformu denilen rejimin elden geçirilmesi ile daha da ortaya çıktı. Bunlar olurken anlaşıldığı üzere, rejim değişimi sağcı düşünce kuruluşu ve taraftar grubu Kohelet Siyaset Forumu (Kohelet Policy Forum) tarafından telkin edilmiş, başlatılmış, desteklenmiş ve teşvik edilmişti. Kohelet’in kurucuları ve bazı üyeleri yerleşimcidir ve pek çoğu dindar-Siyonist bir geçmişten gelirler. Forum asıl olarak iki Yahudi Amerikalı milyarder tarafından finanse edilmektedir.(4) Bu düşünce kuruluşu İsrail’deki Filistinlilerin ikinci sınıf yurttaş statüsünü yasal olarak pekiştiren 2018’deki Ulus-Devlet Yasası’nın (Nation-State Law) da arkasındadır. Forum hem halk arasında hem de milletvekilleri arasında sosyal refah fikrine karşı, örneğin asgari ücrete ve sosyal konutlara karşı, propaganda yürütmektedir. Bu lobi faaliyeti çok siniktir, çünkü yerleşimcilik iktisadi teşebbüsü İsrailli Yahudiler için on yıllar boyunca bir sosyo-ekonomik basamak olmuştur. Aynı zamanda da çok ironiktir -1970’lere kadar dindar-Siyonist partiler bir çeşit sosyal adalet dünya görüşüne bağlı kalmışlardır. Kohelet’in üyeleri, demokrasi adına, yargı kurumlarını -asıl olarak yasal danışmanları ve İsrail Anayasa Mahkemesi’ni- ve onların anayasaya aykırı olduğunu addettikleri yasaları ve politikaları engelleme kapasitelerini zayıflatmak amacıyla yargı reformuna derin bir şekilde dahil olmuşlardır. 2023’te yüz binlerce İsrailli bu reforma karşı gösteriler yaptığında, karşı gösteriler ağırlıklı olarak yerleşimciler ve onların habitatından olan insanlardan oluşuyordu: Dindar-Siyonist kuruluşlar.
Bugünkü realiteyi biçimlendiren bir diğer sağcı örgüt, Smotrich’in de kurucularından olduğu bir sivil toplum kuruluşu olan Regavim’dir. Regavim takriben 2007’den beri, Batı Şeria’daki Filistin topraklarının yüzde 61’inin “İsrail’in” veya “Yahudi halkının toprağı” (1999’da sonlanması gereken Oslo’daki toprak bölünmesine göre) olduğu aldatmacasının propagandasını agresif bir şekilde yapmaktadır. Örgüt, 1990’ların ortasından beri, İsrail’in Batı Şeria’nın parçalarından daha da çekilmesini engellemek için yerleşimciler hareketinin iyi planlanmış taktiklerini takip etmekte ve desteklemektedir. Regavim tekerleği icat etmedi, fakat eski yerleşimci-sömürgeci planda ufacık da olsa bir sapma imkanının olduğu zamanlarda, bunu engellemek için harekete geçmiştir.
Yerleşimci hareketin, resmi politikaların bir ürünü ve devamı olmaktan çıkıp, daha çok öncüsü haline gelmesi Hamas’ın 7 Ekim’de esir aldığı rehinelerin başına gelenlerde de görülebilir. Tam da o gün, Smotrich açıkça şöyle dedi: “Şimdi acımasız olmalı ve rehineleri çok da düşünmemeliyiz.”(5) Bir ara rehineler hakkındaki sözlerini biraz yumuşattı, ama İsrail’in Hamas ile bir anlaşma yapmaması konusundaki görüşünü değiştirmedi. (O ve onun partisinden, Religious Zionism – Dindar Siyonizm Partisi, iki bakan ilk -ve şimdiye kadar da son- tutsakların değişimi anlaşmasına oy verdiler, ama siyasal partneri Ben-Gvir ve onun partisinden, Jewish National Front – Yahudi Ulusal Cephesi, olan bakanlar karşı oy kullandılar.)
Oğulları rehineler arasında olan iki İsrailli baba ulusun çıkarının (yani savaşın devam etmesinin) çocuklarının çıkarından önce geldiğini açıkça beyan ettiler. Her iki baba da yerleşimciydi. Ya yerleşimci ya da dindar-milliyetçi Yahudi olduğu anlaşılan 20-30 kişi, düzenli olarak yardım tırlarının Gazze’ye girişini engellemektedirler. Bu eylem yasaya -Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin insani yardımın sürdürülmesi kararını ihlal etmektedir- ve Netanyahu ve ordunun ilan ettiği şartlara aykırı olmasına rağmen, polis onları engellemeyi başaramadı. Polisin başındaki Ben-Gvir, temel yardım ve gıda maddelerinin Gazze’ye girmesine muhalefetini sesli bir şekilde beyan etti.
Zamanla, rehineler meselesi halkın algısında bir “solcu dava” oldu ve geçen sene yargı reformuna karşı gösteriler yapan siyasal güçlerle bağlantılandırıldı. Savaş beşinci ayına girerken, geriye kalan rehinelerin salıverilmesinin başta Netanyahu olmak üzere hükümetin birinci önceliği olmadığı görülmektedir. Geçen zaman içinde geriye kalan 134 rehinenin en az 30’u, belki 50’si öldürüldü.
Bu işgalle İsrail neleri amaçlamaktadır?
Resmi olarak ilan edilen amaç Hamas’ı yok etmektir. Kastedilen amaç 7 Ekim’e karşı misilleme yapmak, Filistinlileri direnmekten veya tekrar böyle bir operasyona girişmeyi rüyalarında bile görmekten vazgeçirecek bir intikam almak. Yerleşimci hareketin ısrarlı amacı -Gazze’ye yerleşmek- da öne çıktı. Savaşın ilk birkaç haftasında, parlamento üyeleri, bakanlar ve yerleşimciler “insani” çözüm olarak açıkça sınır dışı etmeyi önerdi, bunu da acı çeken Gazzelilerin geçici acil nakli ya da temelli göçü adı altında süsleyerek sundular. Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi buna tepki gösterdi. Mısır paniklemişti: 2000’lerden beri İsrail’in Gazze’yi Batı Şeria’dan koparmak amacının arkasında, kuşatılmış sahil şeridini Mısır’ın kollarına itmek ve bu arada da bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek olduğundan şüphelenmekteydi. Diğer yandan da kuşatılmış, aralarında Selefi militanların da olduğu işsiz Gazzelilerin Sina’ya ve ana karaya doluşacaklarından korktu. Bu nedenle, uzun yıllardan beri Mısır tarafından Gazzelilere giriş ve ziyaret izni kuralları çok sıkı şekilde uygulanmaktadır. Birleşik Devletler de hem Yahudilerin Gazze’ye yerleştirilmesi hem de Filistinlilerin zorla Gazze’den çıkarılması çağrılarına karşı çıktı. Birleşik Devletler görünüşte bir Filistin Devleti ihtimaline sadık kalmaktadır.
Mısır ve Amerika’nın itirazı en azından Netanyahu’nun partisinde sınır dışı etme çağrılarının kısılmasına yol açtı. Ama bu hâlâ gerçekleştirilebilecek bir amaç olarak durmaktadır: Gazze büyük bir yıkıma uğradı ve İsrail bilmektedir ki, imkanı olan insanlar (para, çifte vatandaşlık, dışarısı ile bağlantılar, yüksek öğrenim görmek ve evrensel olarak talep edilen meslek sahibi olmak) gittiler ya da gitmenin yollarını arıyorlar. Geri dönüş çok zor olacak. Gazze’nin yeniden inşası, belirsiz bir siyasal gelecekte, on yıllar sürecek.
İsrail eski amacına dönmüş oldu: Herhangi bir Filistin ulusal projesine ve Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını herhangi bir şekilde icrasına engel olmak. Geçmişte, askeri çatışmalar arasındaki zamanda, İsrail’in taktiği müzakere sürecinin ve anlaşmaların uygulanmasının oyalanmasına göz yummaktı. Bugün de amaç aynı, ama kullanılan araçlar daha yıkıcı ve öldürücü.
Bu durumun konuşulmayan ve uğursuz bir boyutu var: Gazze nüfusunun yüzde 75’ten fazlası 1948 sığınmacılarıdır. Sığınmacıların evlerini ve yurtlarını yok ederek tarihsel, duygusal ve maddi bağlantılarını ortadan kaldırmakta başarısız olan ve Nakba için sorumluluk almayan İsrail, şimdi onları sıfır noktasına itmektedir. İsrailli politikacılar ve İsrail ordusu bunun Filistinlilere oranın yerlisi statüsünde olduklarını, duygularını unutturamayacağını ve inkar ettiremeyeceğini biliyorlar -ama gelecek uzun yıllar boyunca bu duygular ve bağlar zayıflamış olacak ve yapacak çok işleri var.
Oslo Anlaşmaları bu felakete nasıl katkıda bulundu?
Oslo’da varılan anlaşma çok açıktı: “Terör” ve şiddet olarak tanımlanan herhangi bir Filistin direnişinin derhal durması karşılığında, işgalin yavaş yavaş çözülmesi (belirli ve nihai sınırlara karar verilmemiş olması ve İsrail’e tarihlere saygı göstermeyecek kadar manevra alanı bırakarak). Filistin Yönetimi’ne direniş, terör eylemi ve şiddetin olmamasını sağlama görevi verildi.
Diğer bir deyişle, İsrail FY’den taşeron ve tam işbirlikçi arasında bir şey olmasını bekliyordu. İlk yıllarda, El Fetih ve FY müzakere ve diplomasinin (ve daha sonra, silahsız halk mücadelesinin) işgali sonlandırmak ve devlet kurmak için doğru bir yol olduğunu iddia edebiliyorlardı. Çoğunluk tarafından desteklendikleri için, vekil devlet oldukları için başka herhangi bir grubun silah kullanılmasına müsaade etmeme hakları vardı. Hamas ve Filistin İslami Cihad örgütü Yaser Arafat’ın yaklaşımına direnmekte ve Oslo Anlaşmalarını sabote etmeye kararlıydılar. Ramazan’da bir yerleşimcinin El Halil’deki İbrahimi Camii’nde ibadet etmekte olanları katletmesinden sonra gelişen sivillere karşı intihar saldırıları, İsrail’in Oslo Anlaşmalarının “nihai bir pakta” doğru olgunlaşmadığını iddia etmesine yardım etti. Metinlerin, politikaların ve deklarasyonların dikkatli bir okuması İsrail’in Filistinlilerin minimum siyasal beklentilerini bile hiçbir zaman karşılamaya niyetli olmadığını gösterir. Zamanla, FY’nin yapabilecekleri azaldıkça, aralarındaki yaşlılara, etrafındakilere ve eski tüfek El Fetih üyelerine sağladığı kişisel yararlarla yetinmek, insanları öfkelendirdi, İslamcı muhalefetin desteklenmesine, özellikle de onun geleneksel silahlı mücadeleye dair değerler sistemine alan açtı.
Oslo’nun yarattığı gerçeklik, yani ordunun Batı Şeria’nın yüzde 40’ındaki üslerini boşaltması ve Gazze’yi terk etmesi, İsrail ve İsraillilerin işgal sona ermiş gibi davranmalarını mümkün kıldı. Ama aslında başka araçlarla fiili kontrolü elinde tuttu. Ara dönemin, Filistinliler ve uluslararası camianın 4 Haziran 1967’deki sınırlar boyunca çizilmiş bağımsız bir devletin kurulacağı beklentisiyle, 1999’da sonuna gelineceğinin kararlaştırılmış olması İsrailliler tarafından yok sayıldı. İsrail kendisini yükten kurtararak işgal altındaki halkın problemlerini ve bunun maliyetini yönetmeyi FY’ye bıraktı ama toprak, su, sınırlar, ekonomi ve halkın özgürlüğü üzerindeki kontrolü elinde tutuyordu. Ve buna rağmen FY’den kendi halkını denetlemesini ve disipline etmesini bekliyordu.
İsrail, geçen otuz yıl içinde, Filistin nüfusunu, etrafı çevrilmiş yerleşim alanlarında (Gazze bunların en büyüğü ve en izole olmuş olanıdır) yoğunlaştırdı, bu alanlar FY tarafından yönetildi. Daha sonra Gazze Şeridi Hamas tarafından yönetildi. İsrail toprak gaspına, gelişmeyi engellemeye, su kaynaklarını kontrole, seyahat özgürlüğünü kısıtlamaya, günlük askeri baskınlara ve saldırılara, sürekli gözetlemeye, Filistinli protestocuları ve tek başına saldırı gerçekleştirenleri gözaltına almaya, öldürmeye ve sakatlamaya devam etti. Yerleşimci şiddeti arttı, polis ve ordu onları kontrol altına almayı umursamadı. “Barış süreci”, “müzakereler” maskesi altındaki bu bürokratik ve askeri şiddet karışımını yalnızca bir tek şekilde özetleyebilirim: Resmi, örgütlü, sistemik, vahşi bir sadizm.
1993’teki Oslo Anlaşmasının temel ilkelerinden biri Gazze ve Batı Şeria’nın her iki tarafça tek toprak birimi olarak görülmesiydi. Ama İsrail, Gazze nüfusunu Batı Şeria nüfusundan koparabilmek için her şeyi yaptı ve Gazze’yi izole etti. Bu politika 1991’de, Oslo’dan önce başladı ve o zamandan beri etkinleştirilerek konsolide edildi. Bir örnek: Başından beri, Filistinlilerin nüfus kayıtlarını kontrolü altında tutan, kimin ve kaç kişinin kayıt edileceğine karar veren İsrail, FY’nin Gazze’den Batı Şeria’ya taşınan insanların adres kayıtlarının değiştirilmesi talebine müsaade etmedi. Sonra bu insanlara Batı Şeria’da “illegal” olarak ikamet edenler veya misafirler olarak muamele etti.
İsrail’in kendi işine gelen anlatıya göre, bu Filistinliler anlaşmayı ihlal eden insanlardı. Çünkü FY şiddete başvuran örgütleri ve bireyleri kontrol edemiyordu. Mesele FY’nin silahlı grupları ve Hamas’ı ne kadar baskı altında tuttuğu ya da tutabileceği değil, mesele İsraillilerin, bir yandan sömürgeleştirme pratiklerini sürdürürken, anlaşmalardaki en ufak bir özgürlükçü boyutu eşeleyip çıkartıp onu bir başka kontrol enstrümanı haline getirmesidir. Ve sonra da işgal edileni suçladılar.
Otuz yıl önce, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin çoğu, tarihsel Filistin’in sadece yüzde 22’sini kapsayan, acı veren ama ulaşılabilir bir taviz devletini destekledi, sonu tam bir hayal kırıklığı, ıstırap ve öfke oldu -özellikle FY’ye dair. FY sadece bir devlet olmakta ve bağımsızlık kazanmakta başarısız olmakla kalmadı, neredeyse başlangıcından beri yozlaşmakla itham edildi. Ocak 2006’da Hamas’ın parlamento seçimlerinde sandalyelerin çoğunu (ama oyların çoğunu değil) aldığından beri insanlar FY’den umutlarını kestiler.
El Fetih ve dünyanın geri kalanı demokratik sürecin sonuçlarını kabul etmedi ve 2007’nin ortasından beri Gazze’deki kısa süren acılı bir iç savaştan sonra yönetimde bölünme oldu. Öldürülen Gazzeli psikiyatrist ve aktivist Eyad El-Sarraj bu ikili hükümranlığın senaryosunu İsrail’in yazdığını söylerdi, ama hem Hamas hem El Fetih birbirine rakip olacak şekilde Filistin’e ait iki bölgeye hükmetmekte kendi rollerini oynamada ustalaştılar. Her iki taraf da bu düzenlemeden memnun oldukları izlenimini verdiler. Seçimleri yapmamak her ikisi için de uygundu.
Hamas İkinci İntifada sırasındaki silahlı mücadele strateji ve taktiklerinin 2005’te İsrail’i Gazze Şeridi’ni terketmeye zorladığıyla övündü. Hamas, kendi işine geldiği için, ayrılığın İsrail’in Gazze’yi Batı Şeria’dan koparmak politikasını güçlendirdiği gerçeğini görmezden geldi. Ama onun övünmelerini dinlemeye hazır kulaklar vardı: 1920’den beri, ister 1967’de ister 1948’de kaybedilen topraklar olsun, birçok defa yenilmiş olmasına rağmen, silahlı mücadele Filistinliler arasında (tek yol olmasa da) işgali sonlandırmanın en iyi yolu olduğuna dair ününü korudu. 7 Ekim, Hamas’ın Gazze Şeridi’nde başında bulunduğu sivil yönetimi, İsrail Silahlı Kuvvetleri’ni zekice alt eden, ona karşı daha önce deneyimlenmemiş yollarla savaşan bir orduyu kurmak ve on binlerce genç erkeği bu kadar iyi eğitmek için, ne kadar özenle kullandığını dünyaya gösterdi. Bunlar, Batı Şeria’daki kemikleşmiş FY ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) nomenklaturasının kısıtlı ayrıcalıklarını İsrail ile yaptıkları güvenlik koordinasyonuna (işbirliği olarak addedilen) borçlu oldukları bir zamanda oluyordu.
Bu gerçekler, Filistinlilerin çoğunun gözünde, Hamas’ın operasyonunu haklı çıkarmakta, yaptığı zulmü gölgelemekte ve başkalarının Yahudi olmayan misafir işçilere ve İsrail’in Filistinli yurttaşları da dahil olmak üzere sivillere karşı giriştikleri zulme izin vermektedir.
Sizin tahmininize göre, Filistinliler, İsrail’in şu andaki Gazze savaşını tetikleyen, Hamas’ın El Aksa Tufanı operasyonunu tarihsel olarak nasıl değerlendireceklerdir?
Tahmin etmek zor. Henüz çok fazla bilinmeyen değişken var. Şu anda bu operasyonun (bir askeri operasyon olarak ve onunla geldiği kabul edilen veya edilmeyen savaş suçları olarak değil) en hayran destekçileri Gazze’nin dışında yaşayan -Batı Şeria’da ve diasporadaki- Filistinlilerdir. İsrail’deki Filistinliler daha az öyle: Pek çoğu zulüm [Hamas’ın 7 Ekim operasyonu] karşısında dehşete düştü, ama bağlamının İsrail’in baskısı olduğunu görüyorlar. Bu bağlamı açıkça söyleyemezler, direniş prensibini de tabii ki açıkça destekleyemiyorlar, çünkü tutuklanırlar ve haklarında dava açılır. Her yerdeki Filistinliler yıl boyu süren planlamadan, Hamas’ın cesareti ve sürpriz yapma kabiliyetinden ve İsrail’inki gibi kuvvetli bir orduyu aşağılamış olmasından etkilendiler ve gurur duyuyorlar.
Benim için sürpriz değil. İşgal altında yaşamak hiç bitmeyen bir aşağılanma ve mahrumiyet hikayesidir. Batı Şeria’dan genç, seküler bir arkadaşım bana, “Biz bedavadan teröristiz, bedel ödemeyen. Facebook’a bir şey koyarız ve hapse atılırız. Bari maliyeti yüksek teröristler olalım” dedi. Benim etrafımdaki Filistinlilerin hepsi -İsrail’den, diasporadan, Batı Şeria’dan, Gazze’den- direnişin sömürgeleştirilmiş halkın hakkı olduğunu, hiçbir direnişin “temiz” olmadığını, tarihin 7 Ekim’de başlamadığını, İsrail’in Arap devletleriyle ilişkilerinin normalleşmesini durdurduğunu, dünyanın dikkatini yeniden Filistin’e çevirdiğini söylüyorlar. İkinci İntifada sırasında ve İsrail ile Hamas arasındaki her savaştan sonra aynı analizi duyduğumu söyleyince, İsrail zulmünün kapsamı nedeniyle şimdikinin aynı şey olmadığını söylüyorlar.
Uzun yıllardan beri Ramallah’ta yaşayan Gazzeli arkadaşlar bana, onlar için Batı Şerialı arkadaşları (çoğu solda olan) arasında Hamas’ı ve operasyonu eleştirmenin ne kadar zor olduğunu ve susturulduklarını söylediler. Birisi bana, her şeyini kaybeden Gazze’deki ailesinin, bir Hamas militanının duyacağı ve kendilerine karşı tedbir alacağı kaygısıyla, telefonda şikayet etmekten korktuğunu söyledi. Diğer yandan, Gazze’deki diğer arkadaşlarım silahlı direniş hakkı ve ilkesine bağlılık göstermeye devam ediyor ve bana, bütün bu bombalamalar ve korkuya rağmen, başkalarıyla birlikte Hamas’ın savaşından gurur duyduklarını söylüyorlar.
Şu anda saldırıyı “destekleme” hakkındaki endişem daha az. Silah kullanılması üzerine herhangi bir tartışmanın tabu olmasından daha çok endişe etmekteyim. İsrail savaşta toptan yıkıma ve bildiğimiz haliyle Gazze’yi dümdüz etmeye daha da yaklaştıkça bu tartışmadan kaçınmak daha kolay. Hamas’ın operasyonunun arkasındaki aklı sorgulamak ve -düşmanı İsrail’in yapabileceklerini bilirken- bütün bir sivil nüfusu tehlikeye atma hakkı bir kenara itilmektedir.
Belki eninde sonunda, bu kabus sona erdiğinde, kaybedilen insan hayatının büyüklüğü, duygusal ve fiziksel hasarın kapsamı ve yıkımın derecesi tam olarak kavrandığında, insanlar Hamas’ın askeri cesaretini ve maharetini ve ona [operasyona] hasredilen, yıllarla ifade edilen insani, maddi ve mali yatırımı farklı tartacaklardır. Belki, en azından bazıları, değmediği sonucuna varacaklardır -ama İsrail yurttaşı olan Filistinli arkadaşlarım değerlilik ve zalime karşı mücadeleyi yan yana koymayı reddettiklerini söylediler. Ve belki, İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek üzere olan Arap ülkeleri de dahil olmak üzere, dünyanın İsrail’e karşı tavrında majör bir kayma olacak. Belki acıtan yaptırımlar, ticaret anlaşmalarının feshi, Filistin Devleti’nin tanınması İsrail’de bir rejim değişikliğine yol açacak veya eski Filistinli beklentisinde olduğu gibi İsrailli Yahudilerin kitlesel göçü Siyonist kuruluşun çürümüş bir meyve gibi düşmesine sebep olacak. Kim bilir?
Filistinliler arasında bir eğilim görüyorum -ve aslında sadece onlarda değil: Askeri girişimler ve operasyonların karakterize ettiği dönemleri yüceltmek ve toplum (İngiliz egemenliğine karşı başlatılan 1936’daki kalkışma veya İkinci İntifada gibi) üzerindeki uzun süren olumsuz etkisini ve takip eden yenilgileri görmezden gelmek. Kişisel olarak, hem İsrail’deki militarist toplumda hem de Filistinliler arasında bu kuvvetli erkek egemen bakış ve askeri yola ve onun kültüne muhalefet etmek cesaretini gösteren insanların susturulması umutlarımı kırmakta. Ama ben ne biliyorum ki? Belki, kurtuluşun tek yolu olarak silahlı mücadele aksiyomunun kutsallığından şüphe etmemin nedeni benim feminist-solcu dar görüşlülüğümdür. Belki Hamas’ın askeri taşıyıcılığı bir mucizeye evrilecek ve nehir ile deniz arasındaki ve yurt dışındaki Filistinliler arasında birleşik politik temsiliyet ve enerjiyi doğuracak, sarih ve birleşmiş stratejisiyle politik bir faktör haline gelecek.
Eksik olan, bütün Filistinlilerin, üzerinde anlaştıkları bir temsili gövde ve tek stratejidir. Ve savaşın başından beri eksik olan Hamas’tan gelecek sarih bir mesajdır: Saldırıyı mahkumları kurtarmak için mi, bütün Filistin’i kurtarmak için mi, Yahudiler terk edip gitsinler diye mi, El Aksa’yı korumak için mi, Batı Şeria’daki yerleşimci şiddetine karşı mı, nihayet FKÖ’nün iki devlet fazına varmasına yardım etmek için mi yaptınız? Birbiriyle çelişen bu açıklamaları duyuyor ve şaşırıp kalıyorum.
Filistinlileri ne bekliyor?
Eğer önümüzdeki bir ya da iki yılı soruyorsanız, pek çok insanı bekleyen acının ve İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki, Batı Şeria’daki ve İsrail’in içindeki eylem ve pratiklerinin acımasızlığının düşüncesine bile tahammül edemiyorum. Korkarım daha spesifik olmamı bekliyorsunuz. Gazze’deki insanlar travma içinde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Savaş şimdi bitse bile -ki, bitmeyecek- ölümün, yaralanmanın, hastalığın, yıkımın ve yılların birikiminin kaybının üstlerine çöken etkisi ile karşı karşıya kalacaklar. İsrail’in Gazze’yi birbirinden koparılmış iki parçaya böldüğünü keşfedecekler. Batı Şeria’da yerleşimciler, ordu, polis ve sömürgeci kurumlar Filistinlileri etrafı çevrilmiş daha da küçük yerlere sıkıştırmaya devam edecekler ve daha çok toprağı gasp edecekler. İsrail’in içinde baskıyı ciddi bir biçimde arttıracaklar. Dünyanın bu kampanyayı durdurmak için olması gerektiği gibi ve hızlıca müdahale edeceğini görmüyorum.
On ya da yirmi yıl sonrasını kastediyorsanız, işte tam bu nokta, kristal küremi evde bıraktım dediğim andır.
*Amira Hass İsrailli Yahudi yazar ve gazeteci Hass İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinliler üzerine yazdığı yazılarla tanınmaktadır. Kendisi de Filistin topraklarında, önce Gazze’de, şimdi ise Batı Şeria’da yaşamaktadır.
[1] İsrail’in doğu sınırındaki Ürdün Nehri ile batı sınırı olan Akdeniz kıyısı arasındaki topraklar kastedilmektedir.
[2] Yerleşimciler 1967’deki Altı-Gün Savaşı’ndan beri İsrail’in yasa dışı işgali altında olan Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Filistinlilere ait topraklarda illegal olarak kurulmuş yerleşimlerde yaşayan ve bir kısmı ultra ortodoks olan Yahudilerdir.
(1) Bezalel Smotrich, “Israel’s Decisive Plan” (İsrail’in Kararlı Planı), Hashiloach, 7 Eylül 2017.
(2) Katherine Hearst, “Israel-Palestine War: Israeli Minister calls for ‘voluntary migration’ of Palestinians- İsrail-Filistin savaşı: İsrailli bakan Filistinlilerin ‘gönüllü göçü’ için çağrıda bulunuyor.” Middle East Eye,14 Kasım 2023.
(3) United Nations Office for the Coordination of Humanitarian Affairs (Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi), “Gazze Şeridi ve İsrail’de Çatışmalar, Güncelleme #123,” 21 Şubat 2024; United Nations Office for the Coordination of Humanitarian Affairs, “Durum Bilgisi: Artan yerleşimci Şiddeti Sırasında Filistinli Çobanların Yerlerinden Edilmesi,” 21 Eylül 2023.
(4) Nettanel Slyomovics, “The U.S. Billionaires Secretly Funding the Right-Wing Effort to Reshape Israel – İsrail’i Yeniden Biçimlendirmek İsteyen Sağcıların Çabasını Gizlice Fonlayan ABD Milyarderleri,” Haaretz, 11 Mart 2012.
(5) Haaretz Editorial, “Israel Must First Bring Home Its Own – İsrail Önce Kendininkileri Evlerine Getirmeli,” Haaretz, 9 Ekim 2023.
[Catalyst dergisinin Kış 2024 sayısında yer alan İngilizce orijinalinden Sevil Kurdoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.